YENİ TÜRKİYE’NİN ÇÖZÜM SÜRECİ…

ABDULLAH PAMUK

VAN 13.04.2015 09:48:12 0
YENİ TÜRKİYE’NİN ÇÖZÜM SÜRECİ…
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Yeni Türkiye’nin Çözüm Süreci, değişen bölge ve dünya dengelerinin açtığı koridorda kendi ideolojisi ve mantığı çerçevesinde “yolun sonu”na doğru yaklaşmaktadır. Ve sürecin “kanlı mı, yoksa kansız mı olacağı” dünya dengeleri ve bunun bölgedeki değişim sürecine yansımasının niteliğinin yanında Kürt grupları ve Yeni Türkiye’yi yönetenlerin liderlik kapasiteleriyle doğrudan ilişkilidir.
Son zamanlarda yaşanan gelişmeleri doğru okumamız önemli. Bir süredir yapıldığı gibi dönemsel gelişmelerle ilkesel olanının birbirine karıştırılmaya devam edilmesi halinde, değişen bölge dengelerini, sonuna doğru hızla yaklaşan fetret dönemini, en önemlisi de “Yeni Türkiye’nin Çözüm Süreci”ni doğru analiz edebilmek, bazı temel hususları ıskalamadan okumalar yapabilmek mümkün gözükmemektedir…
Bölgede yaşanan değişim süreci, 1. Dünya Savaşı sonrası kurgulanan Ortadoğu dengesinin 2. Dünya Savaşı ile birlikte revize edilmesi, başat hegemonik güçlerin çıkarlarına uygun hale getirilmesiyle ortaya çıkan İsrail merkezli dengeleri sarstı. Daha doğru bir ifadeyle değişen dünya ve bölge şartlarına paralel bir yeni denge arayışını kaçınılmaz hale getirdi. Ne var ki bu zorunluluğun gündeme taşıdığı projeler, yeni denge arayışında mutabakatın sağlanamaması ve en önemlisi de İsrail’in güvenliğinin yeni şartlara uygun bir mekanizmayla garanti altına alınamaması nedeniyle küresel güçler arasında ihtilaflara neden oldu. Dolayısıyla Değişim Süreci’nin inkıtaya uğraması, bir geçiş dönemi yaşanmasını zorladı. Değişim Süreci’nin Suriye’de sonuca ulaşamaması ve sonrasındaki “vekaletler savaşı”, Mısır’daki kanlı darbe, Tunus’ta yaşananlar söz konusu fetret döneminin yansımalarıydı. Suriye’deki değişim talebinin farklı bir çizgiye evrilmesi, küresel odakların dönemsel hesapları Irak’ta, Suriye-Irak ekseninde derin ayrılıkları ve kanlı çatışmaları beraberinde getirdi… Bahse konu konjonktürel hamlelerin yansımaları, bölgede meydana gelen kanlı operasyonlar bir stratejinin ürünü olarak sistematik bir hale getirildi… Kaçınılmaz olarakta bu hamlelerin bölgeye ve Yeni Türkiye’ye yansımalarının etkisi artmaya başladı. Gezi olayları, 17/25 Aralık Operasyonu, söz konusu fetret döneminin Yeni Türkiye’deki önemli yansımalarıydı…
Ne var ki, bölgede yaşanan değişim sürecinin bir geçiş dönemiyle revize edilme dönemi de değişim sürecinin niteliğiyle ilgili değerlendirmelerde olduğu gibi hatalı bir okumaya tabi tutuldu. Tüm bu yaşananların bir geriye dönüş olduğu görüşü ve Batı’nın “çifte standart”ını öne çıkaran yaklaşımlar belirleyici oldu. En vahimi de bölgedeki değişim sürecinin stratejik ülkesi/“Model Ülkesi” Yeni Türkiye’nin misyonu gereği ortaya koyduğu “değer” merkezli politikasına amacını aşan anlamlar yüklendi. “İlkesiz şiddeti”/dehşeti bir yöntem olarak kullanan yapılar öne çıkarılarak, bir yandan yapılanlar meşrulaştırılmaya çalışılırken diğer yandan da algı yönetimi tekniği etkin bir şekilde kullanılarak İslam karşıtı bir atmosfer oluşturulmaya çalışıldı. Daha doğrusu bölgedeki Değişim Süreci’nin ideolojik ekseninde yer alan “Ilımlı İslam” anlayışının daha da yumuşatılması ve bölge insanı için tek çıkış olarak kabul edilmesi istenildi. Bu arada da bölgedeki yeni denge arayışı ve İsrail’in güvenliğinin yeni şartlarla uygun hale getirilmesi için stratejik hamleler gündeme gelmiş oldu…Kısaca ifade etmemiz gerekirse bu dönemsel gelişmeler, değişim sürecinden geriye dönüş anlamına gelmediği gibi Batı’nın sık sık başvurduğu emperyal amaçlarına ulaşma yönteminin yeni bir örneğinden başka anlamda taşımıyordu. Dolayısıyla bu gelişmeler ve Türkiye’ye yansımaları da bölgenin yeniden yapılandırılmasında stratejik öneme sahip ülkesi Yeni Türkiye’nin çökertilmesine yönelik hamleler değildi. Zaten böyle bir şeyin olması da düşünülemezdi…
Dikkatli bakıldığında, küresel güç odakları ve bölgesel uzantılarının, iki stratejik çizgide zaman zaman karşı karşıya gelmelerinin yanında mutabakatlarınında ıskalanmaması ve doğru bir zemine oturtulması gereği ortaya çıkacaktır. Mısır’daki kanlı darbede, Suriye-Irak eksenindeki gelişmelerde bu iki “stratejik akıl”ın aldıkları pozisyonların, zorunlu birlikteliklerinin doğru okunması gerekir. Keza malum güç odaklarının (üst akıl’ın) Mısır’daki fonksiyonu ile, bir süredir hazırlığını yaptıkları IŞİD projesini devreye sokarak bölgedeki değişim sürecinin seyriyle ilgili operasyonlar yapmaları ve diğer “stratejik akıl”ın bunlara karşı zaman zaman sessiz kalması doğru analiz edilmelidir… Ne var ki bir süre sonra ISİD fonksiyonelliğini giderek yitirdi; hatta kontrolü güç bir terör örgütü haline gelmeye başladı… İşte tam da bu safhada bölgede yeni bir döneme işaret eden gelişmeler yaşanmaya başladı: Suudi Arabistan’da kral öldü, yeni kralla birlikte Suud politikalarında keskin değişim sinyalleri alındı… Rusya Ukrayna’da yaşadığı sıkıntıları hafifletmek için bir taraftan AB’ne mesajlar veren hamleler yaparken diğer taraftan da Suriye’den çıkış için uygun çözüm arayışına girdi… ABD ile Yeni Türkiye arasında bir süredir devam eden, bir anlamıyla sürüncemede kalan anlaşma, Suriye’deki muhalifleri “eğit-donat” anlaşması imzalandı… Filistin sorununda bölgedeki yeni denge arayışına paralel yeni gelişmelerin, “sessiz adımlar”ının yanı sıra Yeni Türkiye –İsrail ilişkilerinde gerginliği azaltacak girişimler, sessiz ve derinden, hızlanmaya başladı.(Konuyla ilgili İsrail’deki seçim söylemleri aldatıcı…) Lübnan’daki dengelerin hızla değişmesi ve yeni denge arayışlarında İran’ın önemli kararların arefesin de olması… Ve bölgedeki gelişmeler ve yeni arayışlarla çok yakından alakalı ve Yeni Türkiye’nin stratejik öneme sahip yeni konumu ve misyonuna uygun duruşunu koruyabilmek adına gerçekleştirdiği Şah-Fırat Operasyonu…
Şüphesiz Şah-Fırat Operasyonu bölgedeki gelişmelerin doğru algılanabilmesi ve en önemlisi de Yeni Türkiye’nin Çözüm Süreci’nin geldiği aşama açısından kritik bir hamle. Altını çizerek belirtmemiz gerekir ki bu operasyon, iddiaların aksine bir geri çekilme değil; stratejik bir hamle, adeta bir ön alma harekatıdır. Fetret döneminin sonuna doğru yaklaşıldığına yönelik güçlü işaretlerin alındığı bir safhada, Yeni Türkiye’nin, misyonuyla ters düşecek hamlelere mecbur bırakılması, kendi kararı olmayan operasyonlara zorlanması mahiyetindeki provokasyon ve komplikasyonları önlemeyi, riskleri en aza indirmeyi amaçladığı anlaşılan bir planlama…
Bu operasyon bir kez daha göstermiştir ki Yeni Türkiye, Suriye ve Suriye-Irak eksenindeki gelişmeler iç kamuoyunu etkilese, hassasiyetlerine dokunsa dahi stratejik misyonunun gereği olan pozisyonunu korumak için her yola başvurmaktadır. Daha doğrusu bunu kendi duruşunun, temel politikalarının bir gereği olarak görmektedir. Aynı zamanda bölgede yaşanan geçiş dönemi tüm kaygan zemine rağmen Çözüm Süreci’nde önemli aşamalar katetmeye devam etmekte, bölgedeki Kürt gruplara, yeni şartlarda gelecek arayışlarının Yeni Türkiye’siz olamayacağını yaşanan ibret verici gelişmelerle anlatmaya, her türlü kışkırtmalara rağmen ikna etmeye çalışmaktadır…
Yeni Türkiye’nin Çözüm Süreci, değişen bölge ve dünya dengelerinin açtığı koridorda kendi ideolojisi ve mantığı çerçevesinde “yolun sonu”na doğru yaklaşmaktadır. Ve sürecin “kanlı mı, yoksa kansız mı olacağı” dünya dengeleri ve bunun bölgedeki değişim sürecine yansımasının niteliğinin yanında Kürt grupları ve Yeni Türkiye’yi yönetenlerin liderlik kapasiteleriyle doğrudan ilişkilidir. Tarafların bölgede yaşanan değişim süreci ve bu sürecin tabiatından kaynaklanan dönemsel gelişmeleri doğru okumaları, mutabakatların güçlenmesini sağlayacak, süreci hızlandıracaktır. Aksi takdirde konjonktürel hesaplar birilerinin kısa vadeli seraplar görmesini sağlasa da sonuçta Çözüm Süreci ana ekseninde ilerlemeye devam edecektir. Nitekim bugüne kadar öyle de olmuştur…
 
 
ÇÖZÜM SÜRECİ VE YENİ ANAYASA
Çözüm Süreci’ni güçlü bir proje haline getiren şartları unutmadan ve bu süreci hazırlayan önemli adımlarla da bağlantısını koparmadan konuyu değerlendirdiğimizde öncelikle şunu ifade etmemiz gerekmektedir: Süreç, “sistem-içi” mücadelenin en keskin olduğu bir vasatta yoluna devam etmektedir. Bölgesel gelişmelerin zemininin kayganlığının yanı sıra Haziran-2015’de ortaya çıkacak seçim sonuçlarının Çözüm Süreci’ni güçlü bir yasal zemine kavuşturacak yeni anayasa ve Yeni Türkiye’nin yönetim biçimi değişikliğinin önünü açacak olması da tartışmaların iç ve dış boyutlarını şiddetlendirmektedir. Konuyla ilgili tartışmalarda bu temel gerçeklikler hep göz önüne alınmak zorundadır. Aynı zamanda Çözüm Süreci’nin önemi ve üzerinde ilerlediği zeminin farkında olan Yeni Türkiye kadrolarının yanı sıra sürecin sonuçlanması yolunda kritik önemde bir aktör olan Abdullah Öcalan’ın da tüm kafa karışıklıklarına, sosyalist ideoloji ile idealleştirdiği demokrasiyi telif etme çabalarındaki açmazlarına rağmen durduğu yer süreç açısından stratejik öneme sahip gözükmektedir. İmralı’da uzun süre askeri kadroların kontrolünde olan Öcalan’ın sivil/Yeni Türkiye kadrolarıyla muhataplığının süresi çok olmasa da karşılıklı diyaloğun süreci hızlandırdığı bir gerçek. Her ne kadar “sistem-içi” mücadele de eski Türkiye unsurlarıyla birlikte hareket eden PKK ve türevi yapılardaki malum odaklar, Öcalan faktörünün “olumlu” etkisini, pazarlık gücünü arttırma sütresi arkasına sığınarak azaltmaya çalışsalar da sürecin geldiği aşama bu tür engellemelerin eskisi kadar etkili olmasına fırsat tanımamakta, boşa çıkarmaktadır. Alınan mesafe ve yaşanan çatışmasızlık halinin; eski Türkiye’nin redci, asimilasyoncu, etnik temelli zulümlerine duydukları tepkinin ötesinde inanç temelli birlikteliğe itirazı olmayan, hatta yaşadığı psikolojik travmayı atlattığında barışı, bir arada yaşamayı güçlü bir şekilde destekleyeceğinden şüphe edilmeyen bölge insanında çözüm sürecine, anlayabildiği boyutlarıyla, güçlü ve artan desteği de kimsenin görmezden gelmemesi, ıskalamamsı gerekmektedir. Lakin bölge insanının sürece desteğinin yanı sıra bazı kaygılarının da henüz giderilmiş olmadığı da yöneticilerce görmezden gelinmemelidir.
Bölgedeki gelişmeleri takip edenlerin yakinen bildikleri gibi, Yeni Türkiye kadrolarının yeni düzeni inşa etmek adına eski Türkiye’nin derin yapılarıyla mücadelesiyle ortaya çıkan boşluk dönemsel gelişmelerden de yararlanan örgüt tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Öyle ki; tüccar ve işadamlarına vergi salınmış, talimatlarına uymayanlar yargılanmış, hatta özel hukuku ilgilendiren sorunlara dahi müdahil olan sorumlu “komiser”ler atanarak bölge kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Çözüm Süreci’nin ortaya koyduğu nazik durumdan yararlanan örgüt, bu çalışmalarında kısmen de başarılı olmuştur… Bu ve benzeri geçiş dönemi sancıları yaşayan Yeni Türkiye, sadece eski Türkiye unsurlarına ve uluslararası uzantılarına/Batı’ya değil, aynı zamanda “doğu”ya da, yaşanan gelişmeler ve çatışmasızlıktan umutlanan, barışa yönelik adımları önemseyen bölge halkı ve ittifak içinde olduğu yapılara karşı da güç durumda kalmıştır… Ve bir süre sonra bu sorun, İmralı ile yapılan görüşmelerin ilk maddesi haline gelmiş; silahlı güçlerin yurt dışına çekilmesi tekrar gündeme alınırken aynı zamanda “tahkim edilmiş çatışmasızlık” kavramı da Ağustos-Eylül (2014) dönemi görüşmelerde ele alınmıştır.
Bölge insanını tedirgin eden, Çözüm Süreci’nin ilerleyişini olumsuz yönde etkileyen bu tür gelişmelerle ilgili tecrübeler İmralı ile ciddi düzlemde ele alınarak ‘kamu düzenini bozucu faaliyetlerin tek taraflı önlenmesi’ yönünde karar alındığı bilgisi dışarıya yansıtılmıştır. Böylelikle kırsalda çadır kurma, mahkeme oluşturma, şantiye basma, adam kaçırma, vergi salma, hendek kazma vb. YDGH(Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) faaliyetlerine son verilmesi beklentisi oluşmuştur. Ne var ki, tam da bu aşamada 6-8 ekim olaylarının meydana gelmesi ve bölgede kaos oluşturulması, katliamlar yapılması, süreçle ilgili bu kritik dönemeçte bazı odakların örgütte ve devletin içindeki malum unsurlarla işbirliği halinde neler yapabileceğini bir kez daha ortaya koymuştur. Her şeye rağmen Öcalan ile görüşmeler sonunda bu tür provakasyonların bir daha olmaması, bölgede bir arada yaşamayı engelleyen faaliyetlerin önlenmesi, sürecin geldiği aşamanın sonuçlarının somut olarak daha net görülebilmesi için bir irade ortaya konulabilmiştir…
Çözüm Süreci’nde gelinen bu yeni aşama, eski Türkiye’nin reflekslerini son kez güçlü bir şekilde yansıtan bir projeyi (28 Şubat Postmodern darbesini) çağrıştıran ilginç bir tarihte (28 Şubat 2015), Dolmabahçe Sarayı’nda hükümet yetkilileriyle HDP heyetinin bulunduğu bir ortamda süreçle ilgili 10 maddelik bir metnin kamuoyuna duyurulmasına vasat hazırlamıştır. Böylelikle, daha önce alt yapısı oluşturulan süreçle ilgili ana başlıklar ilan edilerek spekülasyonlara da son verilmiş oldu. Her ne kadar söz konusu metin, yüzeysel bakışla Abdullah Öcalan’ın “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” kitabından (2010 basımı) izler taşısa ve tarafların demokratik Cumhuriyet’in temellerini belirleyecek anayasa konusunda farklılıklarını da yansıtıyor gözükse de, ana hatlarıyla bu metin, Yeni Türkiye’nin demokrasi, demokratik Cumhuriyet anlayışıyla paralellik arz etmektedir. Zira her ki zihniyetinde, bir bakıma kendi kültürel değerleriyle (sözde evrensel) Batılı değerleri uzlaştırmaya çalışarak bir çıkış arayışı içinde oldukları çok açık. Bu da metnin bölgedeki yeni denge arayışının ideolojik ekseniyle telif edilebilir bir düşünsel ve siyasal temele sahip olduğu sonucuna götürür.
Çok net olarak ifade edelim ki 2015 Nevruz’unda Çözüm Süreci yeni bir aşamaya taşınmıştır. Konuya sürecin ana çizgisini dikkate almadan, sadece somut adımlar açısından bakanlar, bu Nevruz ile 2013’te ortaya konan çözüm iradesi ve çerçevesi üzerine fazla ilaveler yapılmamış olduğunu söyleyebilirler. Ancak bu yaklaşım sahipleri 2015 Nevruz’unda arkada bırakılan dönemsel taktik hamlelerin tecrübesiyle gündeme gelen Çözüm Süreci ile ilgili yasal çerçevenin meclisten geçmesini doğru okumak durumundadırlar. Aynı zamanda silah bırakma iradesini gerçekleştirmek üzere örgütün Öcalan tarafından Kongre’ye davet edilmesi de çok kritik bir adımdır. Sadece güvenlik güçleriyle çatışmama değil, bununla beraber, Kürtler başta olmak üzere toplumun tüm kesimleriyle çatışmama, birlikte yaşamanın pratiğine yönelik kararlar (tahkim edilmiş çatışmasızlık) gelinen aşamanın önemini ortaya koyacak nitelikteki adımlardır…
Ne var ki, Türkiye’de devam eden “sistem-içi” savaşın geldiği aşama, dolayısıyla muhaliflerin ikircikli bir dil kullanmaları zaman zaman ciddi sıkıntılara neden olmaktadır. Muhalefetin bu kışkırtıcı, tahkir edici, dışlayıcı politik söylemleri ve son çare HDP kadrolarını kendi stratejileri doğrultusunda yönlendirme gayretleri Yeni Türkiye’nin ulaştığı güce rağmen hala yeterince etkin bir karşılık bulduğu söylenemez. Dolayısıyla Yeni Türkiye’de fiilen gerçekleşmiş gözüken yönetim biçimi değişikliğini resmileştirmeye gebe Haziran-2015 seçimleri öncesi tansiyonun daha da yükselmesi, yüzde 10 barajını aşmak isteyen HDP’nin özellikle bölgede agresif çıkışlar yapması beklenilebilir.
Bu bağlamda, Çözüm Süreci’ne Yeni Türkiye’nin ideolojik ekseninde yaklaşan çevrelerin güçlü umutlarını yansıtmalarına karşın, süreci eski Türkiye reflekslerine ve kendilerini bu reflekse mahkum eden/mecbur eden “sistem-içi”n de ki mücadeleleri düzleminde değerlendirenler ise gelişmelerden hiçte hoşnut gözükmemekteler. Geçmişte üzerinde uzun uzun durdukları, araştırmalar yaptıkları İrlanda, Güney Afrika arasında mekik dokudukları çözüm örnekleri ve bunlardan kendilerinin beklediklerinin ötesinde bir süreçle karşı karşıyalar… Yeni Türkiye’nin ideolojik çizgisiyle paralel bu süreç, haliyle muhalifleri rahatsız etmektedir. Çözüm Süreci’nin son çağrılarla birlikte somut sonuçlara doğru yol alması sadece bahse konu liberal solcuları işkillendirmemekte aynı zamanda hızla ulusalcı bir çizgiye oturan sol çevreleri, eski düzenin muteber çevreleri; Kemalistleri, malum milliyetçileri de ciddi olarak endişelendirmektedir… Dolayısıyla gerek “sistem içi” mücadelede üst üste aldıklar seçim yenilgileri ve gerekse de Çözüm Süreci’nin geldiği aşama muhalefeti, bir blok halinde AKP/AK Parti düşmanlığına, daha net bir ifadeyle Erdoğan’ı itibarsızlaştırarak, “şeytanlaştırarak” sonuç alabilecekleri vehmine sürüklemiş bulunmaktadır. Önümüzdeki seçimlerde yeni anayasa yapacak bir çoğunluğun öyle ya da böyle sağlanabilmesi ihtimali muhalefeti iyice zıvanadan çıkarmaktadır. Çözüm Süreci’nin somut sonuçlarının ortaya çıkmasıyla kontrolü tamamen kaybedeceğini düşünen malum çevreler, süreçle ilgili gelişmeleri; mutabakatları, atılan somut adımları itibarsızlaştırmakta, süreci sabote etmenin yollarını aramaktadır. Bu çerçevede, ‘siyasi iktidarın Kürt hareketini kandırdığı’, Çözüm Süreci’nin artık ‘sona doğru yaklaşan AKP’yi kurtarma planına’ dönüştüğü iddialarıyla Marksist bir ideolojik çizgiye sahip PKK ve türevlerinin üst kadrolarını etkilemeye çalışmaktadırlar… Geleneksel inançlarına bağlı olanların büyük çoğunluğu teşkil ettiği bölgede eski Türkiye döneminde yaşananların etkisiyle Sosyalist değerlere sahip örgüte kısmen itibar ediyor gözükmesi şüphesiz aldatıcıdır. Zamanla daha rahat değerlendirme yapma ihtimali güçlü bölge insanının PKK’ya ve PKK’yı kendi amaçları için yönlendirmeye çalışanlara prim vermesi mümkün gözükmemektedir. Bırakın inançlı bölge insanını, bölge gerçekliğinin farkında olduğu anlaşılan bir HDP’li bile bunları çok net ifadelerle itham etmektedir: HDP’li yetkili diyor ki: “Peki ne istiyor bu insanlar bizden?” Bu yapılanın anti-tezi savaşmaktır. Onu mu istiyorlar bizden? Yıllardır bu işin müzakere ile çözülmesini isteyen, silahsız çözümü savunanlar şimdi niye karşı çıkıyorlar? ’Sattınız’ söylemi bizim adımıza savaşın demek”…
Çözüm Süreci’nin geldiği önemli aşamaya rağmen sürecin taraflarının ilişkilerindeki soğukluk, İmralı dışındaki aktörlerin büyük bir kısmına hükümetin güven duymaması, onlarında hükümete, dolayısıyla AKP’den çok muhalefeti kendilerine yakın bulduklarını hissettirmeleri gerçekten ilginç. Ve bu durumun pazarlık payını arttırmak, seçimlerde oy geçişkenliği iyi olan iki siyasi parti olmalarından kaynaklanan nedenleri yanında asıl belirleyici hususun ideolojik farklılıktan kaynaklandığı ifade edilebilir. Bu çerçevede Çözüm Süreci’nin son aşamasında gündeme gelen İzleme Komitesi/Gözlem Heyeti, bir zamanlar HDP’nin çok istediği “Üçüncü Göz” tartışmalarını; taraflar arası klasik gerginliğin yeni bir yansıması olarak görmek mümkündür. Süreç açısından “olmazsa olmaz” addedilmeyen bu konunun seçim sürecinde kullanılması, hele yüzde 10 barajını aşmaya çalışan HDP tarafından speküle edilmesi anlaşılır bir durumdur. Ancak, bu sürecin önemli aktörü R.T. Erdoğan’ın konuyla ilgili hükümeti eleştirmesi sürpriz bir gelişme. Hükümetin Dolmabahçe Toplantısı’nda verdiği görüntü ve hükümetin sıcak baktığı izleme heyeti konusunda farklı görüşte olduğunu dillendirmesinden çok bu söylemin zamanlaması ve üslubu bizce önemsenmelidir. Erdoğan’ın liderlik tarzıyla pek çelişmese de kullandığı üslup birçok tartışmaya zemin hazırlayacak bir niteliğe sahip. Ama kritik bir seçime gidildiği bir atmosferde Çözüm Süreci’nin gidişatı ile ilgili toplumdaki bazı kesimlerin kaygılarına tercüman olan içeriğiyle R.T. Erdoğan’ın söyleminin siyasi bir dilin ürünü olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Ne var ki hükümet sözcüsü sıfatı da taşıyan Bülent Arınç’ın Erdoğan’a cevap niteliği taşıyan söylemleri ve bunu daha sonraki günlerde de sürdürmesi tam anlamıyla bir “düz mantığı” yansıtmaktadır. Bu çerçevede söz konusu açıklamanın sahibi ve ona cevap yetiştiren AKP’lilerin Çözüm Süreci gibi çok boyutlu, bölgesel ve küresel gelişmelerden de etkilenen derin konularda söz söyleyebilecek yetkinlikte olup olmadıklarının tartışılıyor olması hiçte garipsenecek bir durum değildir…
Son planda Yeni Türkiye’nin Çözüm Süreci, tüm olumsuzluklara, yukarıda örneklemeye çalıştığımız dönemsel provakasyonlar ve muhtemel yeni versiyonlarına rağmen yoluna devam etmektedir. Hızla sona doğru yaklaştığı da çok açıktır. Ama unutulmamalıdır ki bu süreç değişen dünya ve bölge dengelerinin açtığı alanda yol almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşma modellerinden biri olan jakoben, tepeden inmeci, redci, inkarcı ve kendi insanının değerleriyle savaş halinde olması ve bu kurgunun hegemonik stratejilerinin geçerliliğini yitirmesi, yolun sonuna gelmesinin ne anlama geldiği doğru anlaşılmalıdır. Aynı zamanda iç içe geçmiş tuzaklarıyla; ideolojik savaş/zihinsel kuşatma boyutunun ön plana çıktığı eskinin yerine ikame edilen yeni modelin, özde eski düzen ile aynı referansa sahip olması ve yeniden yapılandırılmaya çalışılan bir yapıyla Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Acemiyle insanlarımızı nereye doğru evirmeye çalıştığının da farkında olmak durumundayız. Ve bu ilkesel gerçekliği ıskalamadan gelişmeleri ve Çözüm Süreci’ni değerlendirmek, hiç şüphesiz duruşumuzu yansıtması açısından çok büyük öneme sahiptir.