Yaşar Değirmenci

Haddimizi bilelim!

VAN 9.12.2017 08:50:39 0
Yaşar Değirmenci
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Fikir iffetine mâlik bulunmayan bir insanın kültür sermayesi; hem kıttır, hem de süfli maksatların emrine âmâde bir dağınıklık içindedir. Kıttır çünkü manevi şartlara bağlı bilgiler, bireyi şahsiyet sahibi yapan oluşumun asli unsurlarıdır. Onlarsız gelişme düşünülemez. Fikir iffetinin mahrumlarıyla sohbet edilemez, herhangi bir fikri tartışma yapılamaz. 

Gündeme oturan her meseleyi düşünelim. Muhalefet Partisinin son yaptığı ellerindeki kâğıt paçavralarını belge gibi yutturmalar, bu milletin bu Devletin düşmanlarıyla ortak hareket etmeler, Feto terör örgütünün yapılanmalarına tavır koymayıp ses çıkarmamalar, ABD’nin PKK ve benzer terör örgütlerinin silah malzemeleri vermelerine rağmen onlarla beraber olmalar… Muhalefete siyaset ve hukuk dersi/değerler eğitimi/kavramları öğretme dersleri vermek lazım. Ne dini biliyorlar, ne Batı’yı, ne de insanlığı. ‘İtibarlı kaçaklar’ın son perişan görüntülerine, ucuz kahramanlık taslayanlardan, makam ve mevkilerine, üniformalarına güvenenlerin düştükleri rezilliklere, sevgi-şefkat ve merhametin kırıntısı kalmamışların hazırladıkları planlara varıncaya kadar. Bütün bunlar nasıl bir buzdağını nefeslerimizle eritmeye çalıştığımızın delili değil mi? Hele bütün bu fotoğraflara bakarken şu iki âyeti nasıl hatırlamayız? “Ey mutlak iktidar sahibi Allah’ım! Sen dilediğine iktidar verir, dilediğinden de iktidarı çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil edersin. Hayrın tamamı senin elindedir. Çünkü sen her bir şeye kadirsin. İnkârcılar tuzak kurdular. Allah da onların tuzağını başlarına geçirdi. Allah tuzakları bozanların en hayırlısıdır.”  (Ali İmran 26, 54)

Bilgi onlar için bir istismar vasıtası. Kudüs Meselesi bütün Müslümanların meselesidir. Okumaya/araştırmaya/tarihe ilgi duymayanlar şu ‘Payitaht Abdülhamid’ dizisinin sadece Yahudi Devleti İsrail’i kurmak için neler yapıldığını seyretsinler o bile yeter! İslâm’ı yaşayan/yaşamayan, öbür âleme iman götürme endişesi taşıyan herkesin. İç dünya kıpırtılarını/heyecanlarını/ideallerini/dost-düşman safının bilinmesini/ümmet şuurunu kaybedenlere bir şey anlatmak çok zor. Hele haddini/hududunu bilmeyenlere…

Manevra imkânlarını artırmak için öğrenirler. Bereket ki; feraset ve basiret sahibi insanların mevcudiyeti yaptıkları her türlü pusuyu açıkta bırakıyor. Onları tanımak, dikkatli gözler için her zaman kolay oluyor. Utanmazlık, böylelerinin mümeyyiz vasfıdır. “İşte yalanın, işte iddiaların, işte inkârların” dersiniz bön bön bakarlar. Ne bir renk, ne bir çizgi… Tahakküm pozları bile bir nebze değişmez. Öğretir gibi konuşmaktan yine de vazgeçmezler. Kim yetiştirdi, nasıl büyüdü bunlar? Bu insan tipleri tam bir hilkat garibesidir. Benzeri başka ülkelerde gösterilemez. Hani hep “bize mahsus” deniyor ya, asıl bize mahsus durum bu! 

Herkes zanneder ki, maddeciler ‘Üç günlük dünyada rahat yaşayalım’ diye düşündükleri için öyle davranırlar. Öyle değildir, maddeci, maddeye tutunmaya çalışan insandır. Korktukça ona sarılır; onu kutsallaştırır ki kendi varlığının kalıcılığını vehmedebilsin. Bize gelince Müslüman sıfatıyla sürüklendiğimiz için daha çok acı çekiyoruz. Bildiklerimizi, okuduklarımızı, dinlediklerimizi pratiğe dönüştürmek, hayata uygulamak, ‘örnek olmak’ nefsimize ağır geldiği için kendimizi değiştirme değil de, dinimizin prensipleriyle oynamaya kalkıyoruz. Buna çanak tutan “medya hocaları”nı da bulunca gevşedikçe gevşiyor, akâidiyle ahlakıyla, ibâdetiyle, muâmelâtıyla bir bütün olan mukaddes ve muazzez dinimizi parçalara ayırıp işimize gelenleri öne çıkarıyoruz. Âdeta parselesyona tâbi tutuyoruz. Ondan sonra da huzur ara bulabilirsen! İnsanlar, hayatı anlamadan yaşıyor; ölümü anlamadan ölüyor. Sevgi-saygı-iz’an-insaf ve merhamet duygularıyla insanileştiremediğimiz her sosyal münasebet, toplumun bir tarafını mutlaka sızlatacak, acıtacak, kanatacaktır.

Rabbini unutan sonunda kendini de unutur. Maddeye sığınan kendi unutulmuşluğu üzere terk olunur. Bu dünya, İslâm’a göre yeni bir istikamet kazanmadan, bu gidişin yönü değişmeden, “bilim ve teknoloji” ile hiçbir temel meselenin halli mümkün değildir. Dava hassasiyeti her şeyin üstündedir. Dâvâ yoksa hiçbir şey yoktur. Manamız oradan gelir. Aksi düşünülemez. Bu gerçek hiçbir zaman unutulmamalı, bütün melekelerimize ışık tutmalı. Pratik endişelerin ucuz ihtiyaçlarını karşılarken bile tökezleyebiliriz. Kaçamak yolların bize faydası olmaz. Bunların her türlü hile ve desiseleri mutlaka er-geç ortaya çıkar. Çukur olur önüne dikilir. Taş olur başına çarpar. Şamar olur suratına iner. Ölçülerine, inançlarına, Davana ram ol; madde seni sırtında taşısın. Bir Batılı “İnsanların yapacak veya yıkacak bir şeyleri yoksa canları sıkılır” diyor. “Yapacak bir şeyleri olmak” kolay mı? Deviriciliği ideal haline getirmiş insanların canları sıkılmaya görsün! Dille-kalemle-fiille haydi göreve! Kusura bakmayın! Artık meydan boş değil. Basit bir pankarttaki söz bile sizi deliye çevirdi. Ne kadar tahammülsüzsünüz böyle! Hani “demokrasi, tahammül rejimi”ydi. 

Doğru’nun, güzelin, iyinin üzerine titremeye mecburuz. Aksi halde, bir can sıkıntısının gadrine uğramak tehlikesi her zaman vardır. Peki ama bu durum hep böyle mi devam edecek? Memleket, millet meselelerinden uzak boş, lüzumsuz, mâlâyâni hep bunlarda. Tahammül çilesi bizde. Küfürle mücadelede herkes kendi hamlesini kendi başlatmalıdır. Her canı sıkılana ‘buyur!’ diyen hoşgörü anlayışını ve yenilik özentisini, artık terk etmeliyiz. Yok, artık biz deneme tahtası değiliz. Bu canı, bu yuvayı, bu vatanı, bu milleti, bu ümitleri yolda bulmadık biz! Vatan, millet, ümmet düşmanlarıyla mücadelemiz devam eder/edecek.

Toplumun hemen her ferdi toplumdan şikayetçi. Sanki toplum, kendini teşkil eden fertlerden ayrı bir varlıkmış gibi. Âdi ve mazeretsiz bir suçlu bile, ‘asıl suçlu toplumdur’ diyerek nefsine bir beraat gerekçesi hazırlayabiliyor! Bu niçin böyledir? Mutlak ölçülere uzanan bağlar ya zayıflamıştır, ya da tamamen kopmuştur. Başka sebep aramak gereksiz. Yaşadığımız sıkıntıların, içimizde yaşayan buhrandan doğduğunu fark edememek ne acı. Kafalardaki, ruhlardaki karışıklık, herkese, her şeye ve her yere yansıyor. Kurumuş ruhlarla kurtuluş ne mümkün! Görünen, yaşanan huzursuzlukların aslî sebebi budur. İç düzen sağlanmadan dış düzen sağlanamaz. Tedirginlik-anormalleşme-sessizlik huzur değildir. Sükûnet bile değildir sessizlik... Ama biz bugün muzdarip sessizliklere dahi râzı durumdayız. O kadar çaresiz ve o kadar bezginiz ki, “ehven-i şer” hesabı yapmaktan “hayır” talep etmeyi neredeyse unutacağız. 

İnsanları lüzumsuz şeylerle meşgul ederek vakitsiz, düşüncesiz ve fikirsiz bırakmışız. (Futbol bile spor olmaktan çıkıp ‘hastalık hali’ almıştır.) Çarklarını istediği gibi döndürüyor. Bugünkü dünya düzeninin putu paradır. Vasıta gaye haline gelmiştir. İnsan, kendini de ‘para ihtirası’nın vasıtası haline getirmiştir. Asıl derdimizin “kaybolan insanlığımız” olduğu hakikatini ne zaman idrak edeceğiz? Efendim devrin icabatı öyleymiş. Devrin icaplarını, devrin insanlarının oluşturduğu nasıl unutulur? Kim ne derse desin; Bu Millet, ‘aydın hicranı’ ile karşı karşıyadır. Bin bir fedakârlıkla yetiştirdiği, fikir ve düşüncesini geliştirmekle vazifelendirdiği aydınlarının; ne ilmi ne felsefesi, ne sanatı ne siyaseti “millî şuur” sorumluluğu içinde başaramadıklarını üzüntüyle görmekteyiz. Ruh fakirliği, bu başarısızlıkların oluşturduğu çeşitli kopukluklar yüzünden yaygın hale geldi. İçinden çıktığı kaynakla bütün bağlarını kesen aydın, kurduğu cansız dünyaya maddi-teknik kural değişiklikleriyle ruh verebilir mi? Batı’nın metot anlayışı, çalışma disiplini, pragmatik mahareti, demokratik terbiyesinden ibret alıp kendimize çekidüzen vermeyi de unuttuk. 

Dert ‘insanlığımızın azalması’ derdidir.  Kimliklerle uğraşılıyor. Asıl derdimiz ‘kişilik problemi’dir. İnsanlığımız azalmış, farkında değiliz. İnsanı maddeye köle yapan, madde uğruna insanların ruhunu, sıhhatini, mutluluğunu tahrip eden bu yapıdan kurtulmadan olmaz.

Çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz?

Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Çocuklarınızın hayatta çalışkan ve başarılı olabilmeleri için onları üç şeyle yetiştiriniz.”

Birincisi: “Peygamber aleyhisselamın sevgisi.” Çocuklarınıza Peygamber sevgisi aşılayınız. Çünkü insanlığın bir peygambere muhakkak ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı anlamayanlar kendilerini bilmezler. Çocuklar tarih kitaplarında Peygamber Efendimizi okuyarak ister istemez bir sevgiyle sevip, O’nu bir sultan veya bir filozof, veya bir kumandan, yahut bir asker veyahut da bir diktatör sanmasınlar. Peygamberlik derecesiyle bunlar ölçülebilir mî? Binâenaleyh peygamberlik sıfatının değer ve anlamını peygamberlerin ve özellikle bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in insan toplulukları üzerindeki etki ve sevgisini, bugün bütün insanlığın o muhterem zâtlara intisap şerefiyle övünerek yaşamakta olduğunu, peygamberlerin insanlara gösterdikleri güven ve bağlılığı, iş, hal hareket ve ahlâk yollarında doğrulukları, şimdiki halkın gösterdiği bütün fazîlet, medeniyet, şeref ve namuslar, kahramanlık ve iyi niyetler v.s. hep o muhterem şahsiyetlerin bıraktıkları şuurlu ve yerinde, faydalı haslet ve medeniyet yolu olduğunu tertemiz kalblere yerleştirmeli.

İkincisi: “Peygamber (s.a.v.)’in Ehl-i Beytini çocuklarınıza sevdiriniz.” Yani, Peygamber (s.a.v.)’in mübarek hanımları, çocukları, torunları, köle ve cariyeleri, kadın-erkek bütün akrabasının hepsine saygı ve sevgi ve onların haklarına riâyet telkin ederek iyi hal ve güzel amellerini benimseyip güzel âdetlerini takib ettirmektir.

Üçüncüsü: “Çocuklarınızı Kur’ân okumakla mükellef tutunuz.” Yani, onlara Kur’ân okutunuz. Zira çocuklarına Allâh (c.c.) Kelâmını okutmak veya okutturmak anaya ve babaya vâciptir. Okutmayanlar veya okutturmayanlar, Allâh (c.c.) katında sorumludurlar. Kur’ân-ı Kerîm insanları aydınlatan, itikatlarını sağlamlaştıran, îmanlarını tamamlayan, amellerini düzelten, ahlâklarını güzelleştiren ve derecelerini yükselten apaçık bir mukaddes kitaptır, insanlığın dünyasını mes’ûd, ahiretlerini mâmur eder.

Asil ve vakur insanımız

Asil ve vakur insanımız bir zamanlar halini kimseye söylemezdi. Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim derdi. Ama yoksulluk, çâresizlik, her gün ailesine eli boş, boynu bükük dönmek onun da dilini çözdü. Utana utana halinden şikâyet etmek, artık geçinemediğini söylemek zorunda kaldı.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak bize müslüman kardeşimizin iffetini korumayı, o halini söylemeden yardımına koşmayı emretmişti. Hz. Ali Efendimiz, bir tanıdığı kendisinden borç istediği zaman, niye ben onun halini daha önce anlayıp yardımına koşmadım da kendisini borç istemek zorunda bıraktım diye üzülmüştü.

Allah Teâlâ, kullarının kimine zenginlik kimine fakirlik verdi. Fakirlere kol kanat germe vazifesini de hâli vakti iyi olanlara havale etti. Ama kulları O’nun aile fertleri durumunda olduğu için işi tesâdüfe bırakmadı. Muhtaçlara yardım etmek üzere bazı kullar yarattı ve onlara insanlara yardım etmeyi sevdirdi. 

Şunu hiç unutmamalıyız: Nimetin şükrü vermekledir; insan Allah’ın kendisine karşılıksız verdiği imkânları ihtiyaç sahiplerine vermezse, yani Allah’a şükretmezse, elindeki nimetin el değiştirmesine yol açar; eğer ihtiyaç sahiplerini gözetirse, sahip olduklarının hem elinde kalmasını hem de artıp çoğalmasını sağlamış olur.

Hayırda çığır açmak

Allâhu Te‘âlânın, “Şükrederseniz, nimetimi artırırım” (İbrahim s.7) emrindeki şükür, bilindiği gibi, «Yâ Rabbi şükrederim» demek değildir. Belki Allah’ın (c.c.) kendisine lütfettiği nimetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanıp sarf etmek manasınadır.

Şükrün en makbûlü ise sâri olan, yani ihvân-ı dinin faydalandığı ibâdetten ibarettir. Nitekim Peygamber (s.a.v.): “Hayra delâlet eden onu işleyen gibidir. Ve Kim hayırlı bir iş başlatırsa, o hayırlı iş devam ettikçe ona ecir vardır” buyurmuştur.

Şunu da ifade edelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın gerçek cemaline aşk ve muhabbet iddiasında bulunmayan hemen hemen yok gibiyse de bunu fiilen ispat zordur. Birçok kimse bu hususta kendilerini aldatmış oluyorlar. Bir insan muhabbetinin ma’nâsını öğrenmek isterse onu, mal ve evlâda karşı olan muamelesinden öğrenmelidir. İnsan nasıl vakitlerinin çoğunu onları düşünmeye sarf ediyor, hatırından çıkarmıyor, onlara her türlü fedakârlıkta bulunuyor, her sebebe tevessül ediyor (sarılıyor) ve tahsili yolunda rahatını huzurunu terk ediyorsa, işte ma’nevi muhabbet de böyle olmalıdır. Ve aslında vakitlerin büyük bölümü Halik-ı Azîm Hazretlerine ayrılmalıdır. Çünkü O, Bâkîdir, ikram edip vericidir, Rezzak’tır, besleyip yetiştirendir. Nitekim: “Allah’ın size olan nimetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız.” (İbrahim s. 34) buyrulmuştur.

Mâsivâya verilen emek zayi’dir. Bazen de zararlıdır. En azından fânidir, yok olup gidecektir.

 

GününSözü

“Ey insan! İnsanların çokluğuna bakıp da aldanma. Çünkü sen, yalnız ölecek, kabre yalnız girecek, kabirden yalnız kalkacak ve kendi hesabını yalnız vereceksin.”   

¥Hasan Basrî

 

VAHYİN dilinden

“Mallarını, Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla, karşılık beklemeden, gönüllü harcayanların, bunu vicdanlarına, gönüllerine yerleştirerek, kendilerine görev haline getirip cânı gönülden yapanların, geçici servetlerini Allah rızasını elde etmek ve kişiliklerini güçlendirmek için harcayanların birbirlerini cesurca, akıllıca, Allah yolunda harcama yapmaya teşvik edenlerin durumu, tepedeki verimli bir bahçeye benzer. Üzerine bol yağmur yağınca iki kat ürün verir. Bol yağmur yağmadığı zaman da, serpintisi, çiği, çisentisi eksik olmaz. Allah işlediğiniz amelleri biliyor, görüyor.” 

¥ 2 Bakara Sûresi 265. Âyet

ALLAH RASULÜNDEN

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Kim müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ da o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir.”

¥Buhârî, Müslim, 

Birr Bahsinde