Unutulan umut psikolojisi

ErolGöka

VAN 26.11.2017 09:50:37 0
 Unutulan umut psikolojisi
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Unutulan umut psikolojisi
“Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa, öylece korkunuz.”(Al-i İmran/ 102) 

“Sizden öncekilere de, size de Allah’tan korkmanızı tavsiye ettik.” (Nisa/ 131)…“Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin; çünkü kâfirlerden başkası, Allah’ın rahmetinden umudunu kesmez.” (Yusuf/ 87)… “De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”(Zümer/ 53)…  “Hayır işlerinde yarışır, korku ile umut arasında bize dua ederlerdi.” (Enbiya/ 90)… “Havf ve reca (korku ile umut)arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Hadis)

MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Müslüman bilincini inşa eden ana kaynaklardan da açıkça görüleceği gibi korku ve endişe her zaman umut ile birlikte alınmış. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’indeki, “Raca birle havfını kanat sen kılın.” (umut ile korkuyu kendine kanat kıl.) gibi kalıcı sözlerle bu bilinç nesillere aktarılmış. Endişe ve umudun bir arada zikredilmesi yanıltıcı olmamalı, siyak ve sibak göz önünde bulundurulduğunda, Allah’ın rahmeti nasıl gazabını geçiyorsa, umudun da endişeye galebe çalması gerektiğine inanılmış.

Hal böyle olmasına rağmen insan psikolojisi üstüne kafa yoranlarımız umutla hemen hiç ilgilenmemişler, dikkatlerini çoğunlukla endişe üzerine yöneltmişler. Buna sebep, eğitimini aldıkları psikanalizin tezlerini endişeyi (anksiyete) temel alarak inşa etmesi, sempati duydukları Martin Heidegger ve diğer varoluşçu düşünürlerin daha ziyade endişeyi anlatmaya çalışmaları.

Bu nedenle ben de birçok yazımda ve “Hayatın Anlamı Var Mı?” isimli kitabımda analizlerimi endişe merkezli olarak yaptım. Mesela şunları söyledim: “Varoluşumuzun niteliği sürekli endişe üreten bir yapıdadır. Böyle bir varoluşa sahip olmamız, biyolojik donanımızdaki sorunlarla, yetiştirilme tarzımızdan gelen dinamik problemlerle, baş etme becerilerimizdeki eksiklik ve hatalarla ve yaşadığımız dünyanın dertleriyle birleştiğinde, ‘anksiyete (endişe, kaygı) bozuklukları’ için uygun vasat ortaya çıkmış olur.

Endişe, korkudan farklı olarak bir şeyden, birilerinden, belli bir ihtimalden kaynaklanmaz, ‘hiç’ten kaynaklanır. Kaygının kökeni bu dünyada olmak daha doğrusu ‘bu dünyada olamamak’tır; eğer isteklerimizi hayata geçirmek için çabalamazsak, yaşamanın gereğini yerine getiremezsek bu dünyanın bizden alınacağı, dünyasızlaşacağımız tehdididir. ‘Dünyasızlaşma’; yaşamama, yani ölümdür. Bu anlamda anksiyetenin gerçek ölümle, “ölüme doğru varlık” oluşumuzla, faniliğimizle de sıkı bağlantısı vardır. Eskiler uykuya benzetirmiş ölümü; arzularımıza göre biçimlenmemiş, çabalanmayan bir hayat da ilk önce ölümü akla getirir. Nasıl kaygı sayesinde insan değişik gailelere açılıyorsa, insanın faniliği de biteviye kaygıyı açar. Planlar, tasarılar, amaçlar bittiğinde, artık yenisi gerektiğinde ya da tehlikeye girdiğinde faniliğimiz ‘Çabuk ol, çabuk, yoksa ölüm geliyor’ diye bizi sıkıştırır.”

Şüphesiz bunlar, gayet yerli yerinde ve isabetli tespitler ama bir süredir dönüp baktığımda bu tespitlerde “umut” boyutunun eksik olduğunu görüyorum. Umudun da tıpkı endişe gibi varoluşumuzun temeline yerleşmiş vaziyette olduğunu fark ediyorum. Nasıl belli bir nesne ve durumla ilgili korku ve kaygılarımız, faniliğimizle alakalı varoluşsal endişeden köken alıyorsa, dünya hayatımızdaki değişik durumlara yönelik umutlanmalarımız da varoluşumun özündeki umutla bağlantılı. Gerçekleşmeyen umutlarımıza, hayal kırıklıklarımıza rağmen her sabah yeniden, yeni umutlarla hayatımıza yapışabiliyorsak hep bu hiç bitmeyen varoluşsal umut sayesinde. Umut ışıklarımız, bizi umutlandıran nedenler bir bir sönebilir, boş çıkabilirler ama içimizdeki umut ateşi hep yanık ve uyanık kalır…

Varoluşçu literatürde, umutsuzluğu ölümcül bir hastalık olarak gören Kierkegaard’tan beri umudu bu şekilde “dünyevi, gelip geçici”, “hakiki, temel, asli, mutlak) olmak üzere ikiye ayırıp inceleme gayretleri var. Ama sadece “umudun filozofu” diyebileceğimiz Gabriel Marcel umut üzerine yoğunlaşmış. (İnsanı, “homo viator” -gezgin- olarak tanımlayan ve onun ömür seyahatinin umut sayesinde olduğunu söyleyen bu Katolik felsefeci hakkında, meraklısı Emel Koç Hoca'nın fevkalade güzel kitabı, “Gabriel Marcel Üstüne”ye -Pegem Yayıncılık, 2014- başvurabilir.) Bu çalışmalar, yeterince yankı uyandırmamış.

Sözü çok uzattım. “Pozitif Psikoloji” okumalarım sırasında iyice anladım ki, Batılı psikoloji öğretilerini iyice öğreneceğiz derken inancımız ve kültürümüzün vazgeçilmez bir bileşeni olan umudu unutmuşuz. Marcel’in “geleceğin hafızası” dediği umudu… Hatırlamaya çalışacağız inşallah.