TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ SORUNLARI

her türlü kaynağı israf ettiler.

VAN 18.10.2016 11:07:53 0
TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ SORUNLARI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 70’li yıllara kadar İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı bir İslamcılık vardı; buna “Türkiye İslamcılığı” diyebiliriz. 70’li yıllardan itibaren kendini göstermeye başlayan tevhidî uyanış süreci başladı. Batıcı-ulusal-laik kimliğin zulmünden tarihsel ve geleneksel yapı etkilendi ve birlikte acı çektiler. Daha sonra bu yapılar mevcut sisteme eklemlenmeye, sistemin içinde yer almaya çalıştılar. Tevhidi İslamcılık sistemden bağımsız kimliğini oluşturmaya ve toplumu dönüştürmeye yöneldi. Fakat her iki akımın da en önemli yanlışı, demokratik veya ihtilalci yolla kısa dönemde iktidarı hedefleyen çabalarıydı.
İslam dünyasında, son 150-200 yıllık süreçte, devralınan iç ve dış sorunları aşmak için ortaya konan İslam kavramıyla irtibatlı bütün çabalar, “İslamcılık” terkibiyle nitelenir. Bu nitelemede İslamcılık tanımı, bazı kere karalanan bir tutum, bazı kere de olması gereken bir duruş olarak karşımıza çıkıyor.
Bugün ne yazık ki İslamcılığın tek bir tanımı yok. İslamcı cümlesi doğu’da İslamî hassasiyetleri, Batı’da ise terörize olmuş yapıları ifade edebiliyor. Aynı cümle bazı cemaatlerde Radikalizm bazı coğrafyalarda Selefilik bazı ülkelerde mezhepçilik bazı yerlerde ise tasavvuf olarak karşımıza çıkabiliyor. Cümlenin kendisi bile üzerinde uzlaşıyı getirmediği için aslında yapılan her yorumda meselenin bir yerini açıklıyor.
Türkiye’de genel olarak kabul gören görüşe göre: “İslâmcılık, İslâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu derin krizi açıkça ve gizlenemez bir tarzda iliklerine kadar hissetmeye başladığı XIX. Asır Osmanlısında ortaya çıkan, fakat 1960’tan itibaren kökleriyle bağlarını kopararak başka renklere bürünmeye başlayan kültürel, medenî ve siyâsî bir akımdır.” Bu tanımla hareket edildiğinde İslâmcılık’ın tarih sahnesine çıkışı, normal ve tabiî değildir ve şartların zorlaması ile olmuştur. Modernite karşıtı olan bir akımdır ve modern bir hareket olarak karşımıza çıkmıştır.
Diğer bir görüş ise: İslamcılık her şeyden önce Kur’an ve Sünnet hareketine dönüştür ve bu nedenle de yorum olarak kabul edilmelidir.
Müslümanlar Kur’an’ı cemaat olmanın veya yapılanmanın merkezine koymadılar. Merkeze lideri, mezhebi, Kur’an dışı kitapları koydular. İnsanları Kur’an’a değil bunlara çağırdılar. “Bize gel”i “Kendine gel”in yerine ikame ettiler.
Müslümanlar İslam dünyasındaki İslami hareketlerin düşünce, sistem, proğram ve metotlarını takip ve inceleme konusunda ilgisiz davrandılar. Yani tecrübe edilmişleri tecrübe ederek her türlü kaynağı israf ettiler.
Müslümanlar yetenekli insanlarını ihtisaslaşmaya sevk etmeyerek insan kaynaklarını gereği gibi kullanamadılar.
Müslümanlar zanni rivayetlerin boyunduruğundan kurtulup Kur’an’ın açık ayetleriyle sahih bir akide inşa edemediler.
Müslümanlar ulaştıkları anlamları toplumun her kesimine anlayacakları bir yalınlıkta aktaramadılar. Hedef kitlelerini dar tuttular. Anlaşılır bir din dili kullanamadılar.
Müslümanlar İslami yapılanmalarını Kur’anî ilkelere dayandırma yerine kişisel ve yöresel, bölgesel metotlara teslim ettiler.
Müslümanlar toplumsal hayatta kadının yerini ve rolünü belirleyemeyip örneklikler oluşturulamadı. Geleneksel algıya -çocuk doğuran hamur yoğuran- teslim olundu.
Müslümanlar şura ve onun işleyişi için ehliyet şartlarının temel özelliklerini somut bir şekilde ortaya koyamamıştır.
Müslümanlar toplumsal sorunlarla ilgilenilmeyip, akidevi konuları önceledi. Siyasi, iktisadi, ictimai meseleler ertelenerek zulme göz yumuldu. Oysa bu vahyin iniş sürecinde Rasulullahın örnekliğine tamamen ters bir durumdur.
İslam düşmanlarının İslam’ı engellemek için planları, kararları, projelerini öğrenme, tanıma, takip etme ve bu konuda Müslümanları bilgilendirme konusunda zaaf ve yetersizlikler mevcuttur.
İslamcılar/Müslümanlar toplumsal, siyasal, düşünsel ve bireysel olarak ayrı ayrı kulvarlarda varlıklarını göstermeye çalıştılar. Bu algı ve yapılar arasında da bir bağ olmadığı için zamanla birbirleriyle kavgaya başladılar.
Türkiye İslamcılığı sanata kör, felsefeye sağırdır. Türkiye’de sinema, tiyatro, resim ve televizyon dizileri üzerindeki egemenliğin daha çok sol görüşlü aydınların tekelinde olduğu aşikârdır. Bunun yanında, entelektüel bir konu hakkında yorum yapabilme kapasitesine sahip olan İslamcı cenahın pek az aydını bulunmaktadır.
Türkiye İslamcılığın en temel sorunlarından biri de Hz. Peygamberin örnekliğinin nasıl ve ne şekilde çağa taşınacağı ile ilgilidir. Gerçi bu sorun bütün İslam dünyasının sorunudur. Bu anlamda temel sorun Hz. Peygamber bugün karşılaşılan sorunlarla karşılaştığında nasıl bir yöntem takip edeceği ile ilgili tartışmalardan ortaya çıkmaktadır. Bu sorun aşılacağa benzemiyor. İslam dünyasının ekseri bu çağdan oraya giderek sorunu çözme eğilimindedir. Bu da olguyu ilkeye kurban etmektir.
Türkiye İslamcılığının sorunlarından birisi de devleti tanrılaştırmaktır. Sağcı parti ve İslamcı aydınlar, devleti ve iktidarı kutsallaştırarak yüceltmişlerdir. Allah’ın şerik kabul etmediğinden mülhem, devletin de şerik kabul etmeyeceğini dillendirmek, devleti Tanrısallaştırmak anlamına gelmektedir. Bundan dolayı en küçük muhalefet dahi ihanetle suçlanabilmektedir. Bu devleti kadir-i mutlak görmeye kadar vardırıp muhalefet edenleri, geçmişte olduğu gibi “siyaseten katl”e tabi tutmayı netice verir.
Türkiye İslamcılığının bir sorunu da dünyevileşmedir. Günümüzde Müslümanlar olarak bazı sorunlarla karşı karşıyayız. Bunlardan en önemlisi sekülerleşme-dünyevileşme bataklığıdır. Etrafımızda birçok insan Müslümanım demesine rağmen, oruç tutup namaz kılmasına rağmen çok lüks içerisinde yaşayabiliyor. İslami konularda duyarsızlaşıp banane diyebiliyor. Giyimi kuşamını, söylemini İslam değil seküler adetler belirliyor.
Türkiye’de sağlıksız cemaat yapısı, ahlak temelli olmayan, şeklin ön plana çıktığı sığ bir din anlayışı toplumda ma’kes bulmaktadır. Bu doğrultuda, dinin bütünleştirici fonksiyonu etkisini yitirmekte, gerek dinsel, gerekse etnik farklılıklar tepkisel bir tavırla bütünün yerini almaya başlamaktadır. Yani, artık bazı insanlar, hem Müslüman hem de ırkçı olabilmektedirler.
Cemaatlerin katkısıyla oluşan dini kimliğin sağlıklı olabilmesi için, cemaatlerin din-toplum ilişkisinin şekillenmesinde birinci derece belirleyici olmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Bunun yolu, toplumun din konusunda en azından doğru düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgi sahibi olmasının sağlanmasından geçer. Din alanında doğru düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgi sahibi olmayan insanların, din adına kendilerine sunulan bilgileri sorgulama imkânları olmaz.
Türkiye’deki sağlıksız cemaat yapısı, toplumda yaygın din anlayışının da sağlıksız olmasını doğurmaktadır. Cemaatlerin İslam’a bakışının, körlerin fili tariften farksız olduğunu anlamak için birazcık bakmak yeterlidir. İşin en kötü yanı, tekfir mekanizması, çoğu zaman cemaat düzeyinde, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan insanları ötekileştirmek için kullanılmaktadır. Bu durum, bireysel ve toplumsal planda dini kimliğin, dinin, insanının kendini inşa etmesi için bir araç olduğu gerçeği dışlanarak oluşturulmasına imkan sağlamaktadır.
Türkiye’de cemaatler, “küçük olsun benim olsun” mantığı ile var kalabilmek için mensuplarını itaat kültürü, suçluluk ve günahkarlık duygusu ile terbiye edip, grup içinde tutmaya çalışmaktadır. Bunun yerine üretime dayalı, ilkeli, şeffaf, rasyonel bir yapılanma ile mensuplarının bilinçli ve kararlı tercihlerini temin etmeli, iyilik yolunda hem cemaat içinde, hem de diğer cemaatlerle bir yarış içine girmelidir.
Cemaatler, kendi iç bütünlüğünü koruyabilmek, mensuplarını bir arada tutabilmek için, en yakın gördükleri cemaatlerle aralarına su sızdırmaz duvarlar inşa etmektedirler. Bu doğrultuda dinin birleştirici işlevi, tersine ayrıştırıcı, parçalayıcı bir hüviyet kazanmaktadır.
70’li yıllara kadar İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı bir İslamcılık vardı; buna “Türkiye İslamcılığı” diyebiliriz. 70’li yıllardan itibaren kendini göstermeye başlayan tevhidî uyanış süreci başladı. Batıcı-ulusal-laik kimliğin zulmünden tarihsel ve geleneksel yapı etkilendi ve birlikte acı çektiler. Daha sonra bu yapılar mevcut sisteme eklemlenmeye, sistemin içinde yer almaya çalıştılar. Tevhidi İslamcılık sistemden bağımsız kimliğini oluşturmaya ve toplumu dönüştürmeye yöneldi. Fakat her iki akımın da en önemli yanlışı, demokratik veya ihtilalci yolla kısa dönemde iktidarı hedefleyen çabalarıydı.
İslamcı hareketler, Modernitenin anlam dünyasını içselleştirerek mi yoluna devam edecek yoksa yeni bir anlam dünyası yaratarak alternatif bir medeniyetin öncülüğünü mü yapacak? Bu soru İslami hareketlerin geleceğini belirleyecektir.

Haydar Öztürk/ İktibas Dergisi Ekim 2016/454