'Yargıç diktatörlüğüne mi?'

Prof. Dr. Erol Göka

VAN 29.12.2013 10:32:37 0
Tarih: 01.01.0001 00:00

Medeniyetçi bir perspektifle meselelere bakan Yusuf Kaplan gibi düşünürlerimizi hayranlıkla izliyorum ama onlardan farklı olarak reel-siyasete daha yatkın kavramlaştırmaların peşindeyim. Uzun zamandır düşünce dünyamı, topluma ve ürettiği değerlere güven esasına dayanan 'merkez' dediğim bir yerde konumlandırıyor, inançlarımla çelişmeyecek bir tarzda özgürlükçü ve demokrat bir anlayışı dillendirmeye çalışıyorum. Somut şartların somut tahlili neticesi görüşlerimin değiştiği de oluyor. En zorlandığım, değiştirmeler yaptığım konulardan birisi, demokrasimizde cemaat türü oluşumların yeri meselesi. Bakın 10 yıl önce (4 Mart 2004, Radikal-2) neler yazmışım:

'Türkiye'de, bir yandan 'demokratik cumhuriyet' hedefinin, acemi ve beceriksiz ellerde, sağlıklı bir dinsel yaşam için gerekli ortamları sağlamak yerine, halkın inançlarına savaş açmak gibi tuhaf bir amaca yöneltilmesi ve halkımızın da haklı olarak 'kutsal'larını güvence altına almak için güçlü bir motivasyon hissetmesi; bir yandan da hızlı modernleşmenin büyük kentlere savurduğu kentlerin kır kökenli yeni yoksullarının, yaşamın sertliğine ve 'egemen beyaz güçler'in duygusal iteklemelerine karşı kutsal değerlere ve hemşehrilerin bulunduğu mekanlara, camilere sığınması; doğum, sünnet, evlilik, asker uğurlama, ölüm gibi ritüel icra ortamlarına tutunarak bireysel ve grup-varlığını ayakta tutmaya çalışması, örgütlü dinsel oluşumlar için bulunmaz bir vasat yaratmıştır. 'Cemaat' diye nitelenen bu oluşumların tarihsel ve geleneksel kökenlerini bildiğimiz için ortaya çıkışlarını anlayabilir hatta belli bir meşrulukları olduğunu söyleyebiliriz ama bazılarının yaptığı gibi onları 'sivil toplum örgütü' olarak görmemiz mümkün değildir.'

Bu bakışımdaki hümanizmanın kovuğuna gizlenmiş aydın despotizmini bir süre sonra fark ettim ve müthiş rahatsız oldum. Düşüncelerimdeki değişim berraklaştığında şöyle ifade ettim: 'Demokrat olmak, topluma tapınma değildir. Toplumda karşı çıkılması gereken birçok nitelik olabilir. Ama toplumda karşı çıkılan güçlerle mücadele etmek, her an toplumu düzeltmeye yetkili kılındığını sanmakla karışabilir; demokrasi için mücadele ediyorum derken zalim bir toplum mühendisi kesilebilirsiniz. Cemaatlere karşı mücadele ediyorum derken 'sağlıklı dinsel yaşam'ın nasıl olduğunu bildiğiniz zehabına kapılabilirsiniz. Cemaatlerin demokratik yaşamda bir problematik oluşturduklarını vurgulamaya çalışırken, dini özgürlükleri ve insanların manevi rehberlik ihtiyaçlarını yok etmeye kalkar, leğenin içindeki kirli suyla birlikte çocuğu da lağıma döküverirsiniz… Cıvıl cıvıl toplum sizi huzursuz ediyorsa, soyut devletin ve teorinin dingin kucağına bırakırsınız kendinizi. Devlet elbette çok önemlidir ama toplumun temsilcisi, toplumsal maneviyatın en-üst organizasyonu olduğunun bilinmesi koşuluyla. Aydın elbette çok önemlidir ama topluma tepeden bakmaması, toplumla bağlarını yitirmemesi, milletin organik aydını olması koşuluyla…' (23 Ekim 2010, www.haber10.com)

Kendimi bırakın aydınlatıcı olmayı, milletin, geleneğin ufkundan gelen ışıkla aydınlanan birisi olarak gördükçe narsisizmim törpülendi, topluma, cemaatlere, camialara güvenim, saygım arttı. Onları toplumun yaralarını sarma, geleneğini yaşatabilme, organize olabilme gücünün temsilcisi olarak niteledim. Vesayet sistemine karşı mücadeleye kerhen değil canı gönülden destek verdim. 12 Eylül 2010 Referandumu'ndaki milletin başarısını selamladım ve bu tarihten itibaren 'post-Kemalist dönem'e girildiğini söyledim. (26 Aralık 2010, Zaman) Böyle bir tespit yapmamın önemli bir dayanağı, referandum sonuçlarıyla birlikte vesayetçiliğin önemli bir saç ayağının daha ortadan kalkacağını, bağımsız bir yargıya kavuşacağımızı düşünmemdi.

Gel zaman git zaman oldu, geldik bugüne. Demokrasilerde juristokrasi (yargı yönetimi) tehlikesini hep biliyorduk ama 17 Aralık sürecinde muhtemelen dünya demokrasi tarihinde ilk kez olan bir duruma tanıklık ettik. Demokrasimiz, esasen güçlerini yargıda istiflemiş bir yapı marifetiyle, yolsuzluk iddialarını gerekçe göstererek, seçilmiş bir hükümete karşı, 'darbe' diye adlandırılan bir girişimle yüz yüze geldi. Doğrudan doğruya siyaseti itibardan düşürmeye ve yürütmeyi felç haline getirmeye matuf, üstelik sivil bir camiaya yaslandırılmaya çalışılan bu girişim, yargıda bağımsızlık kadar gerçek bir tarafsızlığın nasıl sağlanabileceği üzerinde yeniden düşünmemizi zorunlu kıldı. Demokrasiyi, özgürlükleri ve (cemaatleri de içeren) sivil toplumu desteklemenin ama bu arada yargıda tarafsızlığı sağlamanın, juristokrasiye hiçbir şekilde geçit vermemenin bir yolunu bulmalıydık. Başka türlü, kuvvetler ayrılığını hayata geçiremez, millet egemenliğini tesis edemezdik.

Yazımın başlığını, Ekrem Dumanlı'nın 21 Ocak 2010 tarihli Zaman gazetesindeki 'Sivil vesayetten yargıç diktatörlüğüne mi?' yazısından esinlenerek koydum. O günlerde bir 'sivil vesayet-diktatörlük' tartışması başlatılmıştı ve aslında Ak Parti kapatma davasının yeniden açılmasının yolu hazırlanıyordu. Dumanlı da haklı olarak bu oyuna itiraz eden, herkese hemen okumasını önerdiğim, harikulade bir yazı kaleme almıştı. Ben demokrasi, sivil toplum ve cemaatler konusundaki son 10 yıldaki düşünce uğraklarımı samimiyetle ortaya koydum. Her aydının böyle yapması gerektiğine inanıyor, benzeri bir tutumu Ekrem Dumanlı'dan bekliyorum. 'Yargıç diktatörlüğü' konusundaki fikirleri değişti mi anlatsın, dinleyelim. (Yeni Şafak)