Müslümanlar, hak yoldan saptırılıp Animizm'e böyle kaydırıldı

Sadettin Merdin, İslam'ın şirk ilan ettiği animizmin nasıl olup da Müslümanlara sirayet ettiğini kendine özgü ifadeleriyle anlattı...

YAŞAM 16.04.2020 19:35:20 0
Müslümanlar, hak yoldan saptırılıp Animizm'e böyle kaydırıldı
Tarih: 01.01.0001 00:00

Özellikle din görevlilerinin bu günlerde Müslümanlar üzerinde oynanan algı operasyonuna karşı kendilerini geliştirmeleri ve cemaatlerini her tür saldırıya karşı uyarmaları üzerlerine büyük bir borçtur. Tabi ki uyarı için sağlam Kur'an ve Hadis bilgisi ile birlikte dini ve güncel her tür bilgi ile din görevlilerinin donanmaları şarttır.

Şeytan ve orduları artık topla tüfekle Müslümanların üzerine gelme dönemini kapatalı neredeyse 600 yıl oldu.

Düşman artık içimizde...

Bizim gibi konuşuyor, ibadet ediyor, sarık takıyor, sırtına cübbe geçiriyor hem de bizden bir karış fazla sakal bırakıyor...

Allah'ın dinini, Allah'ı bırakıp bu şeytanlardan öğrenmeye devam ettiğimiz müddetçe hak ve batıl çizgisi kafamızda oluşmayacak ve bu düşmanları ayırdetmemiz imkansız olacaktır.

İşte o düşmanların en sinsi tezgahlarından sadece birisi ANİMİZM...

Müslümanları kiltleler halinde dinden çıkaran Şeytan ve dostlarınının bu hilesini Sadettin Merdin kaleme aldı. İşte o güzel yazı...

Ruhaniyet Denilen Şey Neyin Nesidir?


Günümüz müşriklerinin en görünür alamet-i farika’larından biri de, Peygamberin, ölmüş veya diri evliyanın ruhaniyetinden yardım istemeleridir. Nedir bu ruhaniyet? Nasıl bir şeydir? Ruhundan da demiyorlar. Peygamberin, şehitlerin, evliyanın, salih kulların ruhları güya her yerde hazır ve nâzır imiş! Bu ruhaniyetler de, insanlara himmet edip, yardımına koşuyormuş(!) Turkcell hattı gibi mübarekler! Çekmedikleri yer yok.


Animizm’i; kısaca “ruhlara tapma inancı” diye niteleyebiliriz. Tevhid dini olan İslam’ı en çok bu ruha tapma inancı bozmuştur. Bugün uluların, erenlerin ruhlarından medet ve bereket dilemek şeklinde Animizm tekrar hortlamıştır. Evliyaları aşırı yüceltmenin nedeni de budur. Mesela bu animistlere göre; Abdulkadir Geylanî’nin ruhu aynı anda binlerce müridinin yardımına koşabilmektedir(!)  Bırakın cahil halk tabakasını, apaçık şirk ve küfür olan bu inanca inanan pek çok âlim bile vardır. Hatta ömrü boyunca onun ruhaniyetinden yardım istediğini ve yardım da gördüğünü Said Nursi iftiharla söyleyebilmiştir.

Yok, peygamberimizin ruhaniyeti Çanakkale savaşlarında en önde savaşmıştır.(!) Daha neler, neler…

Anlaşılan Türkler eski dinleri Animizm’in tesirinden hala kurtulamamışlar.

Şamanizm; dirilerden çok ölülerle, atalar ve ruhlarıyla ilgilenir. Türklerin yeni dini İslam da ölülerle, onların ruhlarıyla bir çeşit bağ kurmak için birazcık tadilat geçirmiş. Hala bu topraklarda derinden akan din Şamanizm gibi duruyor. Dünyaya pek karışmayan gökte bir tanrı/ Gök Tengri! Yerde ise onun işlerini gören şanlı ecdadın kutsal ruhları! Kabirler, yatırlar da bu yüce ruhlarla temasa geçtiğimiz kutsal mekânlar! Şamanlar /Evliyalar da Allah’la bağ kurmamızı sağlayan alt tanrılar!

Din denilince Türklerin aklına cin, sihir, büyü, nazar, muska gibi şeyler gelir. Hala halk İslam’ında cinler, periler çok önemli bir yer işgal eder. “Ecdadın ruhları” fikri hala çok canlıdır! Bu Animizm’den geçmiş olan “ataların ruhlarıyla temasa geçme” inancı en çok şeyh, veli kabul edilen kimselerin yatırlarını, mezarlarını onlardan yardım görme ümidiyle ziyaret etmede görülür. Türklerin hala büyük çoğunluğunun Kur’ân’dan haberi yoktur. Onun anlamını merak etmezler, daha çok ölülerine okurlar. Onu, sihirli güçleri olan kutsal bir kitap olarak görürler.

Cahiliyye Araplarının inançları; totemizm, animizm merhalelerinden geçerek, putperestliğe dönüşmüştür. Animizm safhasındaki Araplar, kâinatın ruhlarla dolu olduğuna ve bütün doğal hadiselerin bu ruhların eseri olduğuna inanıyorlardı. Eşyaya can veren ve onlarda bir takım değişikliklere sebep olan ruhlara hürmet ve itaat etmeye başladılar. Bir takım ayinlerle ruhlara ibadet etmeye başladılar. Totemciliğin yerini daha sonra “ruhçuluk” aldı. Onlar ölen bir adamın ruhunun cesedini terk ederek kabirden çıktığına inanıyorlardı. Bu ruhların bir kısmı ervah-ı latife, diğerleri ervah-ı habise idi. Çöller, vadiler bu ruhlarla dolu idi. Bu ruhlara Allah’ın ulûhiyetinden hisse verirlerdi.  Cahiliye müşrikleri arasında çok yaygın olan kehanet/kâhinlik işi, işte bu ruhlarla irtibat kurma üzerinedir. Şairler şiirlerini bu ruhların ilhamıyla yazarlardı. İlham perileri bu ruhlardı. Peygamberimizi bu yüzden şairlikle itham ettiler. Mekke müşriklerinde, mabetler sadece tapınma yeri değil, aynı zamanda ruhanî varlıklarla temasa geçme, gaybten haber alma yeridir. Bizim klasik eserlerde çok sık geçen ‘hatiften gelen sesleri’ kâhin ve falcılar duyuyorlar ve bunları müşriklere aktarıyorlardı.

Ayrıca Arapların taştan bir fetişleri vardı. Fetiş bizatihi mabud değildi, daha çok bu taptıkları ruhların makarr’ı/ içine yerleştiği, bulunduğu yerdi. Bu fetiş/sanem sihirli bir mahiyete sahipti. Sefere çıkan, seferden dönen kimse, ilk iş olarak bunu meshediyordu. Daha sonraları bunlar yontularak insan şekline sokulacaktır. Özetle; Cahiliyye Arapları bu heykelleri makarr edinmiş ruhlardan istiane’de bulunuyor, isteklerini, en yüce İlaha iletmesi için onlara arzediyorlardı.

Mekke müşrikleri arzın ve üstündeki varlıkların, göklerin hazinelerinin ve Arş’ın mülkiyetinin Allah’a ait olduğunu kabul ederlerdi. Ancak Allah çok uzaklarda olup, önemsiz işlere karışmayan pasif biriydi. O’nu büyük tehlikelerde, sözgelimi diğer ilahlarından ümit kestiklerinde hatırlıyorlardı. O’nun oğulları ve kızları kabul ettikleri, O’nun dûnunda, daha aşağı derecede “yedek ilahlar” edinmişlerdi. Evreni, gökteki Büyük İlah’ın kendisinden doğan diğer küçük ilahlarla birlikte yönettiğine inanıyorlardı. Onların putları -Hübel ve Vedd haricinde- insan suretli değildi. Kutsal bildikleri kayalar ve taşlar o ilahi ruhun ikamet ettiği, içine girip hulul ettiği ve oradan insanlarla ilişki kurduğu mekânlardı. Yoksa onlar taşa tapacak kadar ahmak değillerdi. Mesela Uzza ilahesi, Mekke’nin çıkışında, Huraz vadisinde, üç akasya ağacının bulunduğu yerde ikamet ederdi. Müşrikler bu ağaçlara silah, elbise ve çiçek asarak teberrük ettiklerine /bereketlendiklerine inanırlardı. Mekke’nin fethinden sonra Peygamberin emriyle Halid b. Velid bu ağaçları kesmiştir. Bu iptidai Araplar(!) yoksa bu üç ağaca tapmıyorlardı. Onlar basitçe, kudsî ruhlardan olan Uzza’nın burada yaşadığına, burada insanlarla temas kurduğuna inanıyorlardı. Onun ruhaniyetinden istimdat diliyorlardı. Tıpkı bizim tarikatçıların yaptığı gibi, ilahlarının ruhaniyetiyle temas kuruyorlardı.

En kadîm, en ibtidaî bir din olan Animizm’e göre; her yerde, her bir şeyin ruhu vardır. Animizm’e göre ruhlar bedensiz-vücutsuz olarak hayatiyetlerini devam ettirirler. Eski Türklerin dini Şamanizm’de Animizmin tüm karakteristik özellikleri mevcuttur. Altay dağlarının güneyinde yaşayan bugünkü insanlar bile hala, her bir dağın, gölün, nehrin bir ruhu olduğuna ve orayı koruduğuna inanırlar. Bu inanç modern Türkiye’de bile “tabiat ana” fikri şeklinde varlığını sürdürmektedir. Bu bedenden ayrı ruh inancı çok güçlü bir şekilde halk İslam’ında hala mevcuttur. Ruhların gelmesi-gitmesi, istimdat etmesi vs. gibi.

Başka bir izaha göre; müşrikleri böyle kaba bir animizme/ruhçuluğa götüren şey, onların teşbih konusundaki aşırılıkları olmuştur. Bu izaha göre; Allah’ın isim ve sıfatları sonradan cisimleştirilmiş, teşbih (benzetme) ve tecsime (cisimleştirmeye), tecsim ise putperestliğe ve şirke dönüşmüştür. Bu görüşü destekleyen bir diğer unsur, Mekke putperestleri üç büyük putun ismini Allah’ın isimlerinden alıp, dişileştirmiş olmalarıdır. ‘El-Lât’; Allah isminin, ‘El-Uzza’; el-Aziz isminin, ‘El-Menat’; el-Mennan isminin dişisidir.

Yine Mekkeliler cinlerle/görünmeyen ruhani varlıklarla Allah arasında bir nesep bağı kurup, cinlere de ulûhiyet verip, onlardan korkuyorlardı. Bu onların her türlü metafizik güçle Allah arasında bir yakınlık ve bağ olduğuna inandıklarını gösterir. Şimdiki müşrikler de; ölen mübarek zevatın ruhlarının Allah’a kavuşup, Allah’ta fani olup, bir nevi ilahlaştığını, kâinatın idaresine karıştıklarını, tasarrufta bulunduklarını söylüyorlar.

Fethullah Gülen; ‘Benim Küçük Dünyam’ adlı kitabında şöyle der; ‘Büyük ve mukaddes ruhlar ceset kafesinden kurtuldukları vakit adeta bir melek haline gelirler ve her zaman kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları desteklerler’. Pek Muhterem Hoca Efendimiz, gittim, gördüm, test ettim, onaylıyorum edasıyla konuşsa da, resmen sunuhat nev’inden konuşuyor.

“Allah’tan başkasına yalvarıp dua edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyamet gününe kadar onlara cevap veremez ve onların dualarından/çağırmalarından habersizdirler” [Ahkaf/5]

Kâinatın idaresini, gerek gayb, gerekse şehadet âleminde Allah’tan başkasına verenler katıksız müşriktir. İslam’ın Allah’ı; Kayyum’dur /her şeyin idaresini elinde tutandır. Hayy / Diridir. Kâinatın melekûtu O’nun elindedir. O, hiç kimseyi ulûhiyetine/ilahlığına ortak yapmamıştır.

Ruhaniyet denilen ve içine her bir ilah’a ait niteliklerin doldurulduğu bu ucubenin Kur’ân’da, sünnette yeri var mıdır? Ne gezer! Ruh Kur’ân’da; vahiy, Cebrail ve Kur’ân olarak geçmesine rağmen, Peygamberimizin ağzından bir defacık ‘Ruh’ diye bir kelime çıkmamış olmasına rağmen, çok erken bir dönemde, Kur’ân’daki ruh kelimesi ödünç alınmış, Kur’ân’daki bağlamından tamamıyla koparılarak içine yepyeni ruh üflenerek(!) bu ruh kelimesi tedavüle girmiştir. Peygamberimiz yemin ederken ‘ruhum elinde olan Allah’a şeklinde değil de, ‘Nefsim (kudret) elinde olan Allah’a yemin olsun ki’ diye yeminine başlar.

Nefs; bir insanın maddi ve manevi tamamına denir. Kur’ân’da insan nefs olarak tesmiye edilir ve bu nefsin tam olarak öldüğü ve öldükten sonra bir daha asla geriye dönmeyeceğini belirtilir. Ulemamız reenkarnasyon inancını küfür olarak nitelemesine rağmen, bizim tasavvuf dininde ölmek bile yoktur. Hayvanlar ölür, âşıklar ölür mü? derler. Hak’ta fenâ bulanlar, Hak’da beka bulmuşlardır. Hak’da yok olanlar, Hakk ile yaşamaya devam ederler! Bâkî olanlar ölmezler! Haliyle bunların ruhu ölmez, dünyaya gelir-gider. Kimisinin ruhu savaşmak için geri gelir. Kimisi akrabalarını ziyarete, kimisi öğrenci yurtlarını denetlemeye!

Bazı dindar kimseler bu ruhaniyet inancının insanların maneviyatını takviye ettiğini, bunları dinden atarsak dinin çok yalın, tatsız ve zevksiz kalacağını söylerler. Tam aksine din tüm sadeliğiyle ve ihtişamıyla ortaya çıkar. Sadece bazı din bezirgânları işsiz kalacak, alaca karanlık kuşağının sisli atmosferinde rehberlik yapan Kurtarıcı Yüce Kâmetler’e ihtiyaç kalmayacaktır. Kula kulluk dönemi bitecektir. Şirk tarihe gömülecektir. Bir de; bu ruhaniyet inancını terk eden kişiler ilkel birer animist’ten hakiki birer muvahhid’e evrileceklerdir. Son dinin şerefli bir Müslümanı olma şerefiyle şerefleneceklerdir. Belki istemiyorlardır. Ne de olsa memlekette din ve vicdan hürriyeti var!

Evliya ruhlarının/ruhaniyetlerinin kâinatın yönetimine katıldığına inanan, gerek manevi âlemde, gerekse maddi âlemde tasarrufta bulunduğuna inanan kaba animistlerle benim en ufak bir din kardeşliğim olamaz. Çünkü ben bir muvahhidim. Allah’a ortak koşmamakla emrolundum. Yine ben müşriklerden beriyim.

Ölmüşlerimizin ruhuna Fatiha okumak, onların “El aman, yok mu bize bir Fatiha gönderen?” diye yalvaran, kabir azabından muazzep ruhlarını bir nebze olsun şâd etmek için “Üç İhlas, bir Fatiha” okumak, Evliyanın aziz ve mübarek ruhlarından, her yerde hazır ve nazır olan ruhaniyetlerinden istimdat etmenin, onlardan müstefîd olmanın yanında sütten çıkmış ak kaşık kadar masum kalır.

Gerçi ölmüşlere değil, dirilere ihlas/tevhid/Allah’ı birleme lazımdır. “Senden başka hiç kimseden yardım istemeyiz. Bunu yapmayı sana en büyük saygısızlık biliriz” demesi gerekenler, dirilerdir. Amma dediğimiz gibi dinimizi bir ölüler dini haline getirme genlerimize işlemiştir.

İhlas suresinin anlamı nedir. Muhatabı ölüler midir? Yoksa gözleri hala açılmamış diriler mi? İhlas suresi tam bir tevhid manzumesidir.

“Tüm insanlara duyur ve deki; O Allah Bir’dir. Biricik’tir. O Allah samed’tir. Eşi, benzeri yoktur. Emsalsizdir. Niteliklerini, sıfatlarını kimseye dağıtmamıştır, paylaşmamıştır. Yaradan tektir. Onun dışındakiler yaratılmıştır ve asla ona benzemez. O’da hiçbir şeye benzemez”!

Allah Samed’tir. Bölünmez bir bütündür. İçine hiçbir şeyin girip, çıkmadığı sert, tek parça, som kaya gibidir. O’ndan dışarı ilahi bir cevher, ruh vs. çıkmaz. O’ndan evren sudur etmemiştir. Vahdet-i vücud yalandır. Herkesin ihtiyacını gideren, ama kimseye muhtaç olmayan Seyyid’tir, Âlemlerin Efendi’sidir. Hayy’dır. Kayyum’dur. Kâinatın dışında Arş’ına oturmuş, uzak bir Tanrı değildir. Mülk ve Melekût âlemini, Gayb ve Şehadet âlemini, bütün bir var oluş âlemini sevk ve idare eden, Razık, Müdebbir, Rahman ve Rahim olan, Dünya ve Ahiretin yegâne Mâliki’dir. Yardımcısı, vekili, halifesi, Sevgilisi, kızı, oğlu olmayan Âlemlerden müstağnî olan ezel ve ebed Sultanıdır.

O doğmamıştır; Doğanlar, ölenler nasıl ilah olabilir? Zamanı yaratan ve Zamandan münezzeh olan, O Allah’ın başlangıcı-sonu olur mu?

O doğurulmamıştır. Hâlık olan, mahlûka benzer mi? O yaratılmışların tâbi olduğu fizik- kimya kanunlarına bağlı olur mu? Kanunları var eden, kanunların mahkûmu olur mu? Doğurulan biri Tanrı olur mu? Doğurulan, aciz bir tanrı bu muazzam büyüklükteki Kâinatı yaratabilir mi? Öyleyse bu yaratılmış kâinatın Hâlıkı yaratılmamış, doğurulmamış olması icab eder.

O’nun dengi, hiç bir şey yoktur. O Ulûhiyetini kimseyle paylaşmamıştır.

Üç ihlâstan sonra Fatiha’ya bakalım;

Hamd/tüm övgüler, Bütün âlemlerin Rabbi olan, onları besleyen- büyüten, yaşatan-öldüren, ağlatan-güldüren Allah’a mahsustur.

Rahmandır. Rahmeti kendine farz kılmıştır. Rahim’dir. Tüm yarattıklarına sonsuz merhametiyle muamele eder.

Dünyanın olduğu gibi, Din gününün de tek Mâlikidir. Orada Kimsenin Şefaati geçmez. Adalet’li yargılamasına kimseyi karıştırmaz. İlahlarınızın ne burada, ne de orada sözü geçmez.

Yalnızca sana kulluk eder, sana itaat eder, sana ibadet ederiz.

Yalnızca senden yardım dileriz. Senden başka Mabud mu var ki, o yardım etmeye muktedir olsun! Ne Nebi’den, Ne Veli’den, ne de Melek-i Mukarreb’ten yardım isteriz.

Bizi dosdoğru yola ilet!

Kendilerine nimet verdiğin, Peygamberlerinin, Salih kullarının yoluna, Herşeyin dengede olduğu, hertürlü aşırılıktan uzak olan yola! Ümmet-i vasat’ın yoluna!

Senin kendilerine kızdığın, Yahudileşenlerin yoluna değil!

Senin sapıklar olarak nitelediğin Hristiyanlaşanların yoluna da değil!

Öyleyse; Üç İhlas, Bir Fatiha’ya kimlerin ihtiyacı var? Ölülerin mi? Dirilerin mi? Başkalarının ruhuna deyip, deyip gönderdiğin bu üç ihlas, bir fatiha’nın öncelikle senin ruhunu- pek tabii varsa- diriltmesi, Sana bir ruh üflemesi lazım değil mi? En iyisi bu Fatiha’yı sana okuyalım. Ruh’tan/Vahiyden yoksun ruhuna el-Fâtiha!

İş burada bitmez. Bir kere ölülerin ruhuna okuduk. Ruhlarını uyandırdık, ruhlarıyla irtibata geçeriz. Bu seferde ‘Aziz ve mutahhar ruhlarından feyz alalım, ruhaniyetlerinden müstefid olalım’ deriz. Demin okuduğumuz İhlas ve Fatiha’nın emrettiğinin tam zıddını yaparak, Allah’tan başkasından, evliya’nın, asfiya’nın ruhaniyetlerinden bir şeyler umarız, yardım isteriz. Şirk koşarız. O’nun biricik olduğunu önce ikrar eder, sonra da fiilen katlederiz. İhlas ve fatihamızı şirke batmak için bir atlama taşı yaparız. Böylece ne kadar ikiyüzlü bir hain olduğumuzu tescil ettiririz.

Sadettin Merdin