Yargıyı Kim Yargılayacak? Yoksa, ‘Juristokrasi’ Sürecek mi?

Anayasa’da referandum’la yapılan değişiklikten sonra, Yargı içindeki eski kemikleşmiş yapıda da bir takım değişiklikler yapılmadı değil, ama, daha sonra, Yargı içindeki yeni bir özel yapılanmanın olduğu da ortaya çıktı.

VAN 30.12.2013 10:31:59 0
Yargıyı Kim Yargılayacak? Yoksa, ‘Juristokrasi’ Sürecek mi?
Tarih: 01.01.0001 00:00

Selahaddin E. Çakırgil

secakirgil@yahoo.com

Bir devletin yönetim mekanizmasını oluşturan üç temel güçten birisi, kanun koyma (teşriî, yasama) organı yani Meclis;  ikincisi, Hükûmet, (İcra- Yürütme) organı; üçüncüsü de Yargı organıdır.

Meclis, kanun yapar, bu kanunun hukukun, anayasa’nın temel ilkelerine bir aykırılığının olup olmadığını Anayasa Mahkemesi kontrol eder.

Hükûmet, (İcra- Yürütme) uygulamalarının yanlışlığı iddiaları karşısında o kararname ve uygulamaları da Danıştay (eski adıyla- Şûrâ’y-ı Devlet) kontrol eder.

Pekiy, bir diğer temel güç olan Yargı’nın bir hata yapması halinde, onu kim kontrol edecek? Herkes, hata yapar da, Yargı mensubları yapamaz mı?

İşte bu noktada, Yargı’nın yargılamaktan doğan yanlışlarını yargı gücü dışında bir kontrol mekanizması bulunmamakta..

Buna karşılık,  ‘Meclis ve Hükûmet de bir kanun çıkararak Yargı’nın yetkilerini kısabilirler..’ diyebilir, sûret-i hakk’dan gözükerek.. Ama, bilinmektedir ki, hemen bütün dünyada da Anayasa’ları değiştirmek, kanunları değiştirmek gibi kolay olamamaktadır.

Ayrıca devletin başı durumunda olması hasebiyle, bu üç aslı güç odağının da da başında olduğu düşünülen ve onlar arasında bir uyuşmazlık çıkacak olursa, o uyuşmazlığı bertaraf etmek gibi bir vazifesi de bulunan Cumhurbaşkanı, başta Meclis’in her çalışma yılının ilk günü açılış konuşma yapmasında olduğu gibi, Meclis’i yönlendirme çabalarına katkıda bulunmakta; Hükûmet’in, Bakanlar Kurulu’nun toplantılarına istediği zaman gelip başkanlık yapma yetkisi de -kanûnen- bulunmaktadır.

Ama, bu iki güc’ün dışında, Yargı’ya gelince, C. Başkanı’nın bu gücün çalışmalarına katılmak veya bir takım yönlendirme çabalarına katılması imkânı tanınmamıştır. Ama, bir güç düşünülsün ki, onu kendi dışında kimse kontrol edemiyor, o zaman bunun sağlıklı olduğu nasıl kabul edilebilir?

Kezâ, Meclis’in kanunları ve Hükûmet’in kararnameleri de C. Başkanı’nın imzasından geçmekte iken, Yargı’nın kararların için böyle bir usul ve yol bulunmamaktadır. (Hatırlayalım, eski bir Yargıtay Başkanı’nın, Eraslan Özkaya’nın, Alaattin Çakıcı Dosyası’nın içeriğini MİT ajanı Kâşif Kozinoğlu'yla görüştüğü açığa çıkması ve bir takım kanunsuzluklarının üzerine çok ciddî iddialar ortaya atılmış ve birçok belgeler ortaya konulmuştu, ama, ‘onun yargılanması yerine Yargıtay Genel Kurulu, yargılanmasına gerek olmadığı’  gibi bir karar vermiş ve o konuyu kapatıvermişti!.)

Eğer bu kontrolsüzlük sağlıklı ise, Meclis’in ve Hükûmet’in de tıpkı Yargı gücü gibi kendi içinden kontrol edilmesini istemek gibi bir mantık da geliştirilebilir.

Bu durum, ilk planda, ‘yargıya müdahale ihtimalinin kapısını kapatmak için özellikle böyle düşünülmüştür..’ diye te’vil edilip geçiştirilebilir. Ama, TC.’deki Yargı’nın, 1923’lerden beri nasıl resmî ideoloji’ye göre kodlandığı, 1950’ye kadar İlk ve İkinci Şef’lerin (M. Kemal ve İsmet Paşa’ların) desturuna göre çalıştığı,  27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerindeki askerî darbelerle de, yargının, askerî cunta’lar, darbeci subaylar tarafından Genelkurmay’da verilen brifinglerle ve diğer süngü ucu dayatmalarla nasıl yönlendirildiği bilinmiyor değil..

Gerçi, bu yönde, Anayasa’da referandum’la yapılan değişiklikten sonra, Yargı içindeki eski kemikleşmiş yapıda da bir takım değişiklikler yapılmadı değil, ama, daha sonra, Yargı içindeki yeni bir özel yapılanmanın olduğu da ortaya çıktı.

Ve o yapılanma, eski bozuk yapının üzerinde olduğundan, tepkici ve yeni bir başına buyruk güç odağı olarak hareket etmekten uzak duramadı.

Bunun en çarpıcı örneği, son kirli operasyan’un ikinci dalgası tezgahlanırken bu son günlerde  ve Muammer Akkaş isimli bir savcının, İstanbul Başsavcısı’ndan gizlice yürütmek istediği -ve, Başsavcı Turan Çolakkadı’nın beyanıyla- yalan yanlış bilgilerle hazırladığı bir yolsuzluk soruşturmasının âmirine bildirmediği operasyon hazırlığının haberini medyaya sızdırdığı, yine yolsuzluk iddialı bir büyük operasyonu başlatmak üzereyken, Başsavcı tarafından engellendiği ve bunun üzerine, bir savcının, hemen, bir militan edâsıyla basın bildirisi yayınlayıp, engellendiği iddialarını medyacılara dağıtarak, yeni bir bunalım daha meydana getirme çabası esnasında görüldü.

Başsavcı Çolakkadı bu durumu, İstanbul Adliyesi 200 kadar savcıya, yazılı olarak çalışmalarında takib etmeleri gereken çizgileri gösterdiklerini açıklayarak şöyle diyordu:  ‘Savcılar önemli olayları, kamuoyunu ilgilendiren medyada yer alacak olayları en kısa süreyle, hatta çok önemliyse faksla, telefonla, başsavcı veya başsavcıvekiline bildirir. Başsavcıvekiline bildirirse derhal o vekil başsavcıyı bilgilendirir. Böyle birşey olmazsa, her önüne gelen kendiliğinden birşey yaparsa kaos olur. Bırakalım faksla, telefonla bildirmeyi, 2 yıldır hiçbir bilgi verilmeden yürütülen soruşturmalar var. Kayıtlara başka isimler girmiş ya da hiç kaydedilmemiş. Yani bir savcı isterse yırtar, yok eder, isterse istediği zaman işleme koyar. Bilen gören yok.'  diye özetliyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: ' 23 Aralık Salı günü soruşturma savcımızla konuştuk. Böyle bir dosyası olduğunu anlattı bize. Vekiliyle beraber geldi, vekilin de haberi yok. Bir kısmı İzmir'de bir kısmı başka şehirlerde, Terörle Mücadele Kanunu görevine giren bir suç yok, cebir ve şiddet yok ise, TMK organize suçlara da bakmaz. Dedim ki 'dosyayı başsavcıvekilimizle okuyun, kapsamlı bana bilgi verin. Eksiğimiz-fazlamız olmasın'. 'Anlaştık, yarın bilgi veririz' diye gittiler.

Ama sabahleyin geldik ki olay medyada. Yani gizlice hemen medyaya intikal ettiriliyor. Medyanın gücüyle savcı çalışır mı? Soruşturmayı medyaya aktarmak suç değil mi? Her şeyi gizlice medyaya aktarıyorsa bunun amacı ne?'

*

Yani, Başsavcı’nın sözlerinden de çıkan mânâ, ülkenin yönetim ve ekonomisiyle de oynamayı hedef alan bir entrika yumağı’nı işaret ediyor. Ki, arkasında bir çok iç ve dış entrika güçlerinin olduğu, ap-açık ortada..

(Hayret, F.G. cenahının Hükûmet’e koro halinde savaş açtığı bir sırada, Zaman’dan H. Gülerce’nin 27 Aralık günü, attığı ‘twit’lerde; 

'Yargıdaki direncin hukuk ve adalet adına yapıldığına inanmıyorum. Savcılar ellerinde kâğıtla inip bildiri okuyorsa bu davranış militanlıktır…'

'Başbakan Erdoğan hakkında içeriden dışarıdan tertip yapılmasını bir millet evladı olarak hazmedemiyorum, kabullenmiyorum..'

'Benim ülkemin Başbakan'ını yabancılar gönderemez. Demokrasi adına, vicdan adına tertiplere, provokasyonlara fırsat vermemeliyiz..' gibi cümleler yazması ilginçtir.

*

17 Aralık günü yapılan ve üç Bakan’ın oğullarının gözaltına alınması ve bunlardan iki Bakan’ın oğlunun ve Halkbank Genel Md.’nün rüşvet, rüşvete aracılık vs. gibi iddialarla tutuklanması üzerine, İçişleri ve Ekonomi Bakanları’nın istifa etmeleri ve bazı Bakan’ların da değiştirilmesine vesile olan siyasî çalkantı sırasında, birçok Emniyet Âmiri’nin İstanbul Emniyet Müdürü’ne haber vermedikleri ortaya çıkmakla kalmıyor;  İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın da, o hassas ‘kirli operasyon’ esnasında, İstanbul Valisi’nin bütün çabalarına rağmen, iki saat kendisini ulaşılamaz bir duruma getirerek tezgahın bir parçası haline de bir ayrı konu idi.

Hükûmet, bu son gelişmeler içinde, bazı yönetmeliklerde, özellikle de Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde bir takım yeni düzenlemeler yapmak gereğini duydu. Ama, o zamana kadar savcı ve Emniyet mensublarının hemen bütün düzenlemelerine karşı çıkan İstanbul Barosu, -kendisiyle aynı çizgide olan bazı çevrelerin de iteklemesiyle- Danıştay’da ibtal dâvâsı açtı. Danıştay da bu müracaatı hemen gündemine aldı. Halbuki, yapılmak istenen sadece, Emniyet güçlerinin yetkilerinin yorumlanmasında boşluk oluşturduğu anlaşılan bazı konulara açıklık getirmekti.

Daha da ilginç olan şu ki, Danıştay’ın konuyu görüşmesinin bir gün öncesinde,  Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da bu konuyu gündemine aldı ve Adlî Kolluk Yönetmeliği’nin anayasaya aykırı olduğuna dair, kamuoyuna bir bildiri yayınladı. HSYK’nın toplanması için bu kurumun da başkanı olan Adâlet Bakanının veya temsilcisinin orada bulunması gerekiyordu. Halbuki, o gün, o saatlerde, Başbakan Yardımcılığı’ndan Adalet Bakanlığı’na getirilen Bekir Bozdağ, Adâlet Bakanlığı’ndaki devir-teslim işleriyle meşguldü.

Böyle bir durumda, HSYK,  yangından mal kaçırırcasına, -Başkansız ve Başkan’ının imzası da olmaksızın- yayınladığı bir bildiri ile,  Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişikliğin Anayasa’ya aykırı olduğunu iddia ediyordu. Bu aceleciliğin sebebi, Danıştay’ı yönlendirme ve etkileme çabası idi. Yani, Yargı’nın içinden bir kesim de, oyunun içine girdiğini gösteriyordu. Üstelik, HSYK’nın,  kendi kurumuyla ilgili olsa bile, herhangi bir konuda kamuoyuna bildiri yayınlamak gibi bir yetkisi kanûnen bulunmamakta iken..

Derin Devlet yapılanması içindeki bürokratik oligarşi ve askerî vesayet’ sisteminin, saltanatını sürdürmek için, ülkenin kaderinde dolaylı yollardan ne kanlı oyunlar tezgahladığı ve hattâ, bu saltanatın korunması için, PKK ile mücadelenin yıllarca kontrollü şekilde sürdürüldüğü biliniyordu. Bu kanlı tezgahlara karşı verilen mücadelelerin bundan sonra, Yargı’ya karşı da verilmesini gerektiriyor, gelişmeler. Ama, bu kez, konu, ‘Yüce Yargı’ya müdahale ediliyor..’  gibi bir laf kalabalığına getirilme tehlikesini de bünyesinde taşıdığından, daha bir çetin.. Ama, bu mücadele kesinlikle verilmeli.. Aksi halde, bu güç odağı, ‘Türk Milleti adına...’ gibi hangi yönüyle bakılsa kocaman bir yalan olan bir söz üzerine daha ne yalanlarla hükümler sâdır eylemekten el çekmiyecektir. Nitekim, Zaman yazarı  M. Türköne de, mevcud krizin, ‘Hükümet'in arkasındaki millî iradenin değil, karşısındaki millî iradenin, yani yargının tasarrufunun eseri…' olduğunu söylüyor, bu durumda, 'Başbakan'ın kafasında olduğunu düşündüğü bir erken seçim planının  çözümü değil kaosu artıracağını’  bir tehdid havasında hatırlatıyordu..

Bu durumda, sorulması gereken soru herhalde şudur:  Yargı ve mensubları hatadan münezzeh mi ve yargıyı kim yargılayacak?

Yoksa, dokunulamaz bir Juristokrasi/ Yargıçlar Yönetimi ve diktatöryası’ mı sözkonusudur?

*

‘Yaşasın İsrail!’ ve ‘Yaşasın Amerika!’  pervasızlığına şaşmamalı..

Son hadiseler ve gelişmeler içinde, meşhuuuur bedduasıyla, te’vili mümkün olmayan bir şekilde kılıcını çekmiş olan F. G.’nin takibçileri ve emrindeki medya organları neler diyor, onların görüşlerini de dikkatlice okumak gerekiyor.

Öyleyse, buyrunuz, ‘zakkum çiçekleri’nden derlenmiş gibi bir demet.. Koklayabilenlere sunulur:

Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında ‘Başbakan istifa etmezse ettirilmelidir..’ diyen eski marksist sosyolog Ş. Alpay,  28 Aralık günü Zaman’da, şöyle yazıyordu:

‘Erdoğan’ın gerek hükümetine yönelik Gezi/Taksim gösterilerinden, gerekse savcıların başlattığı “Büyük rüşvet ve yolsuzluk” operasyonundan “iç” (Hizmet Hareketi) ve “dış” düşmanları (AB, ABD, İsrail) sorumlu tutan popülist demagojiye başvurması ise, yanlışlarıyla yüzleşmekten kaçınan, bunları örtbas etmeye çabalayan, bu yüzden giderek zorda kalan tüm otoriter yöneticilerin başvurduğu klasik taktik. Bu beyanlarıyla Erdoğan’ın dışişleri bakanlığını dahi zor durumda bırakarak ülkenin dış ilişkilerine zarar verdiği muhakkak. Bu taktiğin iktidarını korumaya yeteceği konusundaki kuşkular ise giderek büyüyor.’

*

Zaman’ın  ingilizce versiyonu olan  ve Haziran-2013 boyunca devam eden Gezi Hadiseleri sırasında sahifelerinde, ‘Erdoğan nasıl devrilir?’ gibi ilginç başlıklarla, birilerine yol-yordam gösteren Today's Zaman’ın 27 Aralık sayısında ise, bu gazetenin yazarlarından Mahir Zeynalov, "Savcı El’Qaide militanlarını tutuklamak istedi,  Erdoğan'ın polisleri izin vermedi" ve ‘Erdoğan görevlileri engelledi, El‘Qaide mensupları kaçtı" şeklinde twitlere imza atıyordu, Amerikan emperyalizmini tahrik etmek istercesine..

F.G. taifesinin 30 küsur yıllık dergilerinden birisinin Genel Yy. Md. olduğu söylenen bir kişi ise, 28 Aralık günü attığı bir twitt’te,  ‘...eğer, Türkiye’deki yolsuzluklar, Amerika ve İsrail’in müdahaleleri ile durdurulacaksa, Yaşasın İsrail, Yaşasın Amerika!..’  diyordu.

*

Zaman’ın Amerika’daki temsilcilerinden olduğu anlaşılan A. H. Aslan da, 23 Aralık 2013 tarihli ve ’ABD neden mindere çekiliyor?’ başlıklı yazısında ilginç noktalara değiniyordu: ’(…)Erdoğan, New York Times’ın ifadesiyle, ‘krizle karşılaşan Türk siyasetçilerinin geleneksel stratejisi’ni devam ettiriyor: Yabancıları (şu anda ABD’yi) suçluyor. Son derece ciddi yolsuzluk iddialarıyla sarsılan iktidar partisini aklama uğruna, komplo teorilerinden medet umuluyor. Ve Türkiye’nin uluslararası imajı ve milli çıkarları tehlikeye sokuluyor.

Erdoğan hükümetinin yolsuzluğun üzerine giden bürokratlara doğrudan ve dolaylı idari müdahaleleri, ABD ile Türkiye’nin ‘model ortaklığını’ tahkim eden demokratik değerlerle bağdaşmıyor. Buna rağmen, Washington eleştirilerini içine attı. Sadece yargıda ‘şeffaflık’ ve ‘hakkaniyet’ gibi yüksek prensipleri teşvikle yetindi. (Nasıl da iyiniyetli imiş şu Amerikan emperyalizminin şefleri de, haberimiz yokmuş!!..)  (…) Obama yönetimi Başbakan Erdoğan’a en sert doğrudan çıkışını, antisemitik bir üslupla Gezi olaylarının arkasında İsrail’in olduğunu söylediğinde yapmıştı. (…) işin içine  antisemitizm girdi mi, Amerika’da çok güçlü ahlaki ve siyasi refleksler çalışır. Erdoğan’ın eski ‘İslamcı’ köklerine döndüğü yönündeki kuvvetli emareler, Washington’da o çarkları iyice hareketlendirdi.

Gezi’deki kışkırtıcı tavrının ardından yolsuzluk operasyonuna da verdiği aşırı sert ve paranoid tepkiler, Erdoğan’a duyulan güvensizliği pekiştirdiTürkiye’yi Ortadoğu’ya örnek göstermek isteyenlerin elini zayıflattı. (…) Bir yandan görünür gelecekte Erdoğan’la çalışma mecburiyeti olduğunu düşünen Washington, diğer yandan Türk siyaset sahnesine daha makul ve şaibesiz aktörlerin girmesini ümit ediyor. (…) Başbakan Erdoğan, işler iyi gittiğinde tüm krediyi alıp, kötü giderse suçu dostlarına, ortaklarına ya da alakasız taraflara atmayı pek seviyor. Özeleştiri özürlü bu huyun en büyük yerli mağdurlarından biri Hizmet Hareketi oldu. Dışarıda ise ABD ile ‘faiz lobisi’ adı altında suçladığı Yahudiler listenin en üst sırasında.. (…)’

Birileri, Amerika ve İsrail’in maslahat ve menfaatlerinin korunması için ne kadar da hassas ve yufka yürekli olduklarını sergilemiyorlar mı?

*

Bir kaç ay önce, ’İslamcılık öldü..’ gibi tuhaf iddialarla bir takım çevrelerde epeyce ilgi ve memnuniyet uyandıran Prof. M. Türköne ise, 24 Aralık günlü yazısında,  'Hocaefendi, Başbakan'a çareyi gösteriyor: "Aklan" diyor, "vahdeti temin et, vifak ve ittifak yollarını araştır". Başbakan ise, geçmişte darbecilere karşı sert duruşunu "bir tek geri adım atmayacağız" diye bu sefer pamuk gibi insanlara karşı gösteriyor. Siyaseti çöküyor, itibarı darmadağın oluyor. Peşinen kaybettiği savaşı, ısrarla sürdürüyor.’ diyordu.

Türköne, 26 Aralık tarihli yazısında ise, âdetâ, USA emperyalizminin iddialarını doğrulamaya çalışıyor gibiydi:

‘(....)  Hesapça paranın Beytulmal’e ait olmadığı doğru; kullanılan İran halkının parası. Bütün bu ayrıntıları bir araya getirdiğiniz zaman ortaya şu bütünlük çıkıyor: Ambargo yüzünden İran’ın kullanamadığı para, Türkiye’de yıkanırken temizleme ücreti olarak bir komisyon alınıyor. Bu komisyon İHL’ler gibi, hükümet politikası ile desteklenen yatırımlara, bağış yoluyla kaynak oluşturuyor. Bu muhakemeyi takip ederken, rüşvet iddiaları ayrı bir başlık altında incelenmeli. Paralar transfer edilirken, birileri kişisel hesabına, taşıma veya aracılık ücreti alıyor.

Tekrarlayalım: Bu resim, soruşturma dosyasından sızan bilgilere veya muhalefetin suçlamalarına değil, doğrudan iktidar kanadının ve zanlıların savunmalarına dayanıyor. Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî bir bankası aracılığıyla milyarlarca dolarlık karapara işine vaziyet ediyor. Bu kısma, memleket faydasına olduğu için hiç kimsenin bir itirazı yok. İkinci aşamada bu hizmet karşılığı alınan komisyon, hükümetin din eğitimi politikasını finanse etmek için kullanılıyor. Üçüncü aşama, yani transfer edilen paranın tırtıklanması kısmı hükümet politikası ve kararının dışında bireysel suçları kapsıyor. Şu anda iktidar kanadının ve zanlıların savunmalarında ikinci kısım netleşmiş gibi gözüküyor.

Hükümet ne kadarının farkında bilmiyorum; ama ortada çok ciddi bir durum var. Kaziyye-i muhkeme: Banka para aklıyor, aklatan, aklayana para ödüyor ve bu para bir vakıf aracılığıyla hayır işlerine bağış olarak gönderiliyor. İtiraf veya kabul edilen bu durum, size çok masum ve doğal gelebilir. Çoğu kimse ahlakî olarak bu transferi onaylayabilir. Kişisel olarak Başbakan’ın şahsî siciline bir leke getirmeyebilir. Ama hükümet böyle bir tasarrufta bulunamaz. (…) Başbakan’ın ahlaken savunabileceği ama hukuken hesap vermekte çok zorlanacağı vahim bir durum var ortada..’

*

Erdoğan, ’Suriye ve Mısır’ın da başını belâya mı soktu?’

30 Aralık tarihli Zaman’da, A. Bulaç ise daha da ileri gidiyor ve Tayyîb Erdoğan’ın izlediği siyasetin yanlışlarını sıraladıktan sonra ve yazısını şu tuhaf cümlelerle noktalıyordu:

’(…)Bu köşede defalarca yazdım.

Başka yol mümkündür. Türkiye’nin ve bölgenin çıkarı başka vizyondadır. Mahiyetini iyi bilemediğiniz bir süreçte rol üstleniyorsunuz, iktidar arzunuzu kontrol edin. Bu politika kuzunun fille yatağa girmesine benzer, başınıza büyük işler açacaktır.

Öyle de oldu. 2011’den itibaren Türkiye’nin “iş aldığı patrona meydan okuması” sadece kendisinin değil, Suriye ve Mısır’ın da başını belaya soktu.’ (!!?)

*

F. G.’nin ülkedeki en üst temsilcisi hesab olunan H. Gülerce ise,  27 Aralık tarihli Zamanda şunları yazıyordu: 'Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile uğraşmak, iktidarın elini ayağına dolaştırmak; ömür boyu istikrar, huzur, kardeşlik için çırpınmış insanların işi olamaz. Sıçrama rampasındaki Türkiye'nin önünü kesmek ihanettir. Kim bu konuda hükümete çelme takmaya çalışıyorsa, kim bunun için başkalarıyla işbirliği yapıyor, geleceğimize kastediyorsa Allah onlara fırsat vermesin..'

Gülerce’nin bu sözleriyle F.G.’nin ünlü bedduası arasında bir niyet zıdlaşması yok mu?

*

28 Aralık tarihli Zamanda ise, A. Kurucan ise Sabır taşı çatladı!’ başlıklı yazısında,  ‘imam hatip lisesi bilgileri ile yorumlanamaz diye nitelediği F.G.’ye aid beddualı konuşma etrafında şöyle diyordu:

‘Mesele malum. Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktıktan sonra o iddialara muhatap olanların üzerine yürüneceğine, onları ortaya çıkaranlara “çete, piyon, taşeron, maşa” suçlamaları, peşi sıra gelen tayinler, gece yarısı kanunları ile yolsuzlukların üzerini kapatmalar. Ve tarih 20 Aralık 2013 Cuma.

Kaydedin bu tarihi bir yere. Sebeplerin bütün sükût ve sukût ettiğinin ilan tarihidir bana göre. Sebepler sükût ve sukût edince geriye bir tek yol kalmıştır sülûk edilecek; Allah’ın kapısını farklı bir şekilde çalma.

Beddua dedi bazıları buna. Dini terminoloji açısından değil de halk arasındaki algıyı esas alırsanız diyebilirsiniz, ama işin doğrusu bu, beddua değil. (…) Ben kanaatimi bir daha söyleyeyim, sebeplerin bütün sükût ve sukût ettiği yerde çaresizliğin göstergesi olarak Allah’a dert yanmadır.

Ferdî günahlara karşı ferdin takınacağı tavrı anlattığı yere kadar gayet sakindi Hocaefendi. (…) Sonra dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele veya mübaheleye davet, adına ne derseniz deyin işte o fasla sıra geldi. Hissiyat dorukta ama her zaman olduğu gibi akıl ve mantık örgüsü devre dışı değil. Akıl, his, mantık iç içe, yan yana, omuz omuza. His aklın önüne geçmiyor. Akıl hissi devre dışına itmiyor. Mantık “bu hissi ortamda benim işim olmaz” demiyor.

Nihayet heyecan zirve yaptı ve o cümleler ardı ardına sökün etmeye başladı. Herkesin şaşırdığını zannediyorum. “Dememiştim, demeden edemedim” dediği cümleler ağzından çıkıyordu. Videodan izleyin, ilk başlarda âmin seslerinin azlığı bu şaşkınlığın izi ve emaresi. (…) Bundan sonra ne olur? İçinde bulunduğumuz ifritten süreç nasıl sonuçlanır? İnanan her insanın bu soruya vereceği cevap sanırım şudur; Allah bilir. Allah’ın ömür verdiği insanlar yakın ve uzak gelecekte görür ne olacağını. Bu safhada duamız “Allah akıbet u encâmımızı hayr eylesin.” (…) Hocaefendi bu noktaya nasıl geldi? Bunu anlamak için bazı köşe taşlarının yerli yerine oturtulması gerektiğini düşünüyorum.

Pekâlâ, ne oldu da bu Hocaefendi ellerini Rabbi Rahim’imize açtı ve “dememiştim, demeden edemedim” dediği o içten yakarışı yaptı? Üç kelimelik bir cevabı var bunun; sabır taşı çatladı. İşin geldiği bu noktada da “La Havle” çekmenin, “eyvallah” demenin onlarca-yüzlerce masumun binlerce-yüz binlerce yetimin, milyonlarca ülke insanının hak ve hukukuna tecavüzden geriye dönüşün olmayacağını gördü ve meseleyi asıl Sahib’ine havale etti. Etti çünkü sebepler planında yapılacak her şey yapılmıştı.’

*

Evet, ilginç bir yorum.. Yani, kemalist-laik bir rejimde, karşılaştığı onca sıkıntılara, badirelere rağmen,  ülkeyi 11 yıldır yöneten ve müslüman halkın ilk kez bu derece rahat nefes almasının yollarını açan bir Erdoğan’ın ve hükûmetinden önceki hiç bir hükûmete bu şekilde beddualarla, kılıçları çekerek savaş vermemiş olan, tersine, bir müslüman hanıma, sırf başörtüsünden dolayı, Meclis’de en azgınca meydan okumalarda bulunmuş bir kimseyi fazilet timsali olarak örnek gösteren bir kişi,  bu sistemin içinde kanuna uygun veya aykırı, ama, şer’an nice haram işlerin yapılabileceği ortada iken, sadece son bir kaç ay içinde ve dershanelerin dönüştürülmesi sözkonusu olunca mı, artık önlenemez yolsuzluklara garkolunduğunu farketmişti de, ümidsiz bir vak’a ile karşı karşıya kaldığını görüp patlamış ve "Allah onların evlerine ateş salsın! Yuvalarını yıksın! Birliklerini bozsun! Duygularını sinelerinde bıraksın! Önlerini kessin! Bir şey olmaya imkân vermesin! (Arabça devam ediyor) Allah'ım onları hezimete uğrat! Onları sars! Birliklerini boz! Onları paramparça et! Onları birbirlerine musallat et! Onlara karşı bize yardım et! Onları birbirine kırdır! (Türkçe devam ediyor) Dememiştim. Demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar mel'un düşünceler vizesiz dolaştı ki demeden edemedim." diyerek, en akıl almaz bedduaları sıralayıvermişti, hem de dünya sahnesinde müslüman kimliği ile maruf birisine..

*

Bu noktada, Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı’nın tam 5 sene önce, 29 Aralık 2008 günü yine Zaman’da yazdığı görüşleri bir daha hatırlayıverelim:

"Yolsuzluk iddiaları dünyanın her yerinde gazetecilerin ilgisini çeker. Ne var ki seçime çok az bir süre önce yolsuzluk kampanyaları açmak çok sayıda soru işaretlerinin oluşmasına da sebeptir. İki kritik konu var zamanlamada: Bir, bahsi geçen dosyalar niçin bu zamana kadar bekletildi? İki, bu kadar kısa bir süre kalmışken yapılan yolsuzluk suçlamasına cevap vermek için yeterince savunma süresi kaldı mı? Açık söyleyeyim, bu saatten sonra yapılacak olan yolsuzluk suçlamaları doğruyu arama ve yoksulluktan arınma talebinden daha çok siyasette belli bir imaj ve hava oluşturmak içindir ve güvenilir olma özelliğini kaybetmiştir. Bu konuda samimi olan, seçim sonuçlarının sabahında elindeki dosyaları kamuoyuna arz eder."