TÜRKİYE 12 EYLÜL’E NASIL SÜRÜKLENDİ

En vahimi, solun ezici çoğunluğu “burjuva demokrasisi”ni horlamada birleşti. Toplumu bir arada tutmaya çalışmak diye bir duyarlılığı hemen hiç olmadı. Her durumda “sınıf mücadelesi”ni sonsuza dek keskinleştirmek gerektiği anlay?

VAN 13.09.2015 12:20:08 0
TÜRKİYE 12 EYLÜL’E NASIL SÜRÜKLENDİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
Srebestiyet/Halil Berktay

Bugün yakın tarihimizdeki en zalim, en korkunç, en acılı askerî müdahalenin 35. yıldönümü. Darbenin zemini adım adım hazırlandı. Felâketin nasıl geliyorum diye bağıra çağıra geldiğini, benim neslim aslında çok iyi bilir. Ama dürüstçe hatırlayıp kabul etmek isterler mi, orası ayrı mesele. 

Solun çeşitli kesimleri değişik maksimalizmlere kapıldı. “Eski Tüfek”lerin ortodoks Komintern Marksizmi, bir noktadan sonra Mehmet Ali Aybar’ın TİP’ine kıskançlıkla baktı; rahat bırakmadı; reformcu, demokratik, parlamenter bir yol izlemesine izin vermedi. 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkaran bir başarının altı oyuldu; bir daha o düzeye dönülemedi (Selâhattin Demirtaş’ın ve 80 milletvekilli HDP’nin diğer liderlerinin kulakları çınlasın). Bazı grup ve örgütler (Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş vb) aşırı sağın 1960’larda başlayan saldırıları yüzünden silâhlanmaya ve bir düello mantığına çekildi. Çatışmalar 1977-80 arasında büsbütün tırmandı; günde 15-20 cinayetle, iç savaşa yakın bir ortam doğdu (bunu da herhalde Çözüm Sürecini de, fiilî ateşkesi de orasından burasından küçümseyip aşındırmaya çalışmış herkes tekrar düşünmeli).

Diğer bazı sol partiler (öncelikle TKP, keza Sadun Aren ve Behice Boran’ın yönetimine geçmiş bulunan TİP ve TSİP), gerek sendikal güçlerinin, gerek Sovyetler Birliği’nin uluslararası prestij ve nüfuzunun etkisiyle, hem solda hegemonya hevesine, hem neredeyse “sosyalizm geliyor” hayaline kapıldı (bugün bunun karşılığı, Kandil’deki şahinlerin hayalleri). Benim de içinde olduğum Maocu akımın uydurma “Stalin’den sonra kapitalizmin restorasyonu – yeni burjuvazi – sosyal emperyalizm” teorisi, hem “biz temiziz, en temiz biziz” kibrini besledi, hem bütün köprülerin atılması ve düşmanlıkların keskinleştirilmesine önemli katkıda bulundu.

En vahimi, solun ezici çoğunluğu “burjuva demokrasisi”ni horlamada birleşti. Kıymeti bilinecek, savunulacak bir şey olarak görmedi. Toplumu bir arada tutmaya çalışmak diye bir duyarlılığı hemen hiç olmadı. Bütünsel paradigması ve tarihsel alışkanlıkları gereği, her durumda “sınıf mücadelesi”ni sonsuza dek keskinleştirmek gerektiği anlayışıyla hareket etti. Batsın bu dünya, yıkılsın bu düzen derken, kendisinin de neyin altında kalabileceğini aklına getirmedi.

Aynı azamicilik, aynı imhacılık, aynı boyölçüşmecilik, aşırı sağ ve aşırı sol üzerinden merkez-sağ ve merkez-solun iki büyük partisine de sirayet etti. MHP, Adalet Partisi’nin Saadettin Bilgiç ve çevresindeki sağ kanadını kendine bendetti; rehin ve esir tuttu. TKP, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (kestirmeden Kemal Anadol çevresi diyeceğim) sol “saylavlar” kanadını kendine bendetti; rehin ve esir tuttu. Militarizmin yaklaşan ayak seslerine ancak bir AP ve CHP ittifakı dur diyebilir; askerin iddialarını işlevsizleştirebilir ve parlamenter demokrasiyi koruyabilirdi. Ama birincisi, Ecevit ve Demirel “ananevî” düşmanlıklarını (Zincirbozan’da buluşuncaya dek) bir nebze olsun aşamadılar (hmm, günümüzde de böyle kör bir düşmanlık var mı acaba?). İkincisi, kazanıcı bir cömertlik gösteremediler; avantajlı oldukları konumda diğerine teklif götüremediler. Tersine, sadece kendileri alta düştüğünde birleşelim demek gibi bir darlık ve basiretsizlik gösterdiler. Ecevit başbakanken Demirel’in önerisini Ecevit reddetti. Sonra Ecevit hükümeti çöküp Demirel başbakan olduğunda Ecevit’in önerisini bu sefer Demirel reddetti. Üçüncüsü, ne zaman birbirlerine bu kadarcık dahi yaklaşacak olsalar AP’nin sağ kanadı “millî ihanet” ve CHP’nin sol kanadı “sınıf ihaneti” feryadını basarak kendi merkezine şantaj yapmakta gecikmedi.

Sonrasını biliyoruz. Ne ki bu, bir sonraki “benzer” krizden mutlaka kaçınabilmek demek değil. Bir kere, toplumsal olaylar aynı şekilde tekerrür etmiyor. Biraz olsun kılık değiştirerek çıkageliyor.  Bu da, yeni durumu zamanında teşhis edip önceki deneyimlerin “ders”lerinden yararlanmayı zorlaştırıyor. Üstelik Tarih ve Siyaset Bilimi, bu tür “ders”ler çıkarmaya çok yatkın bilim ve bilgi dalları değil. Bunlar “yumuşak” veya “zayıf” dediğimiz türden disiplinler. Bir kuşaktan diğerine kolayca aktarılabilecek bir “teorik çekirdek”leri yok. Matematiksel kesinlik taşıyan, kolay ezberlenebilir formül ve denklemlerden yoksunlar.

Dolayısıyla Amerika hep yeniden keşfedilmek zorunda. Weimar Almanyası’nda Komünistler çıkıp “dünya devriminin eşiğinde” olduklarına inanmaya ve Sosyal Demokratları “Nazilerden bile daha tehlikeli” ilân etmeye devam edecek. Weimar Türkiyesi’nde bir kısım aydınlar çıkıp “savaş Erdoğan’ın erken seçim hırsı yüzünden çıktı” diyecek. Aynen Auden’ın dediği gibi: The enlightenment driven away, / The habit-forming pain, / Mismanagement and grief: / We must suffer them all again (O kavrayıştan yoksun kalınca / Alışkanlık yaratan acıları, / Beceriksizliği ve kederi / Yeni baştan yaşamamız gerekecek).
Olacak bunlar; bir bakıma kaçınılmaz. Her şey, şimdiki neslin basireti — veya basiretsizliğine gelip dayanıyor.