Üç yazı ve son 30 yılın faş olan sırları

Prof. Dr. Erol Göka

VAN 9.02.2013 14:30:14 0
Üç yazı ve son 30 yılın faş olan sırları
Tarih: 01.01.0001 00:00

Şahin Alpay, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde son hafta iki muhteşem yazıya imza attı. 2 Şubat 2103 tarihli yazısında, “siyasal İslam ya da İslamcılığı en başarıyla analiz eden Batılı uzmanlardan biri olan Olivier Roy’nın “New Islamists / Yeni İslamcılar” (Foreign Policy, April 16, 2012) adlı makalesinin bir özetini yaptı ve şu sonuca ulaştığını yazdı: “İslam demokrasiyle bağdaşır mı? tartışması bitti. Arap devrimleriyle birlikte siyasal İslam ile demokrasi arasındaki karşılıklı bağımlılık giderek güçleniyor. İkisinin birbirinden bağımsız olarak var olması artık mümkün değil… Zira bundan böyle İslamcılar meşruiyetlerini ancak seçimler aracılığıyla koruyabilirler. İslamcıların siyasal kültürü demokratik olmayabilir ama kendilerini yeni, demokratik çerçeveye uygun olarak yeniden tanımlamak zorundalar.”

Şahin Alpay’ın ikinci muhteşem yazısı 5 Şubat tarihli ve “Post-Modern bir Türkiye’ye doğru” başlığı taşıyor ve bu yazısında son yıllarda Türkiye’nin modernleşme tarihinin anlaşılmasına belki en değerli katkıyı yaptığını söylediği, Batı’daki önde gelen Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’si tarihçilerinden biri olan Carter V. Findley’in ‘Modern Türkiye Tarihi: İslam, Milliyetçilik ve Modernlik’ (Çev. Güneş Ayas, Timaş, 2011) kitabından esinlendiğini söylüyor. Şahin Alpay, Findley’in tespitlerine dayanarak ve ondan bir adım ileri giderek: “Her ikisi de Batı’nın liberal ilke ve değerlerden etkilenen, laik ve İslami yenilikçi gelenekler arasındaki sentez, post-modern Türkiye’nin doğuşunun temellerini atıyor. Bu çok sancılı, iniş çıkışlı bir süreç, ama farklı dinsel inançlara ve etnik kimliklere saygılı, çok-kültürlü Türkiye’ye doğru gidiş artık gündemde” diye yazdı.

Ben olsam Şahin Alpay’ın söylemek istediklerini onun sözleriyle söylemezdim ama itiraf etmeliyim ki, üstadın tespitlerine aynen katılıyorum ve kendisini alkışlıyorum. Benzer görüşleri, değişik platformlarda ben de dillendirmeye gayret ediyorum. Şimdi burada bir kez daha vurgulayacağım ama bu görüşleri perçinleyecek bir yazıdan daha bahsetmeme izin verin. Bu yazı dostumuz Taha Özhan’ın Sabah/Perspektif köşesinde yayınlanmış, bizim de 21 Ocak 2013’te haber10’dan okuyucularımıza naklettiğimiz, “Sykes-Picot’un Son Nöbetçisi, PKK” başlıklı yazısı. Başlığı bile başlı başına takdiri hak eden bu müthiş yazıda Taha Özhan’ın şu iki tespitini zihinlerimize kazımamız gerekiyor: 1- “Bölgemizdeki bin yılı aşkın tarihe sahip Türk, Arap ve Farisi siyasal akıllarının tecrübeli ama yorgun olduğunu anlamamız gerekiyor. Mezkur yorgun ve yaşlı siyasal akıllar Sykes-Picot gibi özünde oldukça ilkel ve acemi bir müdahale karşısında bile direnme azmi gösteremediler. Çok geçmeden kendilerini Sykes-Picot düzeninin nöbetçileri olarak buluverdiler. Binlerce yıllık geçmişe sahip birikimlerini, bir arada yaşama tecrübelerini hatırlamaz oldular. Her birisi batılı ezberlerle giriştiği ulus devlet kurma çabasını daha fazla kan ve gözyaşı ile sonlandırdılar. Türkiye’de Kemalizm, Arap dünyasında Baasçılık düzeyini aşamayan siyasal akıllar, milenyumun başında artık taşınamaz yapılara dönüşmüştü. Kaçınılmaz olan değişim farklı takvimlerle ve şekillerde her bir ülkeye ulaşmaya başladı…” 2- “Bugün Kürtlerin bulunduğu Türkiye, Irak ve Suriye’de fiili yeni durumlar yaşanmakta; İran’da ise değişim tartışması kaçınılmaz görünmektedir. Bölgenin tecrübeli siyasal aklını temsil eden unsurlarla inşacı bir ilişkinin Kürt siyasi aklı ve sosyal muhayyilesiyle tesis edilmesi gerekmektedir. Öncelikle anlaşılması gereken, Sykes-Picot düzeninin çökmesinin, tarihin ve siyasetin 1910’lar öncesine dönmesi anlamına gelmediğidir. Aynı şekilde yaşanmakta olan yapısal kırılmadan daha fazla ulus devlet çıkması da ilk beklenen şey olmamalıdır. Bunlar geç kalmış Kürt milliyetçiliğinin beklentilerinden bağımsız olarak ortadaki verili durumu işaret etmektedir. Zira önümüzdeki verili siyasi tabloyu atlayarak kurgulanan her senaryonun daha fazla kan ve gözyaşı anlamına geldiğini görmek için kehanete gerek yoktur…”

Bize göre bu üç yazı, son otuz yıldır bölgemizde olup bitenleri anlamak için bugüne kadar karanlıkta kalmış tüm köşe bucağı aydınlatıyor. Son yüzyılın entelektüel ve tarihsel gündemini belli ölçülerde takip edebilmiş dikkatli okuyucu, bizim yorumumuza hiç ihtiyaç duymaksızın zaten bu yazılardan gerekli değerlendirmeleri yapacaktır. Biz büyük ölçüde tamamlanmış olan tabloya rötuş niteliğinde birkaç klavye darbeyle yetineceğiz.

Modern-öncesi zamanlarda entelektüel iktidarla siyasi iktidar arasında birebir örtüşme yoktu. Moğollar, bilgi ve bilimden pek nasiplenmedikleri halde bilgi ve bilimde o sırada şahikaya ulaşmış İslam beldelerini tarumar edebildiler. Lakin modern zamanlarla birlikte felsefe, ilahiyat ve beşeri bilimlerin üniversite içine alınmasıyla entelektüel iktidar, siyasal iktidarın hazırlayıcısı ve pekiştiricisi olarak işlev görmeye başladı. Şöyle ki:

İki büyük dünya savaşına ve İsrail’in kurulmasıyla önce güncellenip ardından da Camp David’le yeni bir sayfa açılmasına rağmen Sykes-Picot düzeni sürdü. Aslında bu işte bir terslik vardı zira Sykes-Picot düzeni, modernliğe, ulus-devletlere ve pozitivist-ulusalcı ideolojilere dayalıydı, oysa 30 yıldan beri entelektüel iktidar yer değiştirmiş, modernlikten, post-modernliğe geçildiği, ulus-devletlerin ve büyük anlatıların sonu geldiği vaaz edilip duruyordu. Modern ulusalcılığın dayandığı, Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” idealleriyle simgelenen entelektüel iktidarın yerinde yeller esiyor; farkı, çeşitliği, hakikatin parçalı algısını, sivil toplumu ve çok-kültürlü demokrasiyi öne çıkaran yeni bir entelektüel ajandaya göre hareket ediliyordu. Ülkemiz, bölgemiz ve Ortadoğu’daki rejimlerin ve uluslar arası konjonktürün ise yeni entelektüel ajandayla hiçbir ilişkisi yoktu. Değişim mukadderdi.

Türkiye, demokrasi mücadelesiyle vesayet sistemini kaldırarak ve ileri demokrasi hedefine doğru tırmanarak zamanın ruhunu kavradığını ve yüksek ekonomik-siyasi performansıyla bölgedeki yeni roller için hazır olduğunu gösterdi. “Arap baharı” adı verilen süreçle rüzgar güneye doğru yayıldı. İran-Suriye-Irak-Lübnan-İsrail arasındaki çok güçlü ve yerleşik karşıtlık ve birlikteliklerin ağını yırtma misyonu ise bölgenin en dinamik gücü olan Kürtlere düştü. II. Dünya Savaşı sonrası İnönü, “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de orada yerini alır” diyordu. Şimdi ise Türkiye, hem gerçek bir demokrasiyi kurarak bölgeye örnek; hem de bölgedeki demokrasi güçlerine yardımcı olmak göreviyle karşı karşıya…