TOPLUMSAL BİLİNÇ VE GERÇEKLİĞİN İNŞASINA DAİR…

İbrahim KÖZ

VAN 26.11.2012 23:52:25 0
TOPLUMSAL BİLİNÇ VE GERÇEKLİĞİN İNŞASINA DAİR…
Tarih: 01.01.0001 00:00
TOPLUMSAL BİLİNÇ VE GERÇEKLİĞİN İNŞASINA DAİR…
 
Sosyal olan ve sosyal olana katılım, gündelik sosyolojinin konusu olsa da sosyolojinin kendine has dinamikleri ve değerleriyle ilişkili bir süreci ifade eder. Sosyolojinin çalışma alanı içinde bulunan obje her durumda insandır ve bu insan unsuru, bilimsel çalışma objesi olmaklığı dolayısıyla bu disiplinin temel sahası konumunda görülür. Kayıtlar, gözlemler ve deneyimler evreninde dışsal bir fenomen, bir açık laboratuar (open laboratory) olarak toplumlar; devinimleri, dinamikleri ve değişimleri ile gözlemlenerek belli teorilere ulaşılmaya çalışılan alanlar olarak bir bilimin konusu olurlar. Bu şekilde çalışmayı konu edinmiş bir disiplin olarak sosyoloji; aynı zamanda insan davranışsallığını, bireylerin eylemlerinin amaçsal değil, dışsal faktörler tarafından belirlenmiş olduğunu iddia ederek lineer bir istikamet ve yasalar ihdas ederek mekanik bir ilişki ağı olduğunu varsaymış ve farkında olsun ya da olmasın kendini pozitivist açmazlarına ram etmiştir. Elbette ki bu açmaz, düşünen ve sorgulayan zihinler tarafından görülmüş ve eleştirilmiştir. Nitekim analitik zihinler, insan eylemlerinin illa ki nedensel bir açıklamasının yapılmasının mümkün olamayacağını ve “insan denen meçhul”ün karmaşık yapısının buna müsaade etmeyeceği gerçeği ile yüzleşilmesinin kaçınılmazlığını fark ederek buna yönelik sağlam eleştiriler geliştirmişlerdir.
 
Her şeye bir mahsul ve mamul nazarıyla bakma konformizminin gelip dayandığı yer; ‘toplum mu bireyin mahsulüdür yoksa birey mi toplumun’ sorunsalından öteye gidememiştir. Gerek birey gerekse toplum kavramlarının insansızlaştırılması (de-humanisation) sonucu bir veri alanı olarak atfedilen nazar ve nazariyelerin postmodern arayışlarla yeni sığınaklar edinmesi çabaları bazı açılardan anlaşılır bir durumdur. Burada bir sorun da ontolojik olanla ontik olanın birbirinden ayrı değerlendirilmesi gereğidir. Çünkü felsefi olarak insan; ontolojik bir değer olduğu halde sosyoloji açısından (Heidegger’in ortaya koyduğu düzleme uygun olarak) ontik bir unsurdur.
 
Özellikle gelecek kurguları ve kehanet teorilerinin modernizmin kıskacından kurtulmaya çabaladığı son zamanlarda bu daha da görünürlük kazanmıştır. Bu çerçevede toplumlara yön ve gelecek biçen aktörlerin en azından bu yeni analitik gelişmeleri ve dinamik süreçleri daha özenli okumaya, daha ince işçilik yapmaya çalıştıkları, yaşadığımız çağ ve olaylarına bakarak fark edilebilecek bir manzaradır.
 
Egemen güçlerce, siyaset sosyolojisi açısından toplumların (eğer bu konu bağlamında bir manaya delalet edecekse ‘ülke’lerin) manipülasyona müsait olup olmama durumlarının bu bakış açısından hareketle tasarımlar geliştirmeleri her zaman sözkonusu olmuştur. Hatta bunun biliminin ‘üretildiği’ özel üniversite, enstitü ve akademilerin olduğunu söylemek malumu ilam hükmündedir. Çünkü bunun için özel birimler ve çalışma alanları ihdas edilmesini bırakın, tüm dünyada etkinlik gösteren ve bilimsel kurum hüviyetini haiz örgütlenmelerinin bu merkezler tarafından denetlendiğini, yönlendirildiğini ve bilimsel bilginin bu ‘küresel değerlere’ alan açmak için veri tabanı hizmeti yürüttüğünü görmek gerekiyor. Sonuçta bilginin doğru olup olmamasından öte kullanılabilirliğini ve dönüt alınabilirliğini (enstrümantasyon) öncelemektedir ve doğru bilgiden değil, doğru bilginin düzenine zarar verip vermeyeceğine bakarak denetimini sürdürmektedir. Burada ifade edilenler, yukarıda bahsedilen poztivist yanılgının bir antagonizması olarak düşünülmemelidir. Çünkü en azından bu konu bağlamında söylenmeye çalışılan şeyin bir tespit olma iddiası vardır. Zira şimdiye kadar insan eylemlerinin genel yasaları ortaya konamamıştır ve in­san eyleminin bağlı olduğu nesnel yasalar sözkonusu değildir. Bunun temelinde bilimin yetersizliğinden öte insanın derinliği ve neredeyse ucunun ve dibinin ulaşılmazlığı sorunu vardır. Hem toplumsal hem de müfred tarafı dolayısıyla insanların gündelik yaşayışlarında ve bu yaşamda kaosa düşmemek için sergiledikleri eylemlerinde bir ölçülülük/nizam sözkonusudur ve fakat bu ölçülülük/nizam, toplumun üyelerinin eylemlilikleri dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Ne önceden belirlenmiş yasalar ne de dış faktörler insan etkinliğinin meydana gelmesinde determinist bir etkiye sahip değildir. Ancak insanın, dışında bulunan dünyayı algılama, anlamlandırma ve yorumlama melekesi sonucu dış faktörlere ‘tepki’ olarak geliştirdiği davranışlar, etkinlikler sözkonudur. Bu tepkiler de, sonuçta insan teki ya da toplumun etkilenim oranı ve diğer unsurların (karakter, psikoloji, güç, imkan…) gücüne ve etkisine göre değişen davranış tiplerinin gösterilmesine yol açarlar. Önceden tasarlanmış ne bireysel ne de toplumsal bir kader sözkonusu değildir. Yani toplumsal olgular, üyelerinin etkile­şimleri sonucunda ya da bunlar aracılığıyla var ettikleri değerlerdir.
 
Bununla birlikte bilinç ve gerçeklik konusunun da burada önemli bir parametre olarak dikkate alınması gerekmektedir. Yaklaşımsal olarak birbirini nakzeden görüşlerin varlığı daha yapılacak çok işin olduğunu göstermektedir. Bilinç değerinin ve kavramsal çerçevesinin, kendisinin dışındaki bir şeyle yansıma sonucu açığa çıktığı dikkate alındığında, bu konuda göreli alanların çokluğu ya da fenomenin karmaşıklığı daha da anlaşılır olur. Bilinç kavramının, bilme eylemine nesne (bilgi) olmaksızın açığa çıkmaması durumuyla, dış dünyanın ancak bu dünya hakkındaki bilinçle anlamlı olduğu paradoksu aynı zamanda gerçeklik duygusu ve algısının insan bilicinin işleyişi konusunda ne kadar çetrefilli alanlar oluşturduğunu görmemizi sağlıyor. Gerçeklik denen olgunun insanın dışında mı içinde mi başladığı ve hangi süreçlerle ya da herhangi bir sürece tabi olmaksızın mı şekillendiği konusu da bu tür disiplinlerin temel sorunlarını teşkil etmektedir. Kaldı ki kimi yaklaşımlara göre gerçeklik duygusunun bir yanılsama ya da subjektif değerlendirme olduğu iddiaları da sözkonusudur ve hiç de yabana atılacak türden iddialar değildir bunlar. Hatta nesnel olarak gerçekte bir toplumsal düzenin olmadığı, toplumu oluşturan üyelerin böyle bir şeyi algıladıkları için varmış gibi görünmesine dair yaklaşımlar sözkonusudur. Keza toplumsal düzenin, bu toplumun üyeleri tarafından yaratılmış olan kullanışlı bir kur­gudan ibaret olduğu yönündeki yaklaşımların, burada gerçeklik konusunda ne kadar izafi olunduğunu göstermektedir. Sosyolojik nesnelliğin, gerçekliğin çarpıtılması olarak görülmesinin bir yerden sonra çok da fantezi sayılmaması gerekiyor.
 
Bireylerden ayrı ve nesnel bir gerçekliğe sahip olan, değişmeyen, herkese göre aynı olan fiziksel bir dünyadan söz etmenin salt izafiyet teorisiyle izah edilemeyeceği bir dünyada yaşadığımızı artık kabul etmek gerekiyor. Dünyanın, insan­ların ona yüklediği anlamlar bağlamında göreliliği ile birlikte her toplumsal örgünün kendine has karakteristiğe sahip oluşu ‘tek dünya’ efsanesine getirilen en önemli itirazlardan biridir ve bu imkân aynı zamanda ‘başka bir dünya mümkün’ diyebilmenin zeminini oluşturuyor. İnsanların, içinde yaşadığı dünyayı yorumlama yollarının her birinin bir gerçeklik algısı ve tanımı olduğunu da görmek, egemen güçlerin toplumsal sonuçlar üretmek için ancak simülasyonlar ve mental illüzyonlar (zihinsel yanılsama) yaratarak bunu gerçekleştirebildiğini akla getiriyor.
 
İnsan bilincinin gündelik ya­şam içindeki etkinliklerinden bir kültür üretmek suretiyle ve sorgulamaksızın verili kabul edilen bir gerçekliği nasıl inşa ettiğini görebilmek demek, bir bakıma genel kabul ve yargıların ötesinde canlı bir tanıklık marifetiyle bazı dinamik sonuçlara ulaşabilmek demek oluyor bazen. Buradan hareketle; dünyayı dizayn eden muktedirlerin ve alternatifsizmiş gibi görünen egemenliklerinin bir tarafıyla; aslında bilimsel yaftalarla taçlandırılmış dezenformatif illüzyonlar sonucu gerçekleştiğini görmenin temel şartı bu kabullün baştan reddiyle mümkün. Bunun için de yukarıda irdelemeye çalıştığımız bilinç ve gerçeklik eşiğinin doğru tespiti ile mümkünüdür. Bilgi, bilinci getirir, ancak her bilinç masum ya da doğru değildir. Sahih (sıhhatli) bilinç, ancak sahih bilgi ile mümkündür.
 
Bu topraklarda özellikle Kürt Sorunu ile tesmiye olunan ve kangrenleşmesi için bahsi geçen metotların lokal laboratuarı olarak kullanılan Kürdistan’ın bu cendereden azad olabilmesi de bilinç ve gerçeklik eşiğini kendi doğal mecraında ve kendi kavrayışı ile bulabilmesi, aşabilmesi için temel koşul budur. Bu koşulun asli ve etkin dinamiklerini de tarihsel kimliğini bulduğu İslam’ın sunduğu alanlar ve akılla harekete geçirebilir. Böylece mekanizma haline getirilmiş mağdur ve mazlum varlığını, bir organizma değerine taşıyabilir. Aynı şekilde Arap Baharı/Uyanışı/İntifadası denen olgunun temel dinamikleri ve yönü de kendi içinde taşıdığı koşullar ve imkânlar ile hem mümkündür hem de maluldür. Bunu aşabilecek bilinç onun kendilik bilinci ve tercüme olmayan ‘politik milliyetçilik’ yeteneğine bağlıdır.
 
Asıl mesele edinilmesi ve üzerine gidilmesini gerektiren konu; acısını çektiğimiz sıkıntılar yumağının, içinde bulunduğumuz coğrafya itibariyle Kürtlerin ya da Arapların aidiyetlerini temin eden unsurların asli bir değerden beslenip beslenmediği, diğer bir deyişle ontolojik olanla ontik olanın ayrışıp-çakıştığı noktalarda hangi akla hizmet ettiği meselesidir. Bugün küresel dezenformasyon, mazlumu zalim, zalimi mazlum gösterebilecek imkanlara sahip ve bunu pekala becererek dünya algısını yönetebileceğini ispat etmiştir. İnsanların gerçeklik duygusunu nasıl yarattıklarını, sürdürdüklerini ve değiştirdiklerini, bunun kendi doğalarıyla uyumunu sorgulamanın, aynı zamanda kendi hikâyesini yeniden yaşayabilme ve yazabilme imkânı olduğunu hatırlatmak gerekir. Çünkü hayatın ilk anda görünmeyen kaidelerini, insanların kolektif ruhu nasıl anlamlandırıp ürettiklerini bilmek demek, bu konudaki bilincin sağlanmasıyla eşdeğerdir.
 
Bir sistemin dışına çıkmadan onunla mücadele etmenin zorluğu hatta bazı hallerde imkânsızlığı tecrübî bir bilgidir artık.