Zihinsel bir çölde yürümek

Atasoy Müftüoğlu

VAN 18.09.2013 11:40:12 0
Zihinsel bir çölde yürümek
Tarih: 01.01.0001 00:00

Günümüz insanının hayatı, metalarla, eşyalarla, sayılarla, fiyatlarla, markalar ve nesnelerle muhasara altına alınmıştır. Mekanik yeniden üretim çağında hemen herkes tüketim kültürünün acımasız saldırganlığına maruz kalıyor. Tüketiciler ciddi bir biçimde sömürülüyor. Asla ihtiyaç duymadığımız şeyleri almaya mecbur bırakılıyoruz. Tüketim kültürü, insanları, tüketim araçlarına sahip olmaları konusunda kışkırtıyor, yeni talepler ve istekler oluşturuyor. Bu nedenle bugün herkes daha çok şey istiyor, hiç kimse sahip olduklarıyla tatmin olmuyor. Tüketim kültürü, farklı toplumlarda, farklı kültürlerde, İslam toplumlarında da aynı etkiyi gerçekleştiriyor. Bu kültür kimsenin kendi gerçek ihtiyaçlarını kendisinin tespit etmesine izin vermiyor. Dikkat ve problem alanına kazandırmamız gereken konuları biz seçmiyoruz. İslam kültürünün üzerimizde belirleyici etkisi yok. Daha çok geleneksel/yerel kültürlerin karışımı olan bir kültür dünyasında yaşıyoruz. Dini hayat daha çok kişisel, ruhsal, manevi sorunlarla ilgilenen; toplumsal/siyasal sorunlarla ilgilenmeyen bir çerçeve içerisine hapsedilmiştir. Sürekli hareketlilik ve inşa ile ilerleyen, irade ve eylem üreten bir tarihin yerini; günümüzde hareketsiz ve iradesiz bir tarih almıştır. Bizler, Müslümanlar olarak iradesiz bir tarih içerisinde, sorunlarımızı, acılarımızı ve trajedilerimizi biriktiriyoruz. İslami doğrultuda kamuoyu üretemiyoruz. Yalnızca kâr ve çıkarlarını çoğaltan, bunun için olağanüstü çabalar harcayan neoliberal hayat tarzı, toplum tarzı ile uyum içerisinde yaşayabiliyoruz. İslam “antik” bir kurum muamelesi görüyor. Modernleşme, sekülerleşme, Batılılaşma süreçleriyle birlikte, ulus-devletler, İslami geçmişlerine son vererek, İslam öncesi dönemle ilgili bir kimlik oluşturmaya çalıştılar. Bütün ulus-devletlerde modernleşme tercihi bütünüyle yabancılaşmış elitlerin tercihidir. Ulus-devlet yaklaşımı, azınlık sayılan dilleri, kültürleri, ulusal kültürün sınırları dışına sürgün etmiştir.

İslam, bütün ulusal-etnik-yerel kimliklerin üzerinde tek bir kimlik kaynağı iken, ulus-devlet zihniyeti kitleleri bu kaynağa yabancılaştırdı. Sömürgeleştirilmiş elitler, tepeden inme ve acımasız bir kültürel dönüşümü toplumlarımıza dayattılar. Emperyal iktidarın tarihi modernite ile başladı. Modernite sömürgeci saldırganlığı, baskıyı, şiddeti meşrulaştırdı. Sömürgeci saldırganlıklar “ötekileştirilenler”in yenilgisiyle sonuçlandı. Sovyetler Birliğinin çöküşü, Batı Avrupa’da işçi hareketlerinin çöküşü, Latin Amerikalı devrimcilerin, Afrika sosyalistlerinin yenilgisi, İslamî unsurların kontrol altına alınışı, Çin’in kapitalizme yönelişi ile birlikte sağcı neoliberal modernlik yükselişe geçti. Bu dönem içerisinde Müslümanlar için kayda değer tek gelişme, İran’da İslam Devriminin başarısıyla yaşandı. Avrupa’nın, Amerika’yı fethetmesi demek büyük gümüş kaynaklarının, para kaynaklarının, köle çalıştırılan şeker-pamuk-tütün plantasyonlarının Avrupalıların eline geçmesi demekti. Avrupa’nın birdenbire zenginleşmesi, büyük teknolojik imkanlara sahip olmasıyla sonuçlandı. Avrupa bu dönemde, Asya’nın önüne geçmiş oldu. Çin 1430’lu yıllarda açık denizlerden çekilirken, Osmanlı İmparatorluğu 1572’de İnebahtı yenilgisiyle denizlerdeki etkisini kaybetti. Sanayileşme, yeni silahlar, silahlı buharlı gemiler, ağır toplar, gatlıng ve maxım makineli tüfeklerin icadıyla birlikte Avrupa sömürgeciliği başladı. Sömürgecilik bugün de, yeni isimler, yeni yöntemler, yeni araçlarla sürüyor. Yeni Haçlı Seferleri “kalıcı özgürlük” ve “insan hakları” bayrakları altında sürdürülüyor. Modern dünya bir yanda “kalıcı özgürlük” ve “insan hakları” klişelerini bir propaganda klişesi olarak kullanırken; diğer yanda postmodern toplama kamplarını, işkence kamplarını çoğaltıyor. Soykırımcı ırkçılığın modernlerin icadı olduğunu hatırlamak gerekiyor.

İslam toplumlarının/dünyasının günümüzdeki konumu ile ilgili olarak düşünsel sorgulamalar yapmadığımız için, kokuşmuş ve çürümüş statükolar devam ediyor. Dini hayat yalnızca ibadetlerle ilgili görevleri yerine getirmekten ibaret alışkanlıklara dönüşüyor. Alışkanlıklara dayalı dini hayat, sorumsuzluğa ve eylemsizliğe yol açan yanlış bir kader telakkisi ile malûl bulunuyor. Bu telakki sebebiyle kendi tarihsel zamanlarımıza ilişkin sorumluluklar almıyoruz. Kişisel ve gizemli bilgiler ne yazık ki, dini hayat üzerinde etkili olabiliyor. Toplumlarımızın bugün karşı karşıya bulundukları ağır koşullarla ilgili olarak, sömürgeleştirme süreçlerini mi konuşmalı/tartışmalıyız, yoksa daha çok Müslümanların sömürgeleştirilmeye elverişli bir konumda bulunuyor olmalarını mı konuşmalıyız, buna bir karar vermeliyiz. Dış dayatmalar üzerinde mi yoğunlaşmalıyız, yoksa, içerde yaşadığımız çöküşler, zayıflıklar üzerinde mi yoğunlaşmalıyız? Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü askeri yenilgiler doğrultusunda açıklamak mı daha ikna edicidir, yoksa, imparatorluğun zamanın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir yenilenmeyi gerçekleştirememiş olması mı çöküş nedenidir? Bu tür sorular çoğaltılabilir. Bütün medeniyetler maddi ve manevi gerçekliği bir bütünlük içerisinde temsil ettikleri takdirde varoluşlarını sürdürebilir. Dünyayı tanımak, anlamak, incelemek takip etmek, dönüştürmek üzere bir bilinç oluşturamayan toplumların, manevi derinlik yollarına yönelmek suretiyle ayakta kalmaları beklenemez.

Tarihin yeniden inşa edilebilmesi için sözün gücüne mi, teknolojinin gücüne mi ihtiyacımız olduğunu bilemiyoruz. Batı hayat tarzının ve dünya görüşünün büyük ölçüde propaganda aracılığıyla evrenselleştirilebildiği bir dönemde kuşkusuz sözün gücüne ağırlık vermek gerekiyor. Karşı karşıya bulunduğumuz ağır durgunluk ve tıkanma durumu niçin ve nasıl ortaya çıktı sorusuna gerçek yanıtlar bulabilmeliyiz. Sömürgeci Avrupalılar 1500’lerde, dünya kara yüzeyinin yüzde onunu, nüfusun yüzde on altısını oluşturuyordu. Batılı sömürgeci imparatorluklar 1913’lerde dünya kara yüzeyinin ve nüfusunun yüzde yetmiş dokuzunu ele geçirmiş durumdaydılar. Bugün dünya büyük ölçüde Batı ekonomik modelini, eğitim/öğretim hayatında, üniversitelerde Batı eğitim modelini uyguluyor.

Tarih boyunca kendi kimliklerini, kişiliklerini, kültürlerini oluşturma iradesine sahip olmayan toplumlar, egemen bir iradeye teslim oldular. İslam’ın dünyayı ve tarihi değiştirme mücadelesine kayıtsız kalarak, İslam’ı manevi/ahlaki bir mesaj olarak algılayan Müslümanlar, İslami iradeyi kendi elleriyle dışlamış oldular. İslami ibadetlerimizin, Cuma namazının, Haccın siyasal imkanlarını harekete geçirme yaklaşımı maalesef gündemimizden çıkarılmıştır.

İslam toplumlarında, İslam’ın günümüzde nasıl konumlandırılacağı, sınırlarının nasıl belirleneceği, işlevlerinin hangi alanlarla sınırlı kalacağı gibi tartışmalar bütünüyle modern-seküler-liberal dünya görüşünün baskısı/etkisi altında sürdürülüyor. Bütün tartışmalar İslamî çerçevenin modern-seküler-liberal çerçeveyle uyumlu hale getirilmesine yönelik olarak gerçekleştiriliyor. İslami referanslarla, Batılı referanslar çatıştığında, çatışma Batılı referanslar lehinde sonuca bağlanıyor. Batılı referanslara dayalı bir din yaklaşımı, bütün İslami ibadetlerin, toplumsal ve siyasal içeriklerinden bağımsız hale getirilerek bireyselleştirilmesi sonucu doğuruyor. İçsel tefekkür üzerinde yoğunlaşan, tasavvufi akımların, toplumsal/siyasal sorunlar karşısında takındığı dış dünyadan kopuk kayıtsız tavır, hiç bir konuda inisiyatif ve sorumluluk almayan pasifist bir yaklaşım oluşturuyor. Batılılaşma hareketleriyle birlikte toplumlarımızın kimlik duyguları büyük bir değişime uğradı. Toplumlarımızda resmi tarihin dışında kalan tarih yok sayıldı, hukuki meşruiyetin yerini; propaganda ve dezenformasyon aldı. Seküler milliyetçilikler, Türkiye’de yaşandığı üzere ülkelerin İslamiyet öncesi tarihini öne çıkardılar. Günümüzde de, İslamî bünye daha çok içeriden zayıflatılıyor. Yeni bir emperyal strateji Müslümanları birleştirici kaynaklardan uzaklaştırarak, mezhepçi bölünmeleri çoğaltmaya çalışıyor. Sözünü ettiğimiz yeni strateji Ortadoğu için yeni bir değişim üzerinde çalışıyor. Bu değişim, Türkiye’yi de içerisine alabilecek yeni bir Sünni kuşak ile; Tahran’dan başlayan bir Şii kuşak olarak şekillendirilecek. Bu yeni strateji doğrultusunda, Suriye’nin Sünni kuşağa geçmesi sağlanacak. Bugün Suriye’de yaşanan çatışma/gerilim/istikrarsızlık bütünüyle bu strateji ile ilgilidir. Hiç bir siyasal gücü ve işlevi olmayan İslam Konferansı gibi, Arap Birliği gibi örgütlenmeler Ortadoğu’da yaşanmakta bulunan gerilim/çatışma/istikrarsızlık süreçlerine müdahale edemiyor. Müslümanlar olarak temel sorunlarımızı, yapısal sorunlarımızı dikkate alan, gündeme alan bir bilince ihtiyacımız var. İslam dünyasının, toplumlarının gündemini mezhep farklılıkları/rekabetleri ve çatışmaları işgal ediyorsa ki ediyor; İslam toplumları için, İslami bir gelecek, İslami bir umut düşünülemez. Geçmişle ilgilenirken, zamanın kendisiyle de ilgilenmeliyiz. Hayır demesini bilmeyenlerin hiç bir mücadeleye, direnişe, eyleme katkıları beklenemez. Dini hayat, ataerkil gelenekler, muhafazakar ahlak yaklaşımı ve popülist bir söyleme indirgenemez. Günümüzde yerel geleneklerle, milli-manevi değerlerle, muhafazakâr dindarlık biçimleriyle kontrol altına alınan İslami eğilimler karşısında sessiz kalamayız. Kalabalıkların eğilimlerine/beğenilerine teslim olamayız. Zihinsel alışkanlıklara kapanamayız. Pragmatik, ilkesiz, kaba, zalim gerçekliklerin yansıması olan siyaset dünyası karşısında, ahlaki bir duruşu temsil etmeliyiz. Müslüman olmak demek, bütün iktidar ve egemenlik biçimleri karşısında hakikatin ifadesi olmak demektir. İlahi hakikatten bağımsız bir insani gerçeklik düşünülemez. Bireysel anlamda sorumluluk sahibi olmayanların, toplumsal anlamda sorumluluk sahibi olmaları beklenemez.

İslam’a katılmak, sorumluluk almakla başlar.

İslami varoluşumuzu anlamlı/etkili/özgür kılabilmek için, kültürel muhalefete, kültürel direnişe ve kültürel öfkeye hayatiyet kazandırabilmeliyiz.

Umut direnmekle başlar, üreterek ve eylemde bulanarak devam eder.

Zaman aşımına uğramış, üretkenliğini kaybetmiş yaklaşımlarla, özeleştiriye kapalı bir mantıkla, içerisinde bulunduğumuz belirsizlik ve zihinsel güvensizlik durumundan kurtulamayız. Müslüman özne olabilmek için, inançlarımıza, bilincimize özgü sorumluluklar alabilmeli, zihinsel bağımlılıklarımızın farkına varabilmeliyiz.

Günümüzde her türlü bilgi ticarileşiyor, popülerleşiyor. İçerik ve niteliğin yerini propaganda ve pazarlama etkinlikleri alıyor. Hangi konuda olursa olsun, gündeme girmek, ya da gündemde kalmak için ya sansasyona, ya da hamasete başvuruluyor. Dini hayatta da maalesef aynı şekilde, bilinçten yoksun popüler yaklaşımlar ve bayağı propaganda öne çıkıyor. İslami kesimlerde kuşatıcı yaklaşımları merkeze almak yerine, parçacı/hizipçi/mezhepçi yaklaşımlar üzerinde yoğunlaşılıyor. Olayları kendi gözlerimizle görmek, analiz etmek yerine, başkalarının gözüyle görmeye çalışıyoruz. Eleştirel bir duruşa sahip olmadığımız için, etnik merkezci yorumlar, mezhep merkezci yorumlar kurumsallaşıyor.

Modern zamanlarda dünya liderliğinin Batı’ya geçişiyle birlikte, bütün kriterlerimiz, ölçü ve değerlerimiz, maalesef marjinalleştirilmiş, yerel ve özel alanlara hapsedilmiştir. Bu cümleden olmak üzere, İslami duyarlık ve yaklaşım yerel kavramlar/kategorilerle sınırlandırılmıştır.

İslami bütüne, bütünlük bilincine yabancılaştığımız günden bu yana çok ölçüsüz yenilgiler aldık, ölçüsüz felaketlerle karşılaştık, ölçüsüz ihanetler gördük, ölçüsüz baskılar yaşadık, ölçüsüz hunharlıklara uğradık.

İslam toplumları olarak bugün halâ zihinsel bağlamda ciddi bir karantina altında tutuluyoruz. Zihinsel bir çölde yürümeye devam ediyoruz.

Sömürgeciliğin kötülükleri karşısında çok derin bir ahlaki öfkeyi her alanda yükseltmemiz gerekirken, Neo-nurculuk örneğinde yaşadığımız üzere “hoşgörü”den söz edebiliyoruz. Bu tür bir “hoşgörü” anlayışı nedeniyle aziz İslam’a “hizmet” yerine, müstekbirlere/muktedirlere hizmet edilebiliyor.

İçerisinde yaşadığımız tarihin son 500 yılına kadar, İslam, dünyada merkezi bir konumdaydı. On beşinci yüzyıl sonlarına kadar Çin teknolojisi, Hint matematiği, astronomisi Batı’dan çok ilerde bulunuyordu. Önce ekonomik zenginlik ve üstünlüğe sahip olan Avrupa, daha sonra sömürgecilik yoluyla dünyaya hakim oldu. 1869’lu yıllarda Tunus Valisi, 1875’li yıllarda Osmanlı Sultanı, 1876’lı yıllarda da Mısır Hidiv’i iflaslarını ilan ettiler. Avrupa Aydınlanmasından bu yana, seküler dünya görüşü, seküler kurumlar ve hayat tarzı, dini dünya görüşü karşısında sınırsız bir özgürlüğe sahip oldu. İslam’ın ve Müslümanların merkezi konumlarını kaybettikleri günden bu yana, dünya tarihi yalnızca Batı’da cereyan eden olaylarla tanımlanıyor. Tarih, Batı merkezci bir anlayış temelinde dönemselleştiriliyor. Tarih Avrupamerkezci bir bağlam içerisinde kurgulanıyor, tarihsel kavramlar da bu doğrultuda oluşturuluyor. Sözünü ettiğimiz ırkçı tarih yorumu insanlık için değerli olan ne varsa bütün bunları Avrupalıların icat ettiğini iddia edebiliyor. Zihinleri kontrol altına alınan, karantina altında tutulan, zihinsel bir barbarlığa maruz kalan Müslümanlar bugün, emperyal amaçlı kurgu ve bilgilendirme kampanyalarının baskısı altında tercihler yapıyor. Küreselleşme yoluyla, bilgi ve iletişim devrimi yoluyla, kültürel-ekonomik alışveriş yoluyla, İslam toplumlarıyla, Batı toplumları arasında yaşanan karşılaşmalar ve kaynaşma, özellikle genç kuşaklar üzerinde yabancılaştırıcı etkiler uyandırıyor. Neoliberal, seküler kültür ve hayat tarzı lehinde tercihler yapan genç kuşaklar, bireysel dindarlık alanlarına çekiliyor. İslami mücadele dilinden ve bilincinden uzaklaşıyor. İslami bütünlük bilincini temsil etme liyakati gösteremiyor. İnternet kültürü ile bütünleşen genç kuşaklar, bu kültür aracılığıyla küresel-neoliberal kültüre dahil oluyor. Batılı değerleri ve beklentileri paylaşıyor. Arap toplumlarında yaşanan ayaklanmalar sırasında da görülebileceği üzere, genç kuşaklar yeni bağımsızlık bilinci ve kültürü oluşturmuyor. Küresel etkilerle bütünleşen genç kuşaklar büyük kimlik/kişilik kayıpları/sorunları yaşıyor.

Aziz İslam’ın, ezeli ve ebedi gerçekliği yeniden biçimlendirerek, yeniden düzenleyerek, devrimci bir dönüşümle hayata/tarihe/siyasete müdahale etmesi, kendisini belli bir zaman ve mekânla sınırlandırmadan bütün insanlığa/dünyaya hitap etmesi, ırk ve sınıf farklılıklarını ortadan kaldırarak, mutlak eşitliği insanlar arasında ilke haline getirdiği, insani hayatın bütün boyutlarını ruhi/manevi/ahlaki/politik/ekonomik boyutları içererek yeni bir tarihi başlattığı ilk dönemlerde; örneğin; 891 yılında Bağdat’ta 100’den fazla büyük kütüphane bulunuyor. Sözünü ettiğimiz dönemde zenginlerin zenginliklerini, edebiyat/sanat ve düşünce hayatına duydukları derin ilgi ve destek yoluyla yansıttıklarını biliyoruz. Harun er-Reşid’in kendileriyle düşünce alışverişi yaptığı, istişare yaptığı, şairler/edebiyat-sanat adamları/hukukçular/hekimler/dil bilimciler/estetikçiler/mimarlar/müzik adamlarından oluşan bir meclis’le çalıştığını da biliyoruz.

İslami bütünlük bilincini kaybettiğimizde, İslami yolumuzu da kaybettik.

Kaybettiğimiz bütünlük bilincini yeniden inşa edebilmek için zihni ve ahlaki bir devrimi yeniden gerçekleştirebilmeliyiz.

Zihinsel yetilerimizi çoğaltarak, zihinsel bir bağımsızlık sahibi olmadığımız takdirde kendimizi gerçekleştiremeyiz.

İktibas Dergisi Temmuz 2012 sayısı