Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi

'1945'te Nâzım Hikmet'in de uzun süredir yattığı Bursa Cezaevi'nden nakledilen ressam İbrahim Balaban'a göre 'İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi.'

VAN 24.02.2013 13:01:35 0
Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi
Tarih: 01.01.0001 00:00

Ayşe Hür'ün araştırması:

Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi

“Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grevé Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.”

Michel Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı ünlü ve önemli kitabı böyle başlar. Bu anlatı dönemin gazetelerinden birinden alınmadır. Gazeteci, “Sonunda onu parçaladılar” diye devam eder, “bu sonuncu işlem çok uzun sürdü, çünkü kullanılan atlar, çekmeye alışık değillerdi, bu yüzden dört yerine altı tane koyak gerekti, bu da yetersiz kaldı, talihsizin kalçalarını kopartmak için sinirlerini kesmek ve eklemlerini baltayla parçalamak gerekti...” Ardından tüm detaylarıyla infazı anlatır. Yüzlerce, belki binlerce kişinin izlediği öyle korkunç bir infaz törenidir ki bu, okurken başınız döner, mideniz bulanır, beyniniz karıncalanır, gözleriniz yaşarır, boğazınız düğümlenir. Kime isyan edeceğinizi şaşırırsınız. Sonunda insan olmaktan utanırsınız....

‘Karanlık bir şenlik’ olarak ceza

Lise tarih kitaplarımızda ‘Karanlık Çağ’ diye adlandırılan yüzyıllarda geçmez bu infaz töreni, ‘Aydınlanma Çağı’nda geçer. Neyse ki Damiens dört parçaya ayrılarak halkın gözleri önünde öldürülen son kişidir. Birkaç on yıl sonra, Foucault’nun deyişiyle artık ‘cezayı karanlık bir şenlik haline çeviren uygulamalar’ yok olmaya yüz tutacaktır. Suçun herkesin önünde itiraf edilmesi Fransa’da 1791’de kaldırılmış; kazığa bağlama Fransa’da 1789’da, İngiltere’de 1837’de ilga edilmiştir. Damgalama, Fransa’da 1832’de, İngiltere’de 1834’te kaldırılmıştır. Hainlerin parçalanmasına İngiltere’de 1820’den sonra bir daha kalkışılmamıştır. Mahkûmların sokak ortasında veya şehirlerarası yollarda çalıştırılmaları, demir boyunduruklu, özel kıyafetli, prangalı olarak halkın arasından geçirilmeleri türü ‘seyirlik’ uygulamalar 19. yüzyılın ilk yarısında hemen her ülkede kaldırılmıştır. Buna karşılık, cezalandırma gündelik algılama alanını terk ederek soyut algılama alanına girmiş; infaz, adeta mahkûmla ‘adalet’ arasında garip bir sır halini almıştır. İşte son yıllarda kurduğumuz pek çok cümlenin mütemmim cüzü haline gelen hapishaneler bu yeni, bu ‘modern’ aşamanın ürünüdür.

Dev bir Panopticon

İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni Jeremy Bentham’ın 1785 yılında, muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı ‘modern’ hapishane modeli Panopticon [‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek] adını taşıyordu. Bentham’ın Panopticon’u birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı.
Panopticon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.
Burada bir parantez açalım. Bentham’ın tasarladığı mükemmellikte bir Panopticon henüz inşa edilmedi ama bugün neredeyse tüm toplumsal yaşama Panopticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları, fabrikalar, hatta sosyal medya birer Panopticon haline dönüşüyor. Tüm dünya devasa bir Panopticon’a dönüştürülüyor.

Parantezi kapatıp devam edersek, Foucault’nun işaret ettiği gibi ‘modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (Bu açıdan bakıldığından 1980 sonrasının Mamak ve Diyarbakır hapishaneleri bu ‘Karanlık Çağlar’a ait yüz kızartıcı birer örnektir.)

Evet, bu modern sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası hedef artık beden değil ruhtur.

Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, ortaçağın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi vb. vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hissetmez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir.

Osmanlı’da ceza sistemi

Tanzimat’a (1839) kadar, aynen Avrupa’da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı devletinde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan hapislik de kısa sürerdi.
Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük, Farsça kökenli ‘zindan’ idi. Ağır suçlular ise ‘tomruk’ denilen hapishanelere konurdu. Bir de ‘salma tomruk’ denilen açık hava hapishaneleri vardı.

İlk zindanlar hisarlardı. Örneğin çeşitli nedenlerle Konstantinopolis’in fethine karşı çıkan Çandarlı Halil Paşa, fetihten (29 Mayıs 1453) kısa süre sonra Altın Kapı’nın kafeslerinden (pilon) birinde idam edilmişti.

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Yedikule Hisarı da asırlarca zindan olarak kullanılmıştı. Burada ağırlıklı olarak Osmanlı devletinin savaştığı ülkelerin elçileri, yabancı siyasi suçlular ve sarayın gözden çıkardığı Osmanlı devlet adamları hapsedilirdi. Yedikule’nin ünlü konukları arasında 1461’de Fatih tarafından varlığına son verilen Trabzon Rum İmparatorluğu’nun son imparatoru David Komnenos ve oğulları, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’dan getirdiği son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil, 1618’de Kırım Hanı Mehmet Giray, 1703’te Ermeni Patriği Avedik ilk akla gelenler.

Baba Cafer Zindanı

Eminönü’nde, Haliç kıyısındaki Baba Cafer Zindanı ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) İstanbul’a gelen Melchior Lorichs tarafından çizilen ünlü İstanbul gravüründe yer almıştı. Bir Alman elçilik heyeti ile 1553-1554 arasında İstanbul’a gelen Hans Derschwam adlı seyyahın anlattığına göre 8 Aralık 1554’te çıkan yangında zindanın kapıları açılmış ve tüm mahkûmlar salıverilmişti. (1539 tarihli bir belgeye göre de Topkapı Sarayı civarındaki Subaşı Zindanı’nda (?) çıkan yangında, kapılar açılmadığı için 700 tutuklu yanarak ölmüştü. Anlaşılan bu olaydan ders alınmıştı.) Asırlarca ‘adi’ erkek suçluların hapsedildiği zindan II. Mahmud döneminde (1808-1839) fahişelikten suçlu bulunan kadın mahkûmlara tahsis edildi.
1831’de hisar ve burçlar hariç, zindanlarda yatanlar Sultanahmet’teki (Pargalı) Makbul/Maktul İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümünde açılan Hapishane-i Umumi’ye nakledildiler. 1839’dan itibaren Tanzimat reformları kapsamında ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ilkesi uyarınca ceza sisteminde bazı düzenlemeler yapıldı, 1851’de suçlar yeniden tanımlanarak yeni cezalar ihdas edildi, 1858’de Fransız Ceza Kanunu ile hürriyeti bağlayıcı cezalar, kürek cezası, kalebentlik ve hapis cezası olarak üç gruba ayrıldı.

Yine bu yıllarda Anadolu’nun dört bir yanında bu türden ‘modern’ cezaevleri açılmaya başlandı. Bunlardan en ünlüsü olan Sinop Cezaevi, 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi’nin anlatımıyla ‘üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı mahkûmu’ olan binlerce yıllık kale olup 1887’de resmen cezaevine çevrilmişti. Sinop aynı zamanda bir sürgün yeriydi. Örneğin 23 Ocak 1913’te ‘Babıâli Baskını’ ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine siyasi muhalifler ve İstanbul’daki serseri ve işsiz takımından oluşan 322 kişilik grup Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürülmüştü.

Bekir Ağa Bölüğü

Tekrar İstanbul’a dönersek, Beyazıt’ta, Harbiye Nezareti’nin (bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) kuzeydoğusunda yer alan Bab-ı Serasker Hastanesi’nin yerinde faaliyete geçen Bekir Ağa Bölüğü ise 1870’lerden itibaren aralıklı olarak yüksek düzeydeki siyasi ve askeri tutuklular için kullanılmıştı. Binası İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından 1841-1843’te tasarlanan ve inşa edilen bölük, adını savaşlarda yararlılık gösteren Bayındırlı bir zeybekten almıştı. Belgelendirilememiş olmakla birlikte, II. Abdülhamit’in koruması altında olan Bekir Ağa’nın mahkûmları ‘ıslah etmek için’ bolca işkenceye başvurduğu, halefi Salim Bey’in de uyguladığı işkenceler yüzünden ‘Tırnakçı’ lakabıyla anıldığı çeşitli hatıralarda yer aldı.
Bölüğün ilk önemli konuğu, 16 Haziran 1876 gecesi, bir cinayete kurban gittiği konusunda ittifak olan Sultan Abdülaziz’in intikamını almak için devlet erkânına bir suikast düzenleyen Çerkes Hasan adlı genç subaydı.

Savaş ve tehcir suçluları

1916’da bir hükümet darbesi düzenlemekten dolayı tutuklanan İttihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil’in, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘savaş ve 1915 Ermeni tehciri suçlusu’ İttihatçıların hapsedildiği Bekir Ağa Bölüğü’ndeki havayı, 10 Mart 1919’da başka bir olaydan dolayı gözaltına alınan gazeteci Ahmet Emin (Yalman) anılarında şöyle anlatmıştı: “Polis Müdürlüğü’nün üst katındaki açık teras kısa bir zamanda bir piyasa yeri haline geldi. Tal’at, Enver, Cemal, Dr. Bahaettin Şakir ve Dr. Nazım hariç olmak üzere bütün harp devrini temsil eden adamlar, eski Sadrazam Said Halim Paşa’sıyla, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’siyle orada idi. Vekiller heyeti kararıyla mevkuflarla ihtilat (tutuklularla konuşma) yasaktı. Bununla beraber yüksek makamlardan izin alabilen imtiyazlı ziyaretçiler akın ediyordu. Bu arada Mustafa Kemal Paşa da geldi. Mevkuflar arasındaki tanıdıklarıyla ve bilhassa Fethi Bey’le uzun zaman görüştü. Evlerden güzel yemekler geliyor, herkes birbirine ikram ediyordu. Okuyacak şey de boldu...”

Mustafa Kemal ‘kırım’ tutuklularını daha sonra da ziyaret etmişti. Aynı şekilde Kazım Karabekir de 13 Şubat 1919’da, yani Doğu’ya atanmasından bir gün önce, Bekir Ağa Bölüğü’ne veda etmeyi ihmal etmemişti.

Sabahattin Ali Sinop’ta

1916’da Sultanahmet Cezaevi (şimdi otel olarak kullanılan binada) ve Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi gibi ‘modern’ kurumlar açılmıştı ama Cumhuriyet dönemine devredilen Osmanlı cezaevlerinin durumu çok kötüydü. Bunlardan Sinop Cezaevi, 1932’de, tarihçi Cemal Kutay kendisini ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar edince önce 12 aya, temyizden sonra 14 aya mahkûm olan şair, yazar, gazeteci Sabahattin Ali’ye altı ay ev sahipliği yapmıştı. 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuşan Sabahattin Ali’nin ‘Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiri burada yazılmıştı.

1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi. Bakanlık bunun için İtalya’dan uzmanlar getirtti. Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri inşa edilmeye başlandı. Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi. Bu cezaevleri, 1929 Dünya Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme gelen ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu kurumlardı.

Mahkûm emeğinin sömürüsü

Bilindiği gibi devlet özellikle 1931’den itibaren ekonomiye hem düzenleyici hem de oyuncu olarak daha çok girmişti. 1932’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile çoğu Türkiye İş Bankası girişimi olan pek çok sanayi tesisi kurulmuştu. Zonguldak kömür, Keçiborlu kükürt, Karabük çelik, Ergani bakır, Gemlik ipek tesisleri bunlardan bazılarıydı. Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi. Ağırlıklı olarak köylü toplumu olan Türkiye’de henüz fabrikada çalışma geleneği oluşmamıştı. İşçiliği kabul eden kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun mevcuttu. Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir kaynaktı.

Pensilvanya Sistemi

‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nde ‘Pensilvanya Sistemi’ veya ‘İrlanda Sistemi’ denilen bir sistem uygulanıyordu. Türkçeye ‘Tedrici Serbesti Sistemi’ veya ‘Devre Sistemi’ olarak tercüme edilen bu sistem dört aşamadan oluşuyordu. Birinci aşamada mahkûm günlerini ve gecelerini hücrede geçiriyordu. Altı ay sonraki ikinci aşamada, mahkûm sadece gecelerini hücrede geçiriyordu. Gündüzler sessizlik içinde yürütülen çalışma ile geçiyordu. Üçüncü aşamada artık hücrede kalmak yoktu. Mahkûmların başka ayrıcalıkları da oluyordu. Eğer mahkûm inşaat, yol yapımı veya madencilik işlerinde çalışıyorsa cezasının her günü iki gün sayılıyordu. Son aşamada, mahkûm ağır cezalıksa cezasının dörtte üçünü, diğer cezalarda yarısını tamamlayınca salıveriliyordu.

1938’de çıkarılan 3500 sayılı kanunla ‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal kuralı haline gelmişti. Mahkûmlar, Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük’te demir ve çelik işletmesinde çalıştırılıyorlardı. Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarım yapıyorlardı.

Zonguldak’ta 22 bin mahkûm

Ucuz mahkûm emeği öylesine sevilmişti ki 1940 seçimleri sırasında bölgelerine giden milletvekilleri başkente yeni cezaevi talepleriyle döndüler. Örneğin Erzincan Milletvekili Salih Başotaç, Fırat Nehri boylarına bin mahkûmluk bir tarım cezaevi inşa edilmesini istemişti. Bilecik Milletvekili Dr. Muhlis Suner, Bilecik’in merkezinde bir tarım cezaevi talep etmişti. Burdur milletvekilleri, mahkûmların Sultandere linyit madenlerinde, Afyon milletvekilleri ise Kisarna’daki madensuyu tesislerinde çalıştırılmalarını talep ediyordu. Bu talepler yerine getirilemedi ama 1948’de, Zonguldak Havzası’nda çalışan 60 bin kişinin 22 bini mahkûm işçilerdi. Bu işçilere normal işçilerin onda dokuzu ücret tahakkuk ediyor, ancak ücretler tahliye olacakları güne kadar emanette kalıyordu. Tahliye olurken de birikmiş ücretin sadece yüzde 20’si kendilerine veriliyordu.

Çokpartili dönemin ‘liberal’ partisi Demokrat Parti, CHP’nin 1929-1950 arasında sadece 87 cezaevi inşa etmesine karşılık, 3,5 yıl içinde tam 149 hapishane inşa etmekle övündü ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gerek ekonomideki gerekse siyasi hayattaki liberalleşmeye paralel olarak mahkûmların ucuz işgücü kaynağı olarak kullanılmasına son verildi. Nihayet 1950’lerin ilk yarısında genelde ceza sistemi, özelde ise hapishaneler sistemi, mahkûm emeğinin merkezi olduğu bir yapıdan çıkarıldı.
Siyasi mahkûmların hem bedenlerini hem ruhlarını hedef alan 1990 sonrasının ‘A, B,.. E, F, H...M Tipi’ cezaevleri ise henüz tarihin alanına girmediği ve yerim de kısıtlı olduğu için son dönemin en ünlü cezaevi İmralı’nın hikâyesine geçiyorum.

Cumhuriyetin gururu: ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’

‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nin en ünlüsü (kuruluşundaki adıyla) ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’ idi. Marmara Denizi’nde, Armutlu Yarımadası’nın batı ucundaki Bozburun’un 20 km. kadar batısında yaklaşık 10 km2’lik ada, Marmara’nın dördüncü büyük adası ve idari olarak Bursa’ya bağlı.

Antik dönemde Aigaion adını taşıyan ada, tarih içinde Romalılar, Persler ve Bizanslıların yönetiminde kaldı. İmralı adının, adayı 14. yüzyılda Bizanslılardan alan Orhan Gazi’nin komutanlarından Emir Ali’den geldiği rivayet olunur. Aradan geçen yüzyıllarda adanın Rum nüfusu azaldı ama 1913 yılında 3 köyde yaşayan 250 Rum hanesi, bir okul, bir kilise mevcuttu. Rum ahali 1923-1924’teki mübadelede Yunanistan’a gönderilince ada uzun süre boş kaldı.

Mutahhar Şerif’in buluşu

Bu terk edilmiş adada, deneysel bir hapishane kurma fikri Mutahhar Şerif (Başoğlu) adlı bir hukukçuya aitti. Mutahhar Şerif, henüz bir yargıç adayı iken Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre, Avustralya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’da gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Mutahhar Şerif, bu ülkelerde gördüklerini memleketlisi Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’na anlatmış, Saracoğlu da ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’nu (bundan böyle ‘İmralı’ diyeceğim) hayata geçirmeye karar vermişti. Bu kuruluş, Türkiye’deki duvarları olmayan ilk hapishane olacaktı. İnşaat ustası hükümlü Fahri Usta tarafından harabe halindeki Bizans kilisesinin duvarlarının tamamlanarak koğuşa çevrilmesiyle 11 Ağustos 1935’te faaliyete geçen İmralı’nın ilk konukları, 8 Kasım 1935’te geldi. Bu grup, Mutahhar Şerif’in bizzat seçtiği ‘yönetimle işbirliği yapmaya hazır’ 80 ‘adi’ mahkûmdan oluşuyordu. Sayı iki yıl sonra 400’e ulaştı. 1940’ta 1.100-1.200’e yükseldi. Ancak 1943’te yer sıkıntısı yüzünden 800’e düşürüldü.

Sıkı program, yoğun çalışma

Mahkûmların kışla disiplini içinde tutuldukları İmralı’da 13 tip çalışma vardı. Esas olarak, buğday ve soğan tarımı, bağcılık, zeytincilik, balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk, besicilik yapılırdı. Örneğin 1946 yılında 48.626 kilogram üzüm üretilmiş, bu üzümler İstanbul ve Mudanya’ya gönderilmişti. Aynı yıl 50 ton kolyoz, 20-30 ton sardalye ve 15 ton hamsi yakalanmıştı. Balıklar için bir de konserve fabrikası kurulmuştu. 1946 yılında 272 ton soğan yetiştirilmiş ve İstanbul’a satılmıştı. Adanın gülleri ve karanfilleri pek meşhurdu. Adadan çıkarılan kumlar yıllarca İstanbul’un inşaat kumu ihtiyacını karşılamıştı. Ayrıca sabun, süt ve peynir, ayakkabı, dokuma, dikiş atölyeleri vardı. Bu atölyelerde üretilen ürünlerin bir bölümü öteki hapishanelere gönderilir, artan kısım ada dışına satılırdı. Örneğin İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nda İmralı Satış Mağazası vardı ve burada satılan mallar kaliteleriyle tanınırdı.

Adaya ziyaretçi akını

Dönemin ABD büyükelçisi, merkeze yazdığı bir raporda İmralı’yı öve öve bitirememişti. Bu ‘örnek’ cezaevine yönelik nadir eleştiriden biri, İmralı sakinlerinden 18 yıl ceza almış bir mahkûmu bir kayanın üzerinde cura çalarken gösteren fotoğrafın 5 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde boy göstermesi üzerine yapılmıştı. CHP Afyonkarahisar Milletvekili Berç Türker, Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’na İmralı’nın neden bu kadar gevşek olduğunu sormuş, Saracoğlu da cevabında İmralı’da mahkûmların son derece sıkı bir denetim altında yaşadıklarını ve çalıştıklarını söylemiş, sadece boş zamanlarda uğraşılan müziğin rehabilite edici rolüne değinmişti.

Birkaç küçük eleştiriyi saymazsak, İmralı o yıllarda Türkiye’nin gururuydu. İmralı 1944-1948 yıllarında büyük bir ziyaretçi akını yaşadı. Ankara ve İstanbul’un değişik üniversitelerinden yüzlerce kişilik öğrenci grupları ardı ardına adaya geldiler ve incelemeler yaptılar. Ziyaretçiler arasında devlet görevlileri, yerli ve yabancı gazeteciler, bilim adamları, hekimler, hukukçular vardı. Bütün bu ekonomik ve sosyal ilişkilerden görüldüğü gibi, bugün ‘koster arızaları’ yüzünden ulaşılmaz halde olan/tutulan İmralı Adası, bundan 70 yıl önce Türkiye’nin geri kalanıyla yoğun ilişki içindeydi.

Ressam Balaban’ın İmralı günleri

Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanenin gediklisi Nâzım Hikmet’in etkisiyle resim yapmaya başlayan İbrahim Balaban, yine Nâzım Hikmet’in tavsiyesiyle 1945 yılında İmralı’ya geçmişti. İmralı hakkındaki ilk izlenimleri çok kötü olan Balaban günlüğüne “Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?” diye yazmıştı. Bu şikâyetlerini Cezaevi Müdürü İzzet Akçal’a anlattığında ilk olarak olumsuz tepki görmüş ancak daha sonra İzzet Bey bir formül bulmuştu. Balaban yatakhaneleri temizleyecek, arta kalan zamanında da resim yapabilecekti. Sonuçta ortaya ‘Belci’, ‘Karasabanla Çift Süren’, ‘Hızarla Tarla Biçenler’, ‘Balık Tutanlar’, ‘Çamaşırcılar’, ‘Orak Biçenler’ adlı tablolar çıktı. Bu tablolar İstanbul ve İzmir’de sergilendiler ve satıldılar.

İmralı’nın zengin kütüphanesi

Balaban’ın diğer uğraşları adadaki bandoda klarnet ve keman çalmaktı ve bol bol kitap okumaktı. İmralı Kütüphanesi, İmralı’nın o dönemki müdürü Esat Adil Müstecaplıoğlu tarafından oluşturulmuştu. Esat Adil Bey, Kuvayı Milliyecilikle Belçika’da tanıdığı Emile Vandervelde’in temsil ettiği ‘II. Enternasyonal Sosyalizmi’ni harmanlamış ilginç bir kişilikti. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Belçika’da ceza ve infaz sistemleri üzerine çalışmış, ülkeye döndükten sonra 1931’de Balıkesir’in Balya ilçesindeki maden işçilerinin ‘Açlık Yürüyüşü’nü örgütlemişti. 1942’de İmralı’ya müdür olarak atandığında, aynı zamanda Mudanya Dağları’nda muhtemel Nazi tehlikesine karşı ‘Sarı Mustafa Gerillaları’nı örgütlemeye soyunmuştu. (Örgüt adını, 15. yüzyıl başında komünal bir düzen kurmak için ayaklanma düzenleyen Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa’dan almıştı.) On bine yakın kitap vardı kütüphanede. Balaban her gün kütüphaneye gidiyor ve Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Ancak Esat Adil Bey’in gidişinden sonra gelen yeni müdür, Balaban’ın bu faaliyetlerine izin vermedi.
Buraya kadar anlattıklarımızdan İmralı’da mahpusluğun hiç de fena bir şey olmadığı sanılabilir. Hani derler ya ‘dışı seni, içi beni yakar’, Balaban’a göre “İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi”.
Kuruluşundan itibaren siyasi mahkûm barındırmayan İmralı’nın ilk siyasi tutukluları Adnan Menderes ve arkadaşları olmuştu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın hayatlarına İmralı’da son verildi, naaşları 17 Eylül 1990’a kadar adada kaldı. 1999’dan 2009’a kadar İmralı’nın tek mahkûmu Abdullah Öcalan. 2009’dan beri 5 siyasi mahkûmun eşlik ettiği Öcalan’ın İmralı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için biraz daha bekleyeceğiz...

Özet Kaynakça: Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınevi, 2006; Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (Kültür Bakanlığı ile Tarih Vakfı’nın ortak yayını, 1994) adlı 8 ciltlik eserde yer alan Hayri Fehmi Yılmaz’ın ‘Zindanlar’ ve ‘Yedikule Hisarı ve Zindanı’; Semavi Eyice’nin ‘Baba Cafer Zindanı’ ve Necdet Sakaoğlu’nun ‘Bekirağa Bölüğü’ başlıklı maddeleri; Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Pera Turizm ve Ticaret AŞ Yayınları, 1997; Ali Sipahi, ‘The Labor-Based Prisons in Turkey, 1933-1953’ başlıklı, 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde kabul edilmiş yüksek lisans tezi; Hapishane Kitabı, Yay. Haz.: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun Altun, Kitabevi, 2005. (Bu yazının giriş bölümü ve Cumhuriyet bölümünün kısa versiyonu, 30 Ağustos 2009’da Taraf’ta yayımlanmıştır. O yazıyı okuyanlardan tekrar için özür dilerim.)

Açıklama: Okurlarımızdan Prof. Mehmet Aydın’ın uyarısı üzerine geçen haftaki yazımda bazı maddi hatalarım olduğunu gördüm. Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan, Ankara değil İstanbul Üniversitesi hocalarıydı. AKDTYK, TTK yerine değil, TTK ve TDK’nın şemsiye örgütü olarak kurulmuştu. Bu hatalarımdan dolayı sizlerden özür dilerim. Prof. Mehmet Aydın ayrıca kuruma cumhurbaşkanı tarafından atanan 7 kişiden 4’ünün Türk-İslam Sentezcisi olduğu iddiamın da gerçekle bağdaşmadığını, darbecilerin sentezcilere desteğini abarttığımı belirtti.
Okurumuz Av. Muhlis Arvasi ise akrabası Seyyid Ahmet Arvasi’nin Kürt kökenli olmadığını, ‘seyyit’ unvanından anlaşılacağı üzere Ehlibeyt’ten (yani Arap kökenli) olduğunu belirtti. Muhlis Arvasi’ye göre aile Hazreti Hüseyin’in soyundan geliyordu ve Orhan Gazi zamanında Bursa’yı ziyaret etmiş, sonra Kürdistan’a yerleştirilmişti. Bu iki iddiayı yorum yapmadan sizlerle paylaşmayı borç bildim.

RADİKAL