Tekfir-Tekfircilik Hastalığı ve İslami Tutum

Abdulhakim Beyazyüz yeni yazısında Tekfir ve Tekfircilik hastalığını mercek altına alıyor.

VAN 18.04.2015 10:02:14 0
Tekfir-Tekfircilik Hastalığı ve İslami Tutum
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Tekfir Ve Tekfircilik

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Allah’a hamd, Resul’üne salat ve selam olsun.

Tekfir meselesi İslam tarihinin ilk döneminden beri Müslümanlar arasında tartışmalara, kavgalara ve savaşlara neden olmuştur. Tekfir denilince ilk aklımıza gelenlerin Hariciler olması da bu durumu yeterince ortaya koymaktadır. Hz. Ali’nin ordusunda ve savaşırken hakem meselesi nedeniyle onu tekfir edip ayrılan ve sonrasında işi Hz. Ali’yi öldürmeye vardıracak kadar aşırıya götüren Haricilerin bu zihniyetinin günümüze yansıması maalesef devam etmektedir. Bugünkü koşullarda Boko Haram, IŞİD bu zihniyetin çeşitli düzeydeki en meşhur temsilcileri olarak önümüzde durmaktadırlar.

Bu sorunun temelinde İslam’ı Allah’ın istediği şekilde doğru anlamamanın ve hikmeti yakalayamamanın olduğunu bilmek gerekir. Zira yüce Allah bu dini, ihtilafa ve zorluklara düşmemiz için değil birlik olmamız, kolaylıklara, rahmete erişmemiz için göndermiş ve doğal olarak bizler için razı olduğu dini de bu özelliklere sahip kılmıştır. “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (5/3)

Tekfir meselesinin Türkiyeli Müslümanlar arasında da çeşitli tartışmalara neden olduğunu yaşları biraz olgun olan tüm Müslümanlar bilirler. Nitekim İhvan’ın ikinci genel mürşidi olan rahmetli Hudaybi’nin 1986’da Türkçeye “İslam Dünyasında İnanç Sorunları” adıyla tercüme edilen eseri etrafında birçok tartışmalar yaşanmıştı. Hudaybi daha çok şehid Seyyid Kutup’tan etkilendiği söylenen kesimlerin tezlerine kendince cevaplar veriyor ve bu kesimlerin aşırılığa saplanarak insanları tekfir ettiklerini ifade ediyordu. Aslında müminin tarif ve tespitine yönelik Seyyid Kutub’un “Fi-Zilali’l-Kur’an”da,  Hudaybi’nin de “İslam Dünyasında İnanç Sorunları” adlı kitabında söyledikleri arasında ciddi farklar olduğu açıktır ama bu farklılığı mazur gösterecek çok ciddi bir sebep vardı ve maalesef bu tartışmayı yapan Türkiyeli Müslümanların çoğu bu durumu gözden kaçırıyordu. Bu da Hudaybi’nin hukuk/şeriat nazarında kişinin Müslüman kabul edilmesi için olması gereken asgari şartları merkeze alarak Müslüman’ı tarif etmesinden, Seyyid Kutub’un ise, kişinin mahkemede/zahirde Müslüman kabul edilmesini sağlayacak bir mümin tarifinden öte, ahirette kişiyi cehennemden kurtarıp cennette koyacak gerçek bir imanın şartlarına dikkat çekmesinden kaynaklanıyordu. Bilindiği gibi münafıklar zahiren/şeriatçe Müslüman kabul edilir ve onlara İslam hukuku uygulanır, ama ahirette Münafıklar kâfir kabul edilir ve kâfirlere uygulanan hukuk gereği cehenneme atılırlar. Bu nedenle iki âlimimizin dediklerini, kendi kastettikleri anlamlar bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu şekilde değerlendirdiğimizde ise ikisinin de (detaylar hariç) düşüncelerinde isabet ettikleri söylenebilir. Zira rahmetli Hudaybi’nin dediklerine dikkat etmemenin ne gibi sonuçlar doğuracağını IŞİD ve Boko Haram örneğinde görebileceğimiz gibi, şehid Seyyid Kutub’un dikkatimizi çektiği noktaları önemsememenin kitleleri nasıl münafıklık sınırlarına savurabileceğini de kendi toplumumuzdan hareketle tespit edebiliriz.

İşte zaten hikmetsizliğin somutlaşmış bir yansıması olan tekfircilik ve Mürciecilik sıkıntısının nedeni de bu ayrımı sağlıklı yapamama sorunudur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve onun somutlaşmış hali olan Resulullah (s.a.v.)’in sünneti bu ayrımı yapmamıza imkân tanıyacak şekilde önümüzü açmakta ve bize rehber olmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, Müslüman olmak için belirlenen asgari şartları yerine getirenlerin Müslümanlıklarını kabul etmekte ve bu asgari şartları yeterli bulmayanları da şiddetlice uyarmaktadır. “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız vakit, iyice anlayın ve dinleyin. Size İslam selamı veren kimseye dünya hayatının geçici metaına göz dikerek -sen mümin değilsin- demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyleydiniz, Allah kerem buyurdu da sizi iman ile tanıştırdı. Onun için iyice anlayın, dinleyin. Gerçekten Allah, ne yaparsanız haberdardır.” (4/94).  Ama diğer yandan “Ey iman edenler! (ey dilleriyle bu iddiada bulunup imanı içselleştirmeyenler, gerçekten) iman edin.” (4/136); “De ki; eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz evler size Allah’tan, Peygamber’inden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasık topluluğu hidayete erdirmez” (24); “Bedeviler -iman ettik- dediler. De ki: Siz İman etmediniz, belki boyun eğdik (zahiren teslimiyet gösterdik) deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederseniz amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (49/14) İşte bu ve buna benzer ayetlerle insanların zahiren/hukuken Müslüman kabul edilmesinin, o kişilerin Allah’ın indinde de Müslüman olacağı anlamına gelmediği hatırlatılıyordu. Gerçek bir mümin olmak için de doğru bir inanç, salih bir amel ve güzel bir ihlâsa sahip olmanın, her şeyden fazla Allah’ı sevmenin (2/165), her şeyden fazla Allah’tan korkmanın (4/77) zorunlu olduğu belirtiliyordu.

Buna göre, bir kişinin Müslüman olduğu beyanını hukuken/zahiren kabul etmemek yanlış olacağı gibi, bu beyanın,  o kişiyi otomatik olarak Allah’ın indinde makbul bir mümin seviyesine çıkardığını söylemek de yanlış olacaktır. Zira zahiren Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin beyanını kabul etmemek de beyanını kabul ettiğimiz bir kimsenin Allah’ın yanında kesin bir mümin olarak kabul edileceğini söylemek de gayba taş atmak olacaktır. Bizim sorumluluğumuz açık beyanı kabul etmek, ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, gerçek bir imanın neler gerektirdiğine dair bir örneklik oluşturmak ve diğer insanların kalplerine etki edecek sözlerle, gerçek müminliğin gereklerini yerine getirmeye davet etmektir.

Bu arada, tekfirle, tekfirciliğin birbirinden farklı olduğunu da bilmek gerekir. Müslüman fert ve toplulukların zaman zaman İslami ölçüler içinde olmak kaydıyla tekfirde bulunmaları gerekebilir. Örneğin ahireti inkâr, Kur’an’ın reddi, İslam’ın meşruiyet kaynağı olarak görülmemesi vb. hususlarda, Müslümanlar, bu inanç ve pratik içinde olanların kafir olacaklarını, hikmeti dikkate alarak ifade edebilirler. Hatta bazı durumlarda bu, onlar için zorunlu bir sorumluluk bile olabilir. Nitekim yüce Rabbimiz de kendisine ortak koşanlarla ilgili şöyle buyurmaktadır: “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler muhakkak ki küfrettiler.”

Bizim çirkin ve yanlış bulduğumuz şey tekfirciliktir. Tekfircilik ise İslami ölçülere yeterince riayet etmeden önüne geleni dinden çıkarma hastalığıdır. Nitekim IŞİD’in bugün düştüğü bu hastalığa geçmişte Hz. Ali’nin safında çarpışan kimileri de düşmüş ve savaştıkları Müslümanların hanımlarını cariye olarak almayı teklif etmişlerdi. Buna karşılık Hz. Ali (r.a.) “Hanginiz annemiz Aişe’yi kendisine cariye olarak alacak?!” diye onlara çok şiddetlice kızmış ve “Bunlar kâfirler değil, ancak meşru halifeye karşı çıkma suçunu işleyenlerdir.” diye buyurmuştur. Evet, Müslümanlar çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle kendi aralarında savaşmak zorunda kalsalar bile, birbirlerini tekfir edemez ve birbirlerine kâfirlere uygulanan hukuku uygulayamazlar.

İslami sınırlar içinde tekfir etme olayında dahi çok dikkatli olmak büyük bir zorunlulukken bir Müslümanın tekfircilik hastalığına düşmesi kabul edilemez. Özellikle İslami bir cemaat ve devletin tekfirde bulunurken, kılı kırk yarması adil ve merhametli olmasının bir gereğidir. Zira müeyyideler uygulama imkânına sahip olan bir cemaat veya devletin, bir kimseyi tekfir etmesinin ciddi sonuçları olacaktır. Bunlar o kişinin öldürülmesi, malının beytü’l-mala devredilmesi, eşinin boşanmış kabul edilmesi gibi çok ağır sonuçlardır. (Mürtedle ilgili bu fıkhi hükümlerin isabetli olup olmaması, ayrı bir konudur.) Bu nedenle İslami cemaat ve devletler bu konuda Kur’an-ı Kerim’in beyanlarını ve Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetini doğru anlamalı ve buna uygun bir pratik sergilemelidirler. Nitekim Resulullah (s.a.v.) kendi toplumunun içindeki sayısız münafığın onca hatalarına karşı, hiç birisini açıkça kâfir ilan etmemiş ve onlarla savaşmamıştır. Tersine onları hep kazanmaya çalışmış ve çabalarının sonucunda epeyce Münafık (zahiren Müslüman, gerçekte ise kâfir olanlar) imanın lezzetini içlerinde hissedecek kadar güzel dönüşümler yaşamıştır. O insanlardan birisinin “Birçoğumuz keçiler ve develer için Müslüman olduk. Ama daha sonra İslam bize her şeyimizden daha sevimli olmaya başladı.” itirafı da bu gerçeği ortaya koymaktadır.

Fertlerin birbirini tekfir etmesinin sonuçları, devletin kimi şahısları tekfiri kadar ağır sonuçlar doğurmaz. Zira bir ferdin bir başkasının kâfir olduğunu düşünerek, onu öldürmesi veya malına el koyması zaten düşünülemez (çünkü bu ancak İslam toplumunun/devletinin mahkemesi kararı ile olabilir.) Ama sadece fertler arasında gerçekleşen bir tekfir ithamının dahi, bir yandan Allah’a bu ithamın hesabını verme ve diğer yandan şahsiyetler ve gruplar arasında tefrikaya ve sürtüşmelere neden olma açısından çok ciddi sonuçları olacaktır. Bu konuda dikkatli olmak takvanın ve adil olmanın gereğidir. Bu hassasiyeti göstermeyenlerin İslam’dan uzaklaştırdığı sayısız insanın varlığı, Müslümanlar için bir ibret konusu olmalıdır. Özellikle laikliğin zorla dayatıldığı yerlerde (Türkiye vb.) bu baskıyı göz önünde bulundurarak insanları değerlendirmek, insaflı ve adil olmanın bir gereği olacaktır. Bu noktada Müslüman olma çabasının yoğunluğuyla öne çıkan fert ve grupları, ( birçok yanlış içtihatları olsa bile) tekfir etmekten şiddetlice uzak durulmalıdır.

Sonuç olarak insanların beyanları esas alınmalı ve onların teslimiyetini (inanç, amel ve ihlâs boyutlarını) daha üst noktalara çıkarmanın gayreti içinde olunmalıdır. Unutulmamalıdır ki Hudaybi’nin güzel ifadesiyle; “biz kadı değil, davetçiyiz.”

Rabbimize acziyetimizi itiraf ediyoruz. Rabbimiz! Görüşlerimizden isabet edenler senin lütfün ve vahyinin bizi aydınlatmasından, yanlışlarımız ise vehmimizden ve meseleleri karıştırmamızdandır. Senden affımızı talep ediyor ve dostluğuna eriştirmeni niyaz ediyoruz. Sen ne güzel mevla ve ne güzel yardımcısın!