TEOLOJİK SARMALLAR

Süleyman Seyfi ÖĞÜN

VAN 24.08.2015 11:33:55 0
TEOLOJİK SARMALLAR
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Liberal teolojiler ile sosyalist jargonla soslandırılmış, ama temelde etnos yüklü dar görüşlü kültürel siyâsetler melezlendiriliyor. Bu teoloji aktüel olarak, istendiği zaman kamuoylarına sempatik gösterilebilen mâhut çevre refleksleriyle eşlendiriliyor. Terör bu kimyanın ürünüdür.
II Genel Savaş sonrasının en mühim gelişmelerinden birisi, sömürgeciliğin tasfiyesidir. Bu süreç, Batı, yâni merkez dünyâ açısından derin bir vicdânî-ahlâkî muhasebenin kutsal bir meyvesi olarak sunulur. Yâni Batı, vicdânına danışarak, yüzyıllardır sürdürdüğü insanlık dışı pratiklerine bakıp, derin bir iç geçirmiş, “ayıp ettik” demiş ve hemen kollarını sıvayarak “dekolonizasyon” sürecini başlatmıştır.
Her türüyle teoloji, bilinçli ya da körlemesine olarak hayâtı ve dünyâyı anlamamak isteğinin ifâdesidir. Sömürgeciliğin tasfiyesini Batı siyâsal teolojisi işte böyle anlatıyor ve târihe gömdüğünü iddia ederek işin içinden çıkıyor. Ama teolojik nebula bununla sınırlı kalmıyor. Dekolonizasyon sürecinin var ettiği nevzuhûr yapılar da buna uygun olarak kendi siyâsal teolojilerini geliştiriyor. Ulusların kurtuluşu olarak selâmlanan bu süreçlerde, teolojik olarak kendilerini özneleştirmeye girişiyorlar. Böyle yaparak, sürecin özneleşme sanısı üzerinden kendilerini nasıl nesneleştirdiğini ıskalıyorlar.
Teolojik saplantılardan âzâde düşünüldüğünde, dekolonizasyon sürecinin çok somut bazı gerekliliklerin fonksiyonu olduğu hemen anlaşılıyor. Bir defâ, en az 500 senelik bir sürecin ağır mâliyetleri merkez kapitalist dünyâyı zora sokmaktaydı. Unutulmamalıdır ki, bir sömürgeyi siyâsal olarak yönetmek başlıbaşına belâlı ve ağır mâliyetler doğuran bir süreçtir. II. Genel Savaş sonrası yerleşik ekonomipolitik dünyâsını süzgeçten geçiren merkez üstakıl, yeni bir dünyâ işbölümünü kabûle yanaştı. Bunun rasyolarını Keynes ekonomipolitiğinde buluyoruz. Buna göre sömürgecilik aşama aşama terk edilmeli, nevzuhûr uluslaşmaya, yeni dünyâ işbölümünü tedirgin etmeyeceklerinden emin olunduktan sonra yol verilmeliydi. Yeni bağımlılık ilişkilerinin kodları ise “ekonomik”, “stratejik” ve “askerî” temelde bir sacayağına oturtuluyordu.
II. Genel Savaş sonrasında, Batı’nın hâkim siyâsal teolojisi, ideolojik olarak liberal bir teolojiye oturtulmaktaydı. Buna mukabil, nevzuhûr ulusların siyâsal zihinsel dünyâsı liberalizmin reddi temelinde şekillenmekteydi. Liberal teolojinin dışarıda bırakıldığı bu haritanın içinde ise kültürel karşılığı da olan çeşitli terkiplerdeki nasyonal sosyalizmler cirit atmaktaydı. Şöyle de denilebilir: Batı, iki savaş arası kendisine musallat olan ve güç bela hakkından gelebildiği nasyonalsosyalizmi dekolonizasyon süreçlerine akıtıp, kendisini sterilize ediyordu.
Önce ideolojik terkiplere bir bakalım: Leninizm, Marksizm’in sonunu getirdi. Ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkını savunarak, temelde Marksizm’in ve sosyalizmin sonunu getirdi. Birbirine taban tabana zıt olan ulusçulukla sosyalizmi çiftleştirdi. Buna bir katkı da uzaktan, Amerika’dan geldi. Wilson prensipleri içinde de Lenin’in tezi destekleniyordu. Hâsılı, yarı-merkez ya da çeper dünyânın siyâsal bilinçlerini kuran her türlü siyâsal teoloji görece nasyonalsosyalisttir. Bunun kültürel desteğini ise, nevzuhûr zâtiyetlerin geleneksel ilişkilerinde yer alan, hatırı sayılır bir edebiyat külliyatına sâhip olan çevre refleksleri veriyordu. Hobsbawn’ın “sosyal eşkiyâlık” olarak nitelediği de budur.
Bugün artık görebiliyoruz ki, Soğuk Savaş dünyâsında nevzuhûr ulusların Atlantik kampında, Sovyet ya da Bağlantısızlar Paktı’nda yer almış olmasının pratik ve somut olarak hiçbir değeri ve anlamı yoktu. Nevzuhûr ulus-devletlerin kültürel bir zafer sarhoşluğunun getirdiği geçici bir rahatlamanın ve îtibâr kazanımının ardından otoriter ve her türlü yozlaşmaya açık yapılar türemiştir. Bunun bir istisnası Gandhi’nin vizyonuydu. Bağımsızlığa, her türlü ekonomik, askerî ve stratejik hesabı boşa çıkartabilecek bir eksende bakabilen bu sâlim kafanın başarmak istedikleri maalesef hayâta geçmedi.
Soğuk Savaş’ın ardından yeni dünyâ işbölümü henüz kurulabilmiş değil. Belki de henüz kurulmak da istenmiyor. Yeni sermâye hareketlerinin doğurduğu fiilî durumlar yaşanıyor. Bu hareketler merkez ve yarı-merkez dünyâlar arasındaki bağımlılık ilişkilerini önemli ölçüde dönüştürdü. Sözkonusu gelişmeler yarı-merkez dünyâya ne kadar kalıcı olacağı şimdiden belli olmayan bir palazlanma yaşattı. Ama özellikle Pasifik dünyânın artan önemi ve başardıkları merkez dünyâyı hayli tedirgin ediyor. Asla istemedikleri bir husus, bu palazlanmaların yarı-merkez dünyâya siyâsal bir direnç katmasıdır. Bunu engellemek için Merkez Dünyâ’nın çok yönlü operasyonlar yürüttüğünü düşünüyorum.


Bu operasyonel sürecin bir ayağında, Soğuk Savaşın ürünü olan yozlaşmış yapıların üzerine gitmek var. Bu defâ, Batı’nın Soğuk Savaş sırasında kıskançlıkla tekelinde tuttuğu liberal teoloji, yarı-merkez dünyâya pompalanarak çok yönlü açmazlar yaratılıyor. Yeni muteber siyâsal teolojiler, eskiye nazaran daha karmaşık bir yapıya sâhip: Liberal teolojiler ile sosyalist jargonla soslandırılmış, ama temelde etnos yüklü dar görüşlü kültürel siyâsetler melezlendiriliyor. Bu teoloji aktüel olarak, istendiği zaman kamuoylarına sempatik gösterilebilen mâhut çevre refleksleriyle eşlendiriliyor. Terör bu kimyanın ürünüdür. Bu durumda bek’a kaygısı üzerinden nasyonalsosyalizmde ısrar etmek yarı-merkez dünyâyı meşruluk krizlerine sokuyor. Liberalleşme adına geri çekilmeler ise güdümlü teröre alan açmakla neticeleniyor. Önümüzdeki on seneler bu sarmalın içinde geçecek…
-

See more at: http://www.iktibasdergisi.com/teolojik-sarmallar/#sthash.9emobLLn.dpuf