ZEYTİNDAĞI

FALİH RIFKI ATAY

VAN 7.05.2015 09:57:57 0
ZEYTİNDAĞI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Vatan kaybı İstanbul’da çabuk unutulur. Balkan Harbinden şehirde canlı bir hâtıra kalmıştı: Edirne! Onu geri almak ve Bulgaristan’ın yenildiğini görmekle, kalp acılarını dindirmiştik. O vakit Bizans havasına biraz ruh verenler, Rumelili yüreği yanıklardı. İşte bu sırada Büyük Harb çıktı. Tepebaşı bahçesinde her gün görmeğe alıştığımız Fransız ve İngilizler, birkaç gün içinde ortadan kayboldular. Bizim iki taraftan birine katılmaklığımız mukadder olduğu hissini veren ne idi? O sırada İstanbul’u düşündüren üç şey vardı: Rus düşmanlığı, Alman gücü ve İngiliz yenilmezliği!
Kitabı özetleyip gönderen Celal SANCAR kardeşimize teşekkürler
FALİH RIFKI ATAY
1915 – 1918
ÖNSÖZ
Zeytindağı’nı kumandanıma karşı saygısızlık eseri diye gösterenler olmuştur. Onlar, bir kumandanın yanında dört yıl çalışan bir subay tarafından, böyle bir hareketi kim bilir, nasıl muhakeme etmişlerdir?
Zeytindağı için sonradan bir tenkid yazan Hüseyin Cahit, diyor ki: “Bu eseri Cemal Paşa aleyhinde telâkki edenler Falih Rıfkı’yı seciyesizlikle itham ediyorlardı. O vakit bundan hayret ve teessür duymuştum. Şimdi bir kere daha görüyorum ki, okuduğunu anlamak ne zormuş ve bu zorluğu bilebilen insanlar ne kadar azmış. Falih Rıfkı, Cemal Paşayı sunî, cansız uydurma bir kalıp gibi medih ve tasvir etmiyor. Onu zaafları ve meziyetleri ile gerçekten bir insan gibi karşımızda canlandırıyor. Herhalde bu canlanış, eski Dördüncü Ordu Kumandanı için çok şereflidir.”
Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkânı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlâkına esirdirler. Yerme yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüze göre, bu ikisini yapmakta, onların ahlâkına göre, haklısınız.
Tarihte gerçeğin ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.
Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşanın hakkını Cemal Paşaya verdim. Eserimde Cemal Paşa’nın, sırası geldikçe, büyüyüp parladığı görülür. Zaten doğrusunu isterseniz, Meşrutiyet şahsiyetlerinde eser yazılmak değeri görenlerden değilim: Fakat, Meşrutiyetin kendisini anlatmak lâzımdır. Zeytindağı’nı bu maksatla yazdım: Cemal Paşa’dan çok bahsedişim, başka türlü yazmaya imkân olmamaktandır.
***
Cemal Paşa’nın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul’dan çıkmıştım. Karargâh Kudüs’te, Zeytindağı’nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim. Arabacıya: “Cemal Paşanın karargâhına!” emrini verdim. Arabacı gözünü açtı: “Ne, Cemal Bâşâ?” Zeytindağı’nı göstererek anlattım. Adamcağız: “Tafaddal!” derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve arasıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan şivesterler geçiyor. Yaverin yanına çıktım. Odasında sarıklı sarıksız, kırkından yetmişe kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı.
İçeri girdi: “Buyurunuz!” dedi.
Büyük bir oda: Solda Şeria nehri ve Lût gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle: “Yaver beye söyleyiniz; Nablus eşrafını çağırsın” dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, herbiri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmeyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu. Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile…
Zaman geçtikçe Nablus’luların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşanın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu. Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı: “Devlet-i metbuanıza karşı irtikâp etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?”
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından: “Estağfirullah… Estaizübillâh” gibi birtakım kelimeler duyuldu. Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek: “Susunuz” diye bağırdı ve devam etti: “Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz?” Nablus’luların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
“İdamdır, idam” dedi; “fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu’ya nefyetmekle iktifa ediyorum.”
Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek kararına karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu. Üstüste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar.
Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü: “Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor!”
BAZI HATIRALAR
Bütün bir devlet iktidarını teslim alıp da, hükümeti eski devir adamlarına bırakan başka bir devrin partisi tarihte görülmüş müdür, bilmiyorum. İttihat ve Terakki, Büyük Harbin ortalarına kadar, bir türlü sadrazamlığı layık görmemişti. İttihat ve Terakki’de görüşmüş olduğum siviller, Cemal Bey’in yanında sekiz kat sarıklı hocalardı.
DİKTATÖR
Harbe nasıl, niçin ve ne hesapla girmiştik? Bunu bir adam biliyor: Enver!
1914’de İstanbul havası, Enver’le kaplı, onunla aydınlık, onunla kapanıktı. Mukaddes Cihad, askerlik zorunu, bir de taassup baskısı ile artıyordu. Bıyığını kesen bir zabitin merkez kumandanlığında dövüldüğünü işitiyorduk. Hususi kaleminde çalıştığım ve bana o kadar kudreti gelen Talât Bey’in bile onun gölgesinde kaldığını seziyordum. Esasen ona fikirci bir adam olarak bir değer vermemiştim. Bana göre bizim gençliğin aradığı hürriyetleri, kadın, tefekkür ve hayat hürriyetini ancak Cemal Paşa’dan ve eğer varsa, onun kafasında olanlardan beklemek gerekti; Enver’le müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti.
Zafer bile neye yarıyacaktı?
Bir cinayet olan bu soru Anadolu ve Suriye’de Almanların nasıl bir maksatla çalıştıklarını gördükçe, sık sık zihnimden geçer oldu.
Hayır Türkiye’yi kurtarmak için, Alman zaferi yetmezdi. Enver’den ve Almanlardan kurtulmak da lâzımdı. Bunu kim yapacaktı?
20’den 24 yaşına kadar, bütün harpte hep bunu düşünüyordum. İttihat ve Terakki umumî merkezi Birinci Dünya Savaşının son yılında artık zaferden tamamıyla umut kesmişti.
Necip Bey, Enver’in yalısına gideceği günün sabahı, evdekilere: “Bugün çok ehemmiyetli bir vazife yapmağa gidiyorum, inşaallah muvaffak olurum” dedi. Enver kendisini öğle yemeğine alıkoydu. Sofrada Necip bey bahsi açtı, dili döndüğü kadar konuştu. Enver sonuna kadar dinledikten sonra: “Vah Necip Bey vah, dedi, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!”
Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu: “Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili. Yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.”
SAVAŞ
Osmanlılıktan ümidimiz kesilmiştir. Başlayan Türkçülüğü dilce zevksiz, milliyet anlayışı ile Asyalı buluyorum. Bu, bir kararsızlık ve araştırma hali!
Vatan kaybı İstanbul’da çabuk unutulur. Balkan Harbinden şehirde canlı bir hâtıra kalmıştı: Edirne! Onu geri almak ve Bulgaristan’ın yenildiğini görmekle, kalp acılarını dindirmiştik. O vakit Bizans havasına biraz ruh verenler, Rumelili yüreği yanıklardı. İşte bu sırada Büyük Harb çıktı. Tepebaşı bahçesinde her gün görmeğe alıştığımız Fransız ve İngilizler, birkaç gün içinde ortadan kayboldular. Bizim iki taraftan birine katılmaklığımız mukadder olduğu hissini veren ne idi? O sırada İstanbul’u düşündüren üç şey vardı: Rus düşmanlığı, Alman gücü ve İngiliz yenilmezliği!
Eğer İngiltere olmasa, Almanya’nın Rusya ve Fransa’yı birkaç hamlede dağıtacağından kimsenin şüphe yoktu. Harbi bir çıkmazlığa mahkûm eden İngiltere, bizi onların cephesine yaklaştırmayan da Rusya idi. Almanlarla birlikte harbe girdik. Askerlik davetleri elimizde…
MISIR SITMASI
Birisi bana Merkezi Umumî’nin sivil çeteler yaptığını, bu çeteye bildiklerimizin kumanda ettiğini, gidip Dr.Nazım’ı görmemi söyledi. Sivil askerliği tercih ediyordum. Hafta arası talimden sonra Merkez-i Umumiye gittim. Dr. Nazım bekleme odasına geldi; isteğimi kendisine anlyattım. Yüzüme baktı, güldü: “Biz çetelere hapishaneden adam alıyoruz” dedi; “senin gibi genç arkadaşların yeri orası değildir.”
Bu katiller ordusundan bir şey anlamadım. İttihat ve Terakki’yi sorumsuz adamlar soysuzlaştırmalardır. Halbu ki, devlet kuvvetlerinin yerini, hangi şahsi kuvvet tutabilirdi? En azılı katili, eli titrek bir hâkim mahkum eder ve bir Çingene asar. Devlet, kanun ve otorite hüküm sürdüğü zaman, Çakırcalı ipe takılmış bir cesetten başka bir şey değildir. İttihat ve Terakki’nin, Çakırcalı’nın peşine sürdüğü devlet kuvvetini bile, çeteleştirmiş olduğunu hatırlarsınız. İttihat ve Terakki şeflerinden birkaçına beni fikirleri yaklaştırır, adamları uzaklaştırırdı.
BİZİM İMPARATORLUK
Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıl denizin bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi; sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
Kamame kilisesinin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur.
Birinci Millet Meclisinde Şer’iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi “ve” demek yerine, Araplar gibi “vua” dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz’da: “Türk müsünüz?” Sorusunun birçok defalar cevabı: “Estağfurullah!” idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların; en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların; hep başka milletlerin idi.
Mısır’ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs’te, Şam’da, Lübnan’da, Beyrut’ta ve Halep’te oturduğu zaman; bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.
Zeytindağı’nın üstündeki Alman yurdunda biz, devenin üstüne merdivenle tırmanmaya uğraşan Avusturyalı subay, otomobilden ürken hecin; hecinden ürken Macar atı, kanalı geçmek için Taberiye gölünde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve bir boğuk Arap sesi: “Felyahya!”
İmparatorlukların sanatı, sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş; artık sütü, kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
ÜÇ AYAK
Osmanlı tarihinin Suriye’den bahseden son siyasî faslı, şüphesiz Âliye Divan-ı Harbi olacaktır. Bu Divan-ı Harbin kararı ile Şam ve Beyrut’ta kırk kadar Arap milliyetçisi öldürülmüştür. Asılanlar arasında Abdülhamit Zöhravi gibi âyandan, Şefik-el-Müeyyet gibi milletvekili, Abdülgani Ariysi gibi birinci sınıf gazeteci ve Refik Rızık Sellûm gibi şair olanlar da vardır. Birçoğu menfaat ve politika adamı, bir kısmı idealist idi. Âliye’de kanun ve adaletin zorlanmış olup olmadığını meydana çıkarmak hukukçulara düşer. O zaman Suriye’de esaslı bir tethiş politikasına neden lüzum olduğunu, Tiflis sokaklarından öldürülen Cemal Paşa bir sır olarak kara toprağa götürmüştür. Hazin tâlih: Eşraflarını öldürmüş olduğu Suriye’de Cemal Paşa’yı seven ve arayan çoktur. Cemal Paşa, Bolşevikler hesabına on binlercesine kendi eli ile hayat vermiş olduğu Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
Büyük Harpte çıkan kanunlardan biri ise, kumandanlara, eğer vatan müdafaası için zarurî görülürse, idam hükümlerini doğrudan doğruya yerine getirmek yetkisini vermiştir. Bu yetki, olsa olsa ateş hattında hemen şiddetli tesir yapılmaya lüzum gösteren vakalar için düşünülüp verilmiş olabilir. Fakat hüküm mutlak olduğundan, Cemal Paşa, Âliye Diva-ı Harb kararları için kanundan istifade etti. Çünkü dâva dosyaları İstanbul’a giderse, işin altüst olacağından korkuyordu.
Ve bir sabah açık telgrafla, yedi kişinin Şam’da ve gerisinin Beyrut’ta idam edilmiş olduklarını İstanbul’a bildirerek meseleyi kökünden halletti.
Tutulanlardan hiçbiri öleceklerine inanmadılar. Abdülhamit Zöhravi’nin Şam’da Cemal Paşa’nın karşısına nasıl çıktığını biliyorum. Ayan âzası olduğu için, bekleme salonunda birkaç dakika kalmak bile kibrine dokunmuştu. Dik başlı, vakarlı bir adamdı. Kumandanın gösterdiği iskemleye kadar gururu devam etti. Fakat Cemal Paşa, harpten önceki hesapları araştırdığını hissettiren bir vesikayı okuduğu zaman, sarardı, bir su istedi ve ilk yudum boğazına takılarak bunalır gibi oldu. Ancak: “Beni affediniz” diyebildi. Kudüs karargâhına gelen Şefik-el-Müeyyed de öyle idi. Bir şeyden hicranlanmıştım: “Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir?”
Bir defa, Mahmut Şevket Paşa vak’ası sürgünlerinden birinin, kendini affettirmek için eski İstanbul muhafızına yolladığı telgrafı Cemal Paşa’ya verdiğim zaman, sakalı arasında bir tebessüm dalgası dolaşarak şunu dediğini hatırlarım: “Her tarafta benim sürmüş olduklarım var.”
Beyrut’ta asılmış olanlar, daha fazla, genç milliyetçilerdi. Bunlar zindandan ipe kadar, Arap marşı okuyarak, cesur ve dikbaşlı gitmişlerdir. Şam’da ölenlerin hikâyelerini rahmetli Nurettin’den dinlemiştim. Şu iki hikâye kalbimi yırtınıştır. Şefik-el-Müeyyed’in sakalı beyaz ve uzundu. Asıldığı zaman görünüşü acıklı olacağını düşünen bir Şamlı jandarma zabiti, elleri arkasına bağlı, beyaz gömleğiyle hükümet konağı merdivenlerini inen mahkûmu birdenbire tutmuş, cebinden çıkardığı makasla sakalını kırpmıştı. Bu cinaî (cinayetle ilgili) tuvaletin hatırası, Arap dâvasının eğer varsa, bütün haklı ve iyi taraflarını bana unutturmuştur.
Sinirli olan Cezayirli Ömer, idam iskemlesine çıkarken, bağırıp çağırıyordu. Aşağıdan biri: “Sus, mes’ul olursun” dedi. Ömer korkudan susmuş olduğu halde asılmıştır.
Bir Hıristiyan olan Refik Rızık Sellûm hakikî bir idealistti. Ölümü güleryüzle karşılamıştır. Kinsiz ve kedersiz ölüme gitmek güçtür. Yusuf Hani, boğazına ip takıldığı zaman bile, ölmekte olduğuna güç inananlardan biri, hiç şüphesiz. Şık, zengin, keyifi yerinde, yazı Avrupa’da ve kışı Beyrut’ta geçiren Suriyelilerin biri idi. Yusuf Hani, milliyetçi olduğu için Türk düşmanı değildi. Türk düşmanı olmak moda olduğu için ve zarar da vermediği için, öyle idi. Ve takındığı bu sıfatı boynundaki kravattan fazla önemsediği de yoktu.
Bir Fransız vesikası der ki: “Lübnanlı Hıristiyanlar Fransız dostudurlar. Hıristiyanları sevmedikleri için Lübnanlı Müslümanlar da İngiliz taraflısıdırlar. Beyrut Araplarının çoğu Fransa’yı sever. Fakat Ortodokslar Ruslara bağlanmışlardır. Niçin? Hiç… Osmanlı bayrağından daha şerefli ve nüfuzlu herhangi bir bayrağa bağlanmış olmak için…”
Beyrut’ta Cemal Paşa, evinin merdivenlerinden inerken, güzel ve siyahlar giymiş bir kadın, yanında çocuğu ile kendini karşılamıştı. Çocuk, elindeki çiçek demetini kumandanın ayağı altına atarak: “Babamı bağışlayınız” diyordu. Kumandanın o gün gözlerinin yaşardığını ve titreyen çenesini güç tuttuğunu görmüştüm. Çünkü bu siyahlı kadın, evine dönerken, meydanın bir köşesinde, sevdiği kocasının soğumuş beyaz cesedini görecekti.
BİR SUVARE
O sabah Şam’ın sıcak güneşi, boğulmuş beyaz cesetler üstüne çöktü. Otele geldiğimiz zaman, kumandanı, ölüler gibi sarı ve soluk, bel kayışı takılmış, hançeri belinde tören esvabı ile, salonu adımlarken bulduk. Ölüm sabahları, herkes birbiriyle ürkerek ve ürpererek konuşur. Fakat ertesi güne kadar her şey unutulup gitti.
Müse’nin mersiyesini hatırlar mısınız?
“Paris’te her şey unutulmak için eğer on beş gün yeterse; Şarkta bu, on beş saat bile değildir. Şarkta ölmemeye bakmalı.”
Şam, bilâkis Cemal Paşa ve karargâh şerefine büyük bir suvare vermek için hazırlanmakta idi. Büyük Sinema’da şairler, kasideciler, hatipler; hepsi, Arabistan’ı kötü çocuklarından kurtaran büyük adama, memleketin minnettarlığını anlatacaklardı.
Nutuklar, şiirler, kasideler ve hepsi onun için, hepsi övme yarışı… Biri önce Allah, sonra Peygamber, sonra Padişah, sonra Siz, diyor, bir başkası önce Allah, sonra Peygamber, sonra Siz, diyor; nihayet biri, önce Allah, sonra siz, dedi.
Arapça tükendi, yalan tükenmedi. Bir kısmı aynı sözleri beste ile tekrarladılar.
Çıktığımız zaman, Şeyh Esat dedi ki:
“— İhtimal siz bu sözleri ifrat ve mübalâğa sanırsınız. Fakat bizde âdet böyledir. Size bir fıkra nakledeyim: Bir zaman Şam’a yeni bir vali geliyordu. Eşraf, memurlar, halk, istasyona biriktiler. Daha tren durmadan, şairlerimizden biri ileri atıldı ve başladı: “Ya veziriâzam!..”
Yanında bulunan bir başkası kolunu dürttü: “Yahu, dedi, biraz bekle, fermanını okusunlar. Vezir midir, Paşa mıdır, Bey midir, rütbesinin ne olduğunu öğren!”
Fakat Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriye’de derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman; burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa, affedip etmemeyi düşünüyor, demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır. Daha başlangıçta Cemal Paşa’nın kusurlarından birinin, gösteriş olduğunu söylemiştim. Bu yüzden rahmetli, birtakım isnadlara bile uğramıştır.
Şam’da Salihiye mahallesinde otururduk. Cuma günleri öğleye doğru, karargâha orta yaşlı veya ihtiyar Suriye hocaları gelirdi. Cemal Paşa, bu sarıklı halkasının ortasına kurulmuştur. Hepsi gibi onun elinde de doksan dokuzluk teşbih var. Halifenin vekili, Suriye işlerinin ayet ve hadislere uygun görülmekte olduğuna herkesi inandıracaktı.
İdamlar gününden bir hafta sonra, o da Tiflis’te ölmüş olan Yaver Nusret’in odasında iki genç kadın görmüştüm. Üstlerinde hemen göze çarpan bir kırıtganlık ve uysallık vardı. Kapıyı kapayarak odama gittim. Kimbilir kimlerdi?
Akşamüstü Nusret’le biraz şakalaştım. Bana gülerek dedi ki:
“Kimler olduğunu tahmin edebildin mi?”
“Hayır!”
İdam olunan… in kızları… Analarıyla Bursa’ya sürülüyorlarmış, “İstanbul’a gidemez miyiz” diye canlarını bile verecekler: “Bursa gibi kapalı yerlerde nasıl yaşarız?” diye sızlandılar. Zavallı yas!
ŞEYH ESAD
Büyük Harbde Dördüncü Ordu karargâhına uğramış olanlar, yukarıda ismi geçen Şeyh Esad Efendi’yi şüphesiz unutmamışlardır. Sultan Hamit tarafından niçin Adana’ya sürülmüş olduğunu kendisinden dinlemiştik: “Yavaş yavaş mahremlerden oluyordum. Bir aralık iyi fal bildiğimi haremde duyurdum. Saray’da merak arttı ve lütuf beklerken nefyolundum.” Sultan Hamit demiş ki: “Bir Ebülhüdamız var, yeter… Osmanlı devletine iki Arap çok gelir.”
Sultan Hamit tarafından sürülmüş olduğu için İttihat ve Terakki tarafından ilk Meclise mebus olarak alınmıştı. Meclisteki yeri, Türkçe bilmeyen bir Bağdat Mebusunun yanında imiş. Bağdat Mebusu her oturumda uyur, görüşme bittiği zaman başını kaldırıp: “Ya Şeyh, bugün ne oldu?” diye Esad Efendi’den oturumun hikâyesini dinlermiş. Şeyh Esad Efendi, Bağdat Mebusundan bıkmış, usanmış. Bir gün gene oturum bitip aynı suali işitince:
“A… demiş, haberin yok mu? Bugün her mebusa kendi vilâyeti için vapur verdiler.”
“Ya Bağdat?”
“Sen uyuyordun, başka bir isteyen de olmadığı için vermediler.”
Bağdat mebusu çılgın gibi ayaklanmış, saçını sakalını yolarak; “Erbaa li Dicele tu vel Fırat” diye bağırmaya başlamış. Ahmet Rıza Bey, mebusun delirdiğine hükmederek hademelere işaret etmiş. Mebusu yakalayarak zorla musluğa götürmüşler ve başını soğuk su ile yıkamaya başlamışlar. Bu vakitsiz duştan sonra Reisin yanına götürülen mebus efendi hikâyeyi anlatmış. Gülmüşler ve kendisine, arkadaşının bir muzipliğine uğradığını söylemişler. Bağdat Mebusu koridorda yakaladığı Şeyhin yakasına sarılmış: “Ya Şeyh, demiş ayıp değil mi? Benimle alay etmek sana yakışır mı?”
Suratını asan Şeyh Esad: “Peki hocam, ne istersen yap; hakkın var. Sana ben yalan söylemiş olayım, onlar da doğrusunu söylemiş olsunlar.”
Hoca ters yüzü, bağıra çağıra gene Reisin odasına koşarken; Şeyh Esad, merdivenlerden inmiş ve savuşmuş.
Bir gün Cemal Paşa, Beyrut’ta kadın, erkek, Hıristiyan, Müslüman bir cemiyete davetli idi. Sofranın ortasında, birden:
“Kalk hocam, bir nutuk söyle” dedi.
“Neye dair emir buyurursunuz?”
“Kadınlığa dair!”
“Beni güç mevkide bıraktınız Paşam, dedi. Biliyorsunuz ki, ben dini bütün Müslüman’ım. Buradaki hanımlar Hıristiyan’dırlar. Evvelâ ne söyleyeyim? Sonra ben Fransızca bilmem; onlar Türkçe konuşmaz… Müsaade ederseniz Arapça hitabedeyim.”
Ve kadınlara şunu söyledi: “Dini bütün Müslüman’ım, demiştim. Öyleyim. Fakat Hıristiyanlarda bir tek şeyi kıskandım: Kadına verilen itibar ve kıymeti! Hıristiyanlık, Allah’ını bile insanlara bir kadının kucağında arzetti ve hâlâ öyle gösterir.”
MUHAMMED’İN MEZARI
Enver Paşa, Cemal Paşa, birkaç kurmay ve iki karargâhın subayları, uzun külâhlı Mevlevîler ve bir de Ermeni garson, Medine’ye gidiyoruz. Trene Amman’dan binmiştik. Ertesi sabah çöl ortasında uyandık. Artık ne şehir, ne ağaç, ne köy, saatler saati, ancak bir kuyu ve bir telgraf odasından ibaret istasyon yapılarına rastlıyoruz. Bütün gün hep aynı çöl, bir kafalık bile gölge vermeyen tek tük hurmalar, yırtık ve kirli esvaplı ve yüzleri daha yırtık ve kirli urban, kemik parmaklarını büküp açarak para ve ekmek dilenen çocuklar, kısa ve yassı birkaç tepe ve ertesi sabah tekrar çıplak çölde kalkıyoruz.
Kara kayadan, sarı kayadan, kırmızı kayadan dağlar üstünde gözlerimiz yana yana öğleyin Tebük’e vardık. Bir hurma korusunun içinden şeyhler ve bedeviler bizi karşılamaya koştular. Şeyhlerden başka herkes çırılçıplaktı. Hepsinin şiş karnı birer meşin kese gibi sarkıyor, vücutları yağlanıp ağartılmış gibi…
Medayin Salih istasyonunda Ermeni garson ve büfe vagonunu bıraktık. Çünkü Medine’ye Hıristiyan girmesi yasaktır. Burada bizi ipek kumaşlı Medineliler selâmladılar.
Medine kasabası birkaç boz renkli hurma gövdesinden belli olur. Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselâmsız, titremeksizin ve korkmaksızın ismini ağzımıza alamadığımız Peygamber’in şehrindeyiz. Eski müphem ahret hayaletlerinin içimde kımıldadığını hissetmeli idim. Bu his, Medine’de büsbütün biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlâksız simsar yuvalarından biridir. Her Medineli, uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar. İstasyonda kabile bayrakları ile donanmış ve sarı, kırmızı, siyah ve yeşile boyanmış büyük bir kalabalık vardı.
Mevlevîler önümüze düştü. Enver Paşa ile Cemal Paşa ortada ve biz arkadaki halkın içine sıkışmış yürüyoruz. Enver Paşa’nın pomatlı Alman bıyıkları üstündeki mübarek gözlerinden yaş damlamaktadır. Cemal Paşa’nın sert sakalı ise, yüzünün mânasını büsbütün saklayan bir kıl maske olmuştur. Yollar, dar ve bozuk, hepsi kovalayan, güneşten kaçmak için boyuna sapıyor, sıkışıyor ve dönüyorlar. Medine Arabının eli cebinize girmiş kadar, durmaksızın paranızla oynar. Ne için alır, ne kadar alır, ne zaman alır, haberiniz olmadan haraç verip gidersiniz. Toz ve ter içinde bulunarak Ravza’nın yeşil kubbesine kavuştuk. Peygamber bu kubbenin altında yatar. Türbesi, yaşadığı zaman kendi evi idi. Ravza işte bu türbeyi çeviren o camidir. Son asır içinde elimizin değdiği her şey gibi, orasını da badana, sarı boya ve kalın çiçeğe boğmuşuz. Türbenin içine girmek bir imtiyazdır. Kapı anahtarlarını uzun boylu Habeşler saklar. Zaten Medine’nin bütün dekoru Peygamber’in sanduka örtüsü ile bu Habeşlerden ibarettir.
Evvelâ namaza durduk. Yanımda Enver Paşa’nın yaverlerinden biri vardı. Bir aralık önümüzden testisini omuzlamış bir Arap geçti. Benim bildiğim önünden adam geçenin namazı bozulursa da, Medine’de böyle olmadığını ve Zemzem’in Mekke’de olduğunu unutarak bu Arabın da bize zemzem getirdiğini sandım. Bir tas su verdi. Şaşırarak ellerimi çözdüm ve içtim. Tekrar ellerimi bağladımsa da, Arap koluma yapıştı: “Para!” diyordu. Meğer herif, su satıyormuş. Ceplerini karıştırdım, bozuk para bulamadım. Yanımdaki yaverden rica ettim. Yaver sofu biri olacak ki, önce selâm, sonra Araba birkaç metelik verdi.
İSA’NIN MEZARI
Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur. Kudüs’te oteller yarı kilisedir, uşakları yarı papazdırlar ve hizmetçiler yarı hemşiredirler. Hepsinin cübbesi, putu ve beyaz başlığı, simokinleri, askıları ve önlükleri ile aynı dolapta durur.
MUSA OĞULLARI
Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te, ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs’ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petesburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra’nın politika meselesidir. Kudüs’ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!
Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır. Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin’de yoğun Arap nüfusunu topraklarından süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur’un bir nutku, Davud’un bütün mezmurlarından daha tesirlidir.
Bu yazıyı neşrettikten sonra Cevdet tarihinde şu satırları okudum: “Fransız ihtilâlinin âsar-ı garibesinden (ilginç sonuçlarından) biri dahi bu dur ki, bu esnada Yahudi ağzından bir beyanname kaleme alınarak tabı ve neşir ile Kudüs-ü Şerif’te bir Yahudi hükümeti teşkil olunmak üzere her tarafta olan Yahudiler, ittifaka davet olunmuştur.”
PORTRELER
O zamanlar Halide Edip Hanım, Ermeni politikasını tenkid eden birkaç kişinin başında idi. Türk Ocağında bir de konferans vermiş olduğunu hatırlarım. Ziya Gökalp ise Türkocağını Hamdullah Suphi ve Halide Hanım’dan kurtarmak ister, Hamdullah için: “Fertçi” Halide Hanım için de: “Bozgun edebiyatı yapıyor” derdi. Suriye’yi Osmanlılaştırmak fikrine saplanan Cemal Paşa, Beyrut’taki Amerikan ve eski Fransız koleji ve liselerine benzer, modern Türk okulları açmak istiyordu. Bu okullar sırf öğretim ve eğitim üstünlüğü ile kız ve erkek Beyrut çocuklarını kendi kucaklarına çekeceklerdi.
ALTIN VE ODUN
Havran’daki Dürzî şeyhlerini Şam’a toplamıştık. Birinci sınıf şeyhlere nişan, ikinci sınıfa hil’at, üçüncü sınıfa beş on altın para verilecekti. Ağnam resmi kaldırıldığı için aralarında ortaklaşa isyan sebebi kalmayan Dürzîleri göğüslerinden, sırtlarından ve keselerinden büsbütün devletle bağlamak istiyorduk.
Trenlerimizi odunla işletiyorduk. Hattâ Filistin zeytinlerini bile lokomotif ocaklarında yaktığımız olmuştur.
BİR SUVARE
Bir gün Kurmay Başkanı bana demişti ki: “Suriye’de bizim ne kadar temelsiz olduğumuzun en iyi misali nedir, bilir misiniz?” Yüzüne baktım: “Şu sekiz yaşında çocuğun, korkudan bana selâm duruşu!”
Ortalık ağarırken, bir arkadaşımla, yorgun adımlarla konaktan çıktık. Otele gitmek için iç sokaklardan dolaşmak gerekiyordu. Bir aralık irkilip durdum. Bir kuyunun içinden gibi, o kadar derin, bir ruhun içinden gibi, o kadar acılı bir inilti dalgası geliyor. Sokak inlemektedir. Büsbütün aç, bir parça ağaç kışrı ve bir kuru portakal kabuğu bile bulamayan, karınları bağırsaklarının içine karışmış, sürüne sürüne kaldırım üstüne çıkan insan iskeletlerinin son iniltisini dinliyorduk.
Yanımızdan bir çöp arabası geçti, kenarından bir kol sarktığını gördüm. Belediye, ölü ve can çekişenleri topluyordu. Gün doğmadan sokağı susturmak lazımdı. İçkiyi, kadın gülüşünü, elektriği, hepsini, bütün Beyrut ve harbi kusmak istedim. Ölmekte olanların katili olan bir adam gibi, beni tutacak olan kolun ne taraftan uzanacağını düşünerek, şaşkın duraklamıştım. Yatağıma girdiğim zaman, içimin üzüntüsünü, elimi karnıma basarak dindirmek istiyordum. Bana harbin açık yüzü işte o Beyrut sabahı alaca aydınlığında göründü.
VİSRUA
Cemal Paşa, hükümetin hemen bütün nazırlıklarının vekili gibi bir şey olduğundan, karışmadığı hiçbir iş yoktu. Onun için karargahında kendine yardım eden yerli ve yabancı uzmanlar eksik olmamıştır: Eski eserler ve şehircilik uzmanı bile vardı. Biri Berlin Müzeleri Müdürü Profesör Veygand, öteki Roma Akademisi üyelerinden İsviçreli Profesör Çürher idi. Almanlar harpten sonra İmparatorluğu sömürgeleştirmeyi düşündükleri için en kuvvetli kimseleri yedek subay olarak aramıza göndermişlerdi. Öyle sanıyordum ki, Anadolu ve Suriye için en iyi incelemeler bu Almanlar tarafından yapılmıştır.
Cemal Paşa’nın hüneri bu ihtisaslardan istifade etmekte idi. İhtisası onun kadar iyi kullanan ve verimleştiren devlet adamına pek az rasgeldim. Yazık ki bütün eseri, şimdi bizim olmayan topraklar üstünde kaybolup gitmiştir.
Şehircilik diye bir ihtisas olduğunu ve bir plânın ne demek olduğunu Çürher’den öğrenmiştik. Gene Çürher, Vedat ve Kemal Bey’lerin “Türk mimarisi” diye ortaya attıkları üslûp için beni uyandıran adam olmuştur. Cami kemerli bir hana veya çeşme pencereli bir eve bakarken: “Nasıl tahammül ediyorsunuz?” dedi. “Türkler kadar bâni (bina yapıcı) bir milletin cami mimarisi, çeşme mimarisi, türbe mimarisi olur da; ev, bahçe ve han mimarisi nasıl olmaz?”
Cemal Paşa yabancı uzmanların yardımı ile örnek çiftlikler de yapmıştır. Taanayel bu çiftliklerden biridir.
Esaslı yollardan biri yapılacaktı. Yolun belli bir zamanda bitmesine lüzum vardı. O zamanlar Lübnan’da oturuyorduk. Cemal Paşa, Şam Valisi Hulusi Bey’e (Eski Nafia Nazırı, Mühendis) bu tarzda emir verdi. Hulusi Bey: “Fennen imkân yoktur” diyor ve bu imkânsızlığı isbat etmek için Başmühendisi yola çıkardığını yazıyordu. Başmühendis Ayin Sofar’a geldi. Koltuğu çanta ve dosya dolu idi. Bu yığınlarca kâğıt ve cetvel, yalnız bir şeye yarayacaktı: Orduya lâzım olan yolun ordu için lüzumlu olduğu zamanda yapılamayacağını isbat etmek! Başmühendisi kumandanın yanına ben götürmüştüm. Kendinden pek emindi. Fakat daha kapıdan girer girmez Cemal Paşa, suratını astı: “Şimdi koltuğunuzun altında ne varsa, hepsini şu masa üstüne atınız” dedi. Mühendis şaşırdı; “Hepsini, hepsini, son kâğıda kadar. Ve şimdi karşımda durunuz.” Gözlüklü mühendis, boş kollarıyla dikili kaldı: “Size yalnız şunu emrediyorum. Bu yolun o tarihte bitmesi için ne kadar paraya, ameleye, kazma ve küreğe ihtiyacınız vardır. Gidip dairelere haber vereceksiniz ve doğru Şam’a hareket edeceksiniz. Yol o tarihte bitmezse, sizi son taşların atıldığı yerde idam ettireceğim.” Başmühendisin idam edilmediğine tabii şüphe etmezsiniz. Yol, saati saatine bitti.
Bugünkü okurlar bu idam sözüne şimdi hayret edeceklerdir. Büyük Harbde öldürmek, astırmak, vurdurmak sözleri beş lira ceza gibi hafif kıymetler almıştı.
Vaktiyle Mahmut Şevket Paşa öldürüldükten sonra bazı İttihatçılar, Talât’ın yeni hükümete Dahiliye Nazırı olarak girmesini istememişler. Cemal Paşa’nın nâzırlığını tercih etmişler. Sonra Talât, Cemal Paşa ile yeni Sadrâzamın arasını açmış. Harbiye Nâzırlığına onun getirilmesi için uğraşmış. Daha sonra Almanlarla yapılan ittifak, Cemal Paşa’dan saklanmış. Nihayet Mısır fethi bahanesi ile Cemal Paşa İstanbul’dan uzaklaştırılmış. Bunlar hep Talât’ın oyunları imiş. Hattâ Talât demiş ki: “Canım, Mısır fethi olmazsa bile Cemal Paşa ya şehit olur; yahut ordusu berbat ve perişan olunca, beynine bir tabanca sıkarak bizi kendinden kurtarır!”
Bunlar o zamanki liderler arasındaki gizli husumetleri göstermek bakımından ilgilendirici. Yalnız birinin hakikat olmasını isterdim: Keşke Enver yerine Cemal, Harbiye Nazırı olsaydı! Birinci Dünya Harbine girmezdik ve batmazdık.
KANUN
“Efendimiz kanunu getirdim.”
“Ne kanunu?”
“Bir mesele için emir buyurmuştunuz. Halbuki elimizdeki kanun sarihtir, bu mesele emriniz gibi halledilemez.”
Yaverine dönerek: “Bana bir müsvedde kâğıdı getiriniz!” Ve hemen Harbiye Nazırlığına müstacel bir telgraf: “Şu numaralı kanunu hemen bu şekilde değiştirerek bana metnini müstacel telgrafla bildiriniz.” Bir kumaş bile bu kadar kolay ısmarlanmaz.
Yukarıda bürokrasiden şikâyet etmiştim. Bütün şikâyetler doğru olabilir; fakat Büyük Harbin kanun kafası, bürokrasi kadar zararlı idi.
Cemal Paşa Boyacıköyü’ndeki yalısındaki son günlerinden birinde: “Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.”
Bu Enver’in bir sözünü hatırlatır: “Yok kanun, yap kanun!” der ve anlamayanlara izah ederdi: “Yaparım olur, bozarım olmaz!”
Büyük Harbde şahıs ve mal güvenliği sıfıra düşürülmüştür. 1916’da bir müddet için gelmiş olduğum İstanbul’daki şahıs güvensizliği, Mütareke’deki güvensizlikten farklı değildi. Suriye’de bu güvensizliğin en canlı misalleri sürgünlerde olmuştur. Ermeni tehciri için yapılan kanundan Dördüncü Ordu da istifade ederek “zararlı gördüğü kimseleri ve aileleri harb sonuna kadar sürgün etmek” usulünü tutmuştu. Her gün vilâyetlerden, mutasarrıflıklardan teklifler alırdık: “Şu aile muzırdır, münasip bir yere sürülmesine müsaade buyurulması rica olunur.”
Cevap formülü, son derece basit idi: “…e sürülmesine, münasiptir.” Yalnız kasaba ismini açık bırakıyorum. Erzincan’dan Bursa’ya kadar beğendiği yerin ismini koymak kumandanın elinde idi. Bunun önemi olmadığını sanmayınız: Konya ve Bursa’ya gidenler, harb sonunu görmeye muvaffak olmuşlardır. Büyük Harbde karadan kışın Erzurum’a gidip harp sonuna kadar bekleyebilmek biraz güç idi.
İttihat ve Terakki’nin ne başıboş, ne de bağlı devirlerinde, ya anarşinin, ya şahsî istibdadın çilelerini çektik. Hiçbir vakit belli bir fikir ve düzen sisteminin mütecanis hüküm ve nüfuzunun ne olduğunu onlarda görmedik.
KONAK VE KONUKLARIMIZ
Anadolu’da çadır ve siperin, köy ve kasaba evlerinden daha rahat olduğu cepheler vardı. Almanya’da ise en iyi yemek yiyilen yer, cephe idi. Bizim yalnız mevsime göre değil, mevsimin her gününe göre seçip gideceğimiz karargâhlarımız olduğunu söylemiştim. Kudüs’te Alman sanatoryumunda, Şam’da ya Viktorya otelinde, ya Salihiye köşklerinde, Halep’te Baron otelinde, Lübnan’da Sofar otelinde, Beyrut’ta Bassul otelinde kalırdık. Onun için cephede pek az otururduk. Lübnan’a kar yağdığı zaman, otomobille yarım saatte inilen Beyrut şehrinde baharların en güzeli vardır. Beyrut bir cehennem gibi yandığı vakit, bir iki saatte çıkılan Sofar’da İstanbul nisanının serin sabahları bulunabilir. Şam, baharlar cennetidir. Kışın Kudüs soğumaz. Şam’ın Barada Irmağı, Zahle’nin dağ yolları, gün batısının en güzel göründüğü Sukulgarp, Kudüs’ün kemerli ve dar sokakları, Beyrut’un kumsalı, Suriye’de bulunmuş olanların gözlerinde tüter.
Belediyelerde oturan aşiretlerin şeyhleri, kurnazdırlar. Ne kadar güven verirseniz veriniz, baba-oğul birarada gelmezler. Misafir gelen Havran şeyhlerinin bir kusurları vardır: Girdikleri odadan keskin sakal kokulan bir hafta kadar çıkmaz. Dürzi sakalının rengi kınaya, kokusu sirkelenmiş tarçına benzer.
Bizim karargâhımızı ürküten misafirler, çölden badiyeden, Salta’dan, Amman’dan gelenler değildi; Berlin’den gelenler idi. Fon der Golç, tehlikesizce Bağdad’a doğru geçti. Falkenhayn’i Kudüs’te tereddütle karşılayışımızın sebebi varmış. Nevvaf, Cemal Paşa’nm bir çıkın altınını alıp gitmişti. Falkenhayn bilâkis altın getirmişse de, Cemal Paşa’nın topunu, tüfeğini ve kumandanlığını aldı. Cemal Paşa’nın ilk kederinin haklı olmadığını sanırım. Çünkü Suriye’nin eski Alman Orduları Başkumandanına hazırladığı hediye, kimsenin heves edeceği bir şey değildi: Bozgun!
ÇADIR DEVLETİ
Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz. Bunlar, oturulan toprakla deniz arasındaki boşlukta hüküm süren devlet taslaklarıdır. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı altını gider. Gelir kaynaklarından biri de, gazve diye dinleştirilmiş baskın ve yağmalardır.
Suriye ve Hicaz tabloları arasında bu çadır devletlerden birinin hikâyesini anlatmalıyım: Bu, bir emirliktir. Emir’in ismi Suud’dur. Yukarı Necid’de oturur. Payitahtı Hail’dir. Sultan Hamit zamanından beri İstanbul’da Reşit Paşa isminde bir elçisi bile vardı. Emir’in siyasî vazifesi, İbnissuud’u gücendirmemek, Hicaz şeriflerinden hediye almak, Osmanlı hâzinesinden altın çekmektir.
Hükümet, kadı dedikleri bir şeyhden ibarettir. Nikâh, miras, katil, hırsızlık gibi vakalar ona verilecek rüşvetlerle hallolunur. Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.
Hicaz isyanı oluncaya kadar biz bu emire ve adamlarına “uslu dursunlar” diye para veriyorduk. İsyan olduktan sonra Hicaz hattına gelsinler, hattı tutsunlar ve Şerif kuvvetlerini sıksınlar diye altın yolladık. Bütün altınlarımızı birkaç kişi aralarında paylaşıp aylar ayı yola çıkmadılar. Emir partisinin hem İngilizler, hem şerifler hem de Osmanlılarla hoş geçinmekten, sonunda kim kazanırsa onun hissesinden mahrum kalmamaktan başka tasaları yoktu. Kervan kervan silâhlarımızın ve altınlarımızın çölden getirdiği ses, duadan, vaitten ve mazeretten ibaretti. Emir ve adamları bir defa Medayin’e uğrar gibi oldular. Yemeklerimizi yiyip yeni altınlarımızı aldıktan sonra, yine dağıldılar. Önümüzdeki vesikalardan yalnız birinde emir’in şahsına verilmiş yedi bin altının kaydını görüyorum.
Reşit Paşa’nın Emir’e yazdığı bir mektubun şu satırlarını okuyorum: “Hükümet bana yeniden para verdi. Fakat bu sefer sizi mutlak hareket ettirmemi istiyor. Ben oraya gelmeden siz kendinize zekât vermediğini ileri sürerek bir kabilenin üstüne yürüyünüz. Ben sizi seferde bulmuş olayım. Eğer hükümet bana dediği gibi Mekke üzerine gidip de şehre girecek olursa, biz de hemen arkasından yetişiriz. Eğer hareket etmezse, ‘ne yapalım, henüz seferdeyiz’ deriz.”
KRÖSNAH
Niçin Enver Paşa’ya Alman dostu ve Cemal Paşa’ya Fransız dostu dendiğini derin derin araştırmayınız. Enver Paşa Berlin’de ateşemiliter ve Almancası Fransızcasından kuvvetliydi. Cemal Paşa almanca bilmez, fakat şöyle böyle Fransızcası vardı. Bundan başka Bahriye Nazırının 1914’de Fransa’da oldukça parlak bir seyahat yapmış olduğunu hatırlarsınız. İttihat ve Terakki başkanlarının milletlerarası meseleler ve dâvalar hakkındaki fikirleri, önceki kuşaktan daha esaslı olmamıştır:
“Alman yenilmez” Yahut: “İngiliz yenilmez.”
Harp yumruğunun bir vuruşta Fransa’yı devireceğini sanan Enver Paşa, Marn’den sonra bile, kara kartalın zaferine yetişebilmek için nefes nefese harbe girdi. Fransa’yı beğenen Cemal Paşa, İngiltere’nin elinden Mısır’ı almak gibi hülyaya hiç olmazsa bir müddet inanmıştır. Almanlar Büyük Harbde Türkiye’ye kendi teğmenlerinin ismini koymuşlardı: Enverland!
Medine treninden ineli çok olmamıştı. Yolumuzu Ostand’a kadar uzatarak uzun bir seyahat rekoru kırdık. Almanya’yı, Avusturya’yı ve Belçika’yı dolaştık. At yarışlarına, opera ve operetlere, Ren nehri boyundaki şarap kahvelerine, Krupp tezgâhlarına, Amiral Şer’in zırhlısına, Kayser’in kardeşinin Kil’deki sarayına, Brüj’ün dantelâ müzesine ve biraz da top sesinin ancak geceleri duyulabildiği cephe gerilerine gittik. Krupp fabrikalarının sahibi Berta’nın Essen’deki şatosuna misafir olduk. Kayser’le öğle yemeği, Hindenburg’la akşam yemeği yedik. Genç Avusturya İmparatoru Şarl’i Viyana kenarındaki Baden-Baden köyünde selâmladık. Bende bu seyahatten topyekün şu izlemler kaldı: Almanya aç idi. Avusturya bitkindi.
Şam’a döndüğümüz vakit birçok yeni şeyler öğrenmiş, yeni silâh tecrübelerinde bulunmuş, Kurupp’un kaynar demir ırmağım ve Kil’deki top istiflerini görmüş, fakat bir şeyi, zafer ümidini son damlasına kadar kaybetmiştim: Batıyorduk…
ALTI NİŞAN
Şark saraylarının nişan ve madalyalarında, elmas veya altın veya gümüşlerinin çarşı değerinden başka hiçbir değeri olmamıştır. İstanbul’da kumandan bana nişan ve madalyam olup olmadığın sordu. Boş göğüslü bir subay, iyi bir süs değildir. Bir iki gün içinde bir harb madalyası, bir de kılıçlı Mecidi nişanı aldım.
Berlin’de Kayser’in locasında opera seyrettiğimizin ertesi günü, bir demirhaç madalyası verdiler. Hamburg’da birkaç müessese dolaştık, serbest şehrin kendine hâs bir nişanı vardır. Onu da göğsümün bir kenarına taktım. Kendisini ancak ayakta gördüğüm Avusturya İmparatoru, hepsinden cömert çıktı: Onun hediye ettiği harb madalyası, ancak yüzbaşı rütbesinde olanlara verilirmiş. Bu madalyanın önemli olması yüzünden, memleketimde bir de kılıçlı liyakat madalyası kazandım.
Almanya, Avusturya ve Belçika’yı dolaşmıştık. Harbde böyle bir seyahat, kendi başına bütün arkadaşları gıptalandıracak bir kazanç idi. Fakat arkadaşım A… nın bir tek tesellisi vardı: Yarasının üstüne astığı madalyayı ve İngiliz kayışını bana göstermek!
Şurası var ki, ben Belçika’da en iyi İngiliz köselesinden yalnız kayış değil, bütün lâzım olanları satın almıştım. A…yi ilk defa öğle yemeğinde gördüm. Madalyasının gururu ile gülmek için açılan dudakları, benim dolu göğsüme baktığı vakit, buruşup kısıldı.
Karargâhla siper arasındaki derin uçurumu bu kadar yakından sezmemiştim. Nişan ve madalyalarımdan ikisini göğsüm süslü olmak için, birini operada nefis bir oyun seyrettiğim için, birini Hamburg Belediyesinin ziyafetinde bulunduğum için, bir başkasını Baden – Baden kasabasında bir İmparator yüzü gördüğüm için almıştım. Bu iptizalden sonra, tanıdığım bazı subaylar arasında kırmızı, beyaz şeritlerini koparıp atanlar ve madalya taşımamak için yemin edenlere sık sık rastgelmişimdir.
Fedakârlık ve feragat gibi, vazifeden üstün hareketler istenen işlerde ve zamanlarda iltimas ve imtiyaz kadar zararlı ne olabilir? Büyük Harbde bazı cephelerimizin en hazin hali, siperin manevî şerefinin ve maddî hakkının geridekiler tarafından yenmiş olması idi. Siper, ölüm düğmesine bastığı zaman, çok defa, arkada, tâ uzakta birtakım göğüsler üzerinde elmas, altın veya gümüş ışıklar yandığı görülürdü.
ÇATLAK
Suriye ve Filistin’e Almanların niçin o kadar önem vermiş olduğunu Berlin politikacıları kadar biz de biliyorduk. Cephede Alman kumandanları ve yedek subayı olarak gelen Alman uzmanları aramızdan hiç eksik olmamıştır. Kanal’a giden Alman’ın ismi Fon Kress idi. Kemik yerine sinirden yapılmış bir enerji iskeletini andıran bu zat, bütün çöl harplerinin başında bulunmuştur. Eski Alman Orduları Başkumandanı Fon Falkenhein, galiba, Haleb’de toplanan ordularla Bağdad’ı almaya çalışacaktı. O mümkün olmadığı için, Filistin cephesini kendisine verdiler. Fon Kress, Cemal Paşa’nın emrinde idi. Falkenhein ve ondan sonra Liman Fon Sanders, Cemal Paşa’sız kumanda etmişlerdir.
Haleb’den Bağdad’a giden Fon der Golç Paşa’ya Baron Otelinde bir ziyafet vermiştik. İhtiyar General: “İngilizleri, mensup oldukları denize dökmeye gidiyorum” demişti. Bir müddet sonra kendisinin kara tabuta kapanmış cesedini yine Haleb istasyonunda selâmlamıştık.
İngilizler bu havadisten bizim kadar heyecanlanmadılar. Times gazetesi: “Suriye’ye giden Falkenhein, karaya düşmüş bir balina balığına benziyor” demişti. Cemal Paşa uzun müddet, şüphe ve tereddüt içinde çırpınıp durdu. Falkenhein’i Fon Kress gibi, doğrudan doğruya onun emrine vermek imkânsızdı. Bir ordu kumandanlığı bölgesinde iki büyük otoritenin birlikte bulunmalarına da ihtimal yoktu. Nihayet arandı tarandı, bozuşuldu, uzlaşıldı, silâhlı kuvvetin başına Fon Falkenhein geçti ve Suriye rüyasına veda etmek istemeyen, harp sonunda kaybolmamış bir Suriye hediyesi ile İstanbul’a dönmek isteyen Cemal Paşa’ya, belki şatafat zayıflığından istifade edilerek, bir büyük ünvan verildi: “Suriye ve Garbî Arabistan Umum Kumandanı!”
Onun umum kumandanlığı, boş çöller içinde bedevi şeyhlerine verilen fahrî paşalıklar gibi bir şey idi. Bir gün Falkenhein’in bir küçük subayının Şam’da gözüne kestiği binayı keyfinin istediği gibi zaptettiğini haber aldık. Patrikleri, emirleri, şeyhleri sıra sıra karşısına dizen âyan ve mebus asan, sonsuz nüfuz sahibi Cemal Paşa, bu küçük subaya dert anlatmak için yenilmez güçlükler içinde kalmıştır. Aşınmaz mermerden zannettiğimiz o büyük kudret ve gurur, bir küçük Alman subayının fiskesi ile, bir alçı gibi çatladı. Bir düşüşün acı yasını ilk defa işte bu çatlaktan gördüm. İktidar fiilinin hortumu başarı yemi gevelemediği zaman, tersine kıvrılır ve üstündekini yutar.
Cemal Paşa değil, Suriye düşüyordu. Yalnız, rütbeye, nişana ve sırmaya fazla itibar eden bir memleket olduğu için, Anadolu köyleri gibi sessiz ve kimsesiz değil; başkumandan, mareşal ve nazır üniformalarına sarınarak, daha gösterişli ve debdebeli düştü.
ALLAHA ISMARLADIK
Karargâhın içinde: “Kudüs düştü!” sözü, ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e göz yaşlarımızı hazırlamak lâzımdı.Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lût çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor. Eşyam ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir. Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz; öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene; “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diyor: “Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?”
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor; “Bu tarafa gitmişti” diyor. O tarafa, “Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?”
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?
Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın: “Ahmed’imi gördün mü?”
Şimdi Anadolu’ya, Batı’dan, Doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu; demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek; fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!
SON
İki hikâye işittim. Masal olmadığı için anlatayım:
Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y. K. bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu: “Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?”
Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlayarak, bekledi. İşte cevap: “Aylık vermek için!” Ve ilâve etti: “Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.” Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte böyle biter.
Bu fıkranın belki büyük bir değeri olmayacaktı, eğer sonraları şu hikâyeyi işitmeseydim: “Sakarya’ya yaklaşıyoruz. Bir millet olarak kalmak için harbetmek ve muzaffer olmak lâzımdır. Tam o zaman da maliye durmuştur.
ÇÖL DESTANI
Çöl bedevilerinin ancak kibar olanlarının derileri üstünde bezden bir entari, siyah bir maşlah, agel ve kefiye, ayaklarında yalnız tabanı kapayan ve ince bir meşin halka ile başparmaklara bağlı köseleler bulunur. Bu eşya, herkesin servetine göre, en fena örme bezden en güzel ipek kumaşlara kadar değişir. Kadınların esvap ve süsleri siyah entari, başa sarılan siyah bez, boyun, kol ve ayak bilezikleri ile bakır ve gümüş halkalardan ibarettir.
Bedevi; koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, açık alın, sivri başlı, oynak başlı bir adamdır. Her kabilenin bir şeyhi var. Şeyhler asil, cesur, cömert olmalıdır. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kasas memuru bulunur. Şeyhler urban’ı kendi keyifleri için ve kendi âdetlerine göre idare ediyorlar. Mahkemelerde kadınlar için kadı başkadır. Mahrem olmayan hiç kimse hâkim karşısında kadınlarla beraber bulunamaz.
Vaktiyle bir bedevi düğünü ile bedevi ziyafetinde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı: “Çölün, amcazadesi olmayan kızları, şehir kızlarından bile bahtiyardırlar. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilirler. Fakat her kız için amcazadeye varmak mecburiyeti var; hatta bu amcazadenin birkaç karısı olsa bile…
Geçen gün bir kabilede nikâh ve düğüne çağırılmıştım. Nikâh günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki: “Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Allah’ın ve Peygamberin emri ile beni kendine erkek diye kabul eder misin?”
Kız cevap verdi: “Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin.Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.”
Bu sözleri üç defa tekrar ettiler. Sonra kaynata elindeki çöpü, damadına verdi ve damat bu çöpü ageliyle kefiyesi arasına koydu. Çölde nişan alâmeti işte bu çöptür. Damat demek istiyor ki: “Kızınız bir çöp de olsa, başımın üstündedir.”
Serseri ve çıplak sınıf müstesna, asîl bedeviler silâhsız ve devesiz yaşayamazlar. Çölde yük götüren vasıta develer, insan taşıyan vasıta hecinlerdir. Kabileleri gazveden gazveye koşturan hecinlerin develerden farkı; ince, uzun boyunlarıyla, ince bacakları, çekik karınları, küçükbaşları ve yuvarlak tüyleridir. Bir hecin saatte sekiz kilometre yol gider. Hecinsüvarlarımız bazen günde elli kilometre kadar gitmişlerdir. Hecinler iki üç gün su içmeyebilirler. Başlarını ufuklara doğru kaldırıp çöllerin ebedî konaklarını sükûn ve tahammülle geçen bu hassas, asabî hayvanlar, en uzak tehlikeleri vaktinde sezer ve sahiplerine haber verirler.
Süvarilerimiz bu yeni arkadaşlarına pek güç alıştılar. Bir Alman albayı yere çökmemiş bir hecinin yanma gitmiş ve başını kaldırıp: “Bunun merdiveni nerede?” diye sormuştu.
Kum çöllerinde ‘iz’in büyük şiirini duymuştum. Kaybolmuş yolcular için sapsarı mesafeler üstünde ayak çizgileri bulmaktan daha büyük talih olabilir mi?
Çöl ölü bir şeydir. İnsan, izlerde bu cesedin çarpan kalbini ve uyanan canını görür. İzlerin yerliler için daha başka kıymetleri vardır. Akşam üstü kervanlar konaklara geldikten sonra, Şeyh, bedevilerine bir daire gösterir ve bu dairenin dışında ne kadar iz varsa, hepsini onlara elleriyle sildirir ve artık rahat uyur. Çünkü bu daireden çıkan şüpheli bir misafiri, izinin arkasından gidip çöller ortasında bulmak kolaydır.
Her bedevi, daha çocukken kendi ayağının izini görür ve tanır. Sonra bazıları o kadar alışıyor ki, kendi sürülerini izlerinden bilenler az değildir; bazen geçtikleri yerlerde sürü izleri görenler, oradan geçip giden kabilenin ismini bile haber veriyorlar.
Bu iz kâhinliği gitgide inanılmaz bir şekle girmiştir. Bir gün bir dostumun bedevi uşağı iki iz gösterip: “Şu bir âşık kızın, öteki bir gebe kadının izidir” demiş.
Bedevilerin burunları, gözleri kadar kuvvetlidir. Gene bu arkadaşımın şu hikâyesini dinleyiniz: “Bir gece Kanal’a giderken delilim durdu, burnunu kaldırdı. Sonra bana civarda, kadınlarla kızların oturduğunu söyledi.”
Fakat bu, o kadar fevkalâde bir hüner değildir. Kadınlar, yüzlerine sadeyağdan, yahut başka şeylerden keskin ıtırlar sürüyor. Bu koku, en hafif rüzgârla burnu kuvvetli bir adama uzaktan kendini hissettirecek kadar ağırdır.
Kanal’da birinci keşif harbi 1330 senesi şubatında olmuştur. Şu tabloya dikkatle bakınız: Mısır’a gidiyoruz. İnsanlarımız ve hayvanlarımız Rumeli’den, Şark ve Garp Anadolu’sundan ve Suriye’den; fennî şeyler silâh ve mühimmat, Avrupa ve İstanbul’dan, Bağdad, Şimâl Suriye’sinden, Haleb ve Adana’dan gelecektir.
Biz eski fatihlerin yolundan değil, Tih üzerinden hecin develeriyle geçtik. Böyle bir sefer, İmparatorluğun rüyasına bile girmediği için sulh zamanı bir deve teşkilâtı yapılmamıştı. Develere hususî bir itina ile bakılmak, yüklerini, seferlerini kendi âdetlerine göre idare etmek için yetişmiş adamlarımız yoktu.
Hafir ile Nahil’den başka hiçbir yerde ne ağaç, ne ot vardı. Urban, dağ gölgelerinde, kaya diplerinde yatıyor. Bu bedbahtlar arasında at gübresinden arpa ayıklayanlar ve atılan kemiği kemirenler az değildir.
“Çadırın nerede?” diye sorduğumuz zaman, çoğu size eğri bir taşın babasından kalma gölgesini gösterebilir.
Geçtiğimiz yer bir istikamettir; ne yol, ne de işaret vardır. İnsan bu kumda, bir batakta gibi yürür, ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar. Çölle sıcak, insana suyu düşündürür: Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir delikten ateş kuyusuna iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan mukaddes ne olabilir?
On seneden beri yalnız sefer zamanı Tih sahrasına yağmur düştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur sellerini tutturdu ve setlerle toplattı. Kumandalığın ikinci bir emri, her insan için yirmi dört saatte bir matra suya izin veriyor ve fazla su için birikintilere tecavüz edenleri pek ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnız kumandanın, büyük bir ordu içinde tek bir kişinin, yüzünü yıkamak için ikinci matara su kullanmak hakkı vardı. Ordu kumandanı kendi karargâhından birinin haftalardan beri su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matra suyu esirgedi. Her parça su, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir itina ile ve kat’î emir almış süngülü neferlerle sakınılmıştır. Bu ufak çukurlar, bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle dolu idi. İşte Anadolu çocukları Kanal’a böyle gittiler.
Bu uzun destan, iki cümlelik bir İngiliz tebliği ile bitti: “Düşman şubatın üçüncü günü üç buçukta Kanal’ı geçmek için azimli bir teşebbüste bulunmuşsa da eriyip gitmiştir. Düşmanın plânı Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Süveyş kasabalarına hücum edip, asıl kuvvet ile de Tarsum taraflarından Kanal’a geçmek idi…”
Yüzme bilmeyen bir kıt’a tulum takınarak, Kanal’a atıldı. Bizim kenardan dişlerine kadar silâhlı olarak suya giren bu Anadolu çocukları, öbür kenara esir olarak çıktılar. İngilizler bu askerleri soyup güneşte kuruttuktan sonra, Halife ve İmparatorluğu tezyif (alaya alma) için, Kahire sokaklarında çıplak dolaştırdılar.
Bizim aramızda Kanal’ı geçerek yerli halkı ayaklandırıp Mısır’ı alacağımıza inananlar vardı. Bu kadar saf olmayan Almanlar’in Türk ordusuna verdiği Kanal vazifesi ise daha basittir. Arasıra birkaç bin Türk feda ederek ve ikide bir Kanal’ı zorlayarak, Mısır’da mümkün olduğu kadar İngiliz ordusu tutturmak! Mısır’da duran her İngiliz, Alman ordusunun karşısında azalmış bir fert demektir. İngiliz raporu diyor ki: “Bu vak’a üzerine muhafız kuvvet otuz bine çıkarılmıştır.”
Demek, Kanal’da Almanlar muvaffak olmuşlardır. Fakat Cemal Paşa’nın yanında bulunan Fon Kress Bey, bu kadarla doymamıştı. O: “Bir defa buraya gelen kuvvetin vazifesi geri dönmek değil, ölmektir” diyordu. Cemal Paşa, kumandan ve kurmaylarına sordu: “Muvaffak olmak mümkün müdür, değil midir?”
Hepsi: “Hayır!” cevabını verdiler. Ordu kumandanı, Fon Kress’in ısrarlarına rağmen, hemen ricat kararını verdi. Bu karar, on beş bine yakın Türk çocuğunun canını kurtarmıştır. Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış; sulhte ise bırakılmıştır: “En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştır.”
ATEŞ VE GÜNEŞ
“Ateş ve güneş”i Büyük Harbin sonlarında, hemen birkaç gün içinde yazmıştım. Bozgun havası içinde Türk ordusunun bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabının unutulduğunu görüyordum. Orduya sövülmek moda idi
Yazdıklarımı, yazılanların en iyileri değildir, yegâne yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum.
birinci defter
Bu gündemleri 1330 senesinde ilk keşif seferine giden bir subayın harb notlarından alıyorum:
Bedevilerin bir âdeti vardır. Her gavzeden evvel, şeyh kabilesinin kâhinine gazasının hayırlı olup olmadığını sorar. Tabiî gideceği yere ve gazve yapacağı aşiretin ismini söylemez. Maiyetim, bedevi olduğundan, bu âdeta uymak lâzım geldi. Bu sefer yine yanımda gelen şeyh, tefeül için Suva- reke kabilesinden Selim isminde birini seçti. Selim, bizimle Ariş’ten yola çıkıp yarım saat uzaktaki mezarlıkta durdu. Her birimizin bileğinden tutup evliya mezarları etrafında üçer defa daire çizdi. Tavaf ettikten sonra, hepimizin arkasına ve hecinlere kum serperek, birçok dua okudu. Sonra eliyle karanlığı göstererek; “Hayırlıdır, gidiniz” dedi.
Sabahleyin çayımızı içtikten sonra beni Cedide’deki pazara davet ettiler, pazar pek kalabalıktı. Yüz metre yaklaşınca, kadınlar ve erkekler: “Lü lü lü!..” sayhasıyla üstüme geldiler. Bedevilerden kurtulmak, pazarın büsbütün canlanacağı zamanı beklemek için telgraf çadırına girdim. Daha iskemle üstüne otururken, dışarıda; “Tayyare, tayyare!” sesi duyuldu. İki patlayış birbirini takibetti, hemen dışarı çıktım, ahali ve asker telâş içinde idi: “Yere yatın” diye bağırdım.
Tayyarelerden birinin kuyruğu inip kalktı. Yeni düşecek bombayı heyecanla bekliyordum. Bombayı tamam başımızın hizasında görür gibi oldum, yerimi değiştirmek için şaşkınlıktan yana sıçradım, dürbün başımla yer arasında kırıldı. Nasıl bir tesirle yere serildiğimi hatırlamıyorum. Biraz sonra ayağa kalkmak istedimse de, sol bacağımı bir türlü çekemedim. Dizimi tutup oynattım, hiç kendinde değildi. Şeyh Utvan, abasını çıkarıp bana sunî bir sedye yaptı ve üç bedevi çadıra taşıdılar. Bir hafta sonra Alman hemşirelerinin itinası altında Sebi hastanesinde yatıyordum. Doktorların mırıltılarından, artık yalnız harbden değil, ayaktan da mahrum kaldığımı hissettim. Çöl gözüme meş’um göründü.
BOZGUN
Çöldeki son muharebelerin notlarını bir başka arkadaşımın defterinden alıyorum:
Çöl, çok değişti, iptidaları benim nokta kumandanı olduğum yerde develerden başka bir şey görmüyordum. Şimdi, Anadolu’nun kısa ve uzun, büyük ve küçük bütün hayvanları, tahta arabalar bile var. Artık hecinler de dizgin ve üzengiye alıştılar, en talimli atlar gibi muntazam yürüyorlar. Son zamanlarda Şam menzili birçok kakule gönderdi: Kakuleler arka arkaya duran iki deveye bağlanmış âdi birer sedyedir. Artık hastalar ve yaralılar önlerinde uzun bir deve, arkalarında uzun bir deve, kendileri arada asılı, öyle taşınacaklar. Geçen gün kakulelerden birine ben bindim, kendimi ipi elimden kaçmış bir salıncak üstünde zannediyordum.
On birinci bölük siperi, bugün pek tehlikeli bir an geçirdi. Arkasından atılan bombalardan birinin muvazenesi bozulmuştu. Koca mermi bölüğün siperine doğru istikamet aldı, havadan onun uçuşunu takip eden gözler iri dairelerle açılmıştı. Ön siperde arkadaşlarının mahvolacağını gören batarya nefesi tıkanıp bekledi. Korku bilmeyenler kalplerini elleriyle sıkıp, gözlerini kapadılar. Halbuki harple uğraşan ll’nci bölük siperinin zavallı askerleri, bu felâketten haberdar değildiler. Bir an, bir küçük tesadüf, bomba siperin hemen önünde yumuşak toprak üstüne düştü. Ve yalnız toz kalktı. Esasen havada müvazenesi bozulduğu için yan düşmüş, tapası sağlam kalmış, bu mehabetli lâğam ateş almamıştı.
Vakayı gören bir nefer, siperinden fırlayıp sapından tuttuğu tehlikeli bombayı omzuna aldı ve İngilizlerin bir saniye kesilmeyen ateşi altında siperler üzerinden atlayarak kestirme bir yoldan bataryanın yanına geldi. Bu sefer bomba hakikî hedefini buldu.
Tarih, böyle kahramanların isimlerini yazmaz; fakat İkinci Gazze Muharebesinin son gününü görenler on birinci bölüğün ismini unutamazlar.
Bir alay kumandanı daha garip bir hâdiseye tesadüf etmişti, bir akşam kıtalarının İngiliz siperlerine taarruza gönderdi, sabahleyin alayını tanımak mümkün değildi. Çünkü hepsi siperdeki askerleri soyup esvaplarını giyinmişlerdi. İngiliz biçimi ceketler, sıcak iklimler için yapılmış kısa pantalon, Anadolu askerinin üstünde o kadar tuhaf duruyordu ki kendileri bile gülüyorlar. Fakat çokları kısa pantolonları sevmediler, kimi don yerine, kimi paçavra yerine kullandı. Ganimetler arasında nefis diş macunlarını bulup iştiha ile yiyen neferler var. Bu naneli ve lezzetli şeyden o kadar hoşlanıyordu ki, gümüş paraya bile satmıyorlar.
Bulmadığım zaman hiç yememek, bulduğumuz zaman sonuna kadar yemek zaten âdetimizdir. İngilizler bir defa bundan istifade etmek istediler. Bir gün bizim kıtalardan biri düşman siperlerinin önüne gerilmiş tel örgülerinde konserve kutuları gördü. Herkes hiç kimseye söylemeyerek gecenin gelmesini bekledi. Sonra içlerinden bir tanesi karanlıkta gizlice siperden çıkıp sürüne sürüne tel örgüye gitti. Bilir misin, bu kutular içinde ne vardı? El bombaları… Kapak o suretle düzeltilmişti ki sert bir temasla bomba ateş alıyordu. İlk tecrübe o kadar pahalı geldi ve etrafa ibret verdi ki, bütün askerler hakiki konservelere bile artık el dokundurmaz oldular.
Dolaşan nöbetçilerimizden biri, bir gece arkasını dönüp duran bir İngiliz neferi görmüştü. Kendi kendine şu iki hali düşündü: Bunu tüfekle vursa bütün İngiliz siperinin ve Türk siperinin kurşunları bu şüpheli sesin üstüne yağacaktı. Süngüyle vurup öldürse, diri ve esire vaat edilen beş altından beyhude mahrum kalacaktı. Aklına garip bir çare geldi: Kim bilir, nerede giydiği çorabını ayağından çıkarıp sol avucuna gizledi ve evvelâ ensesine bir yumruk vurup şaşırttıktan sonra erin ağzına bu bezi soktu. Esir ayıldıktan sonra şöyle diyormuş: “Evvelâ bir yumruk vurdu, sersemledim; sonra ağzıma bilmediğim bir zehir tıktı, işte bu zehirle bayıldım.”
Bir gün binlerce ufkun biri, birkaç sivri nokta üzerinde bükülür. İşte bir avuç askerin iki seneden beri Muhammed için dövüştükleri yer burasıdır. Yazın Medine’de dizler bir odayı bile dolaşmaya tahammül edemez. Şehirliler bütün günlerini kalın duvarlar içinde ve dolup boşalan su kaplarının yanında geçirirler. Medine kum ufukları, rengârenk taş dağlar, Mekke’ye giden çöller, Cidde’ye, Necid’e, Şam mamurelerine giden bitmez tükenmez çöller arasında taş evlerden ibaret bir yerdir. Kalbini dökmek için dili olmayan saf ve bütün kahramanlar gibi sessiz Anadolu, kanını dökerek Peygambere aşkını anlatıyor.
Yemen kahramanları ne yapıyor?
Onlarla sulh vaktinden beri temas etmedik. Ara sıra Neccablar, uzak yerlerden köylere unutulmuş adamların sıhhat mektubunu getirir gibi, onlardan bize haber getiriyordu. Yemen’de harb edenler belki bizim bugünkü üniformamızdan, cephemizden, harplerimizden bile haberdar değildir.
Yemen’i hiç bilmiyorum; belki güneşi Şeria güneşinden daha sıcak, çölleri Hicaz çöllerinden daha kuru, daha nihayetsizdir. Fakat bunun ne ehemmiyeti var, her tarafta bir neslin kahramanları var; kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir.
***
Falih Rıfkı Atay
Pozitif Yayınları
Falih Rıfkı Atay 1894’te İstanbul’da doğmuştur. Öğrenimini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde yaptı. 1908 devriminden sonra “Tanin” gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bir süre sonra, oradan Dahiliye Husisi Kalemi’ne kâtip olarak geçti. Falih Rıfkı Atay Birinci Dünya Savaşı’na yedeksubay olarak katıldı. Bir süre sonra 4. ordu komutanı Cemal Paşa’mn emir subayı olarak, Kudüs’te ve Suriye’de bulundu.
OLBERG
İstanbul, 1 Haziran 1956
Acaba buna “Hacılar Hanı” diyebilir miyiz? Zeytindağı üstünde ve geniş bir çamlığın ortasında idi. Banyolu odalarına bakarsanız bir Alman oteline, kiliseli parçasına yaklaşırsanız bir manastıra, başörtülü ve hastalarından haber götürür gibi dolaşan şivesterleri ile bir kliniğe de benzer. Birinci Dünya Harbinde Dördüncü Ordu karargâhı idi.
Ölberg, Zeytindağı’nın Almancası. Cebelizzeytûn Arapçası; Zeytindağı, sadece kitabımın adı.
ÖZET
Celal SANCAR
ANKARA/30.04.2015 İKTİBAS DERGİSİ