Hayal Perdesi dergisini bilirsiniz.
İyidir,
iyi niyetlidir. Görseli
şıktır, metinleri
özenlidir.
Şöyle ki, bu yazı perdesini başka yöne açıyor.
İtiraf edeyim, dergideki röportajlar, çoğu zaman metinlerin de
üstüne çıkıyor. Her sayısında mutlaka birkaç söyleşinin
yayınlandığı derginin bu
ayki söyleşilerinden biri İranlı yönetmen Mojtaba Raei ile yapılmış. Yönetmeni önemli kılan, (en azından benim açımdan) filmlerinden ziyade, İran’daki
sinema örgütlenmesinin içindeki kimliği. Kimliğinden kastım, Reai’nin,
sinema ile derdi olan her gencin derdi ile dertlenmesinin yanında, gerekirse sermaye, gerekirse
kamera, gerekirse
yapımcılık gibi şaşırtıcı
özelliklere
sahip olan Farabi
Kurumu’nun
üyelerinden biri olması.
İranlı yönetmen Reai’yi yazıma
konuk alma sebebim aslında çok da
sinema ile ilintili değil. Zira, röportaj boyunca
sinemanın üretim,
yapım ve
dağıtım süreçlerine dair İran’ın kendine özgü yapısına ilişkin
çarpıcı
bilgiler veren Reai, söyleşinin
sonunda şu cümleyi
kuruyor:
“Türkiye
gerçekten
ekonomik anlamda çok
büyük atılımlar yapmış. Acaba biraz da
kültürel
alanda yatırım yapmayı
düşünüyor mu?”
Müsadenizle bu cümleyi bir kez daha okuyalım.
“Türkiye
gerçekten
ekonomik anlamda çok
büyük atılımlar yapmış. Acaba biraz da
kültürel
alanda yatırım yapmayı
düşünüyor mu?”
Bu söz üzerinden, mevcut
iktidarın, “muhafazakarların”, Recep Tayyip Erdoğan’ın, “yaptığı
yüzlerce
yol, diktiği binlerce beton kalkınmacılığı”nın yanında,
kültür, sanat,
eğitim
alanlarına dair, bugüne dek tek bir adım dahî
atmadığını yazacağımı
düşünüyorsanız, özür dileyerek söylüyorum ki, yanılıyorsunuz.
Zira, bugün, bütün bu 11
yıllık serüvenin
sonrasında, tam olarak bulunduğumuz yerde,
iktidara
kültür-sanat karnesi vermeye kalkanların
büyük kısmı, “muhafazakar camia” içinden
konuşarak
kuruyor cümlelerini.
Mesele, elbette ne “muhafazakar caima” içinde yer almaları, ne de
konuşuyor olmaları. Bütün mesele şu ki, sözkonusu kişilerin, “muhafazakar” kavramının tekabül ettiği anlam ortada iken, bu kavrama karşı, bir linç duygusuyla yaklaşarak, muhafazakarların, “muhafazakar” bireylerin,
kurumların, imajların taşıdığı “eksiklik ve yanlışlıklardan başka”, hiçbir şeyi, hiçbir
şekilde söylemiyor, söyleyemiyor olmalarıdır.
“Muhafazakarlar” sekülerleşmiştir. Muhafazakarlar ahlaksızlaşmıştır. Muhafazakarlar
hafızasızlaşmıştır. Muhafazakarlar
iktidar sarhoşu olmuşlardır. Muhafazakarlar duygusuzlaşmıştır. Muhafazakarlar fanatikleşmiştir. Muhafazakarlar politize olmuşlardır. Muhafazakarlar ihale düşkünü olmuşlardır. Muhafazakarlar kamplaşmıştır. Muhafazakarlar devletçi olmuşlardır.
Dır. Dır. Dır.
Sonu gelmiyor. Çünkü
sonu yok bunun. Ve çünkü “babasından” utanma kompleksi, kompleks çeşitleri
arasındaki en derin kompleks biçimidir. Ürkütücü, irkiltici bir alçaklığa
sahiptir.
Gördüğü bin hayrı görmezden gelip, bir şerrin, bir eksikliğin, bir yanlışın adresini
almanın, o yanlışı diline dolayıp, beline sarmanın ve şehrin tüm vitrinlerine bunu
pazarlamanın sebebi tam olarak nedir?
Bu
sorunun cevabına doğru
yol alırken, dolaylı anlatım
yolunu
tercih edişimizden rahatsız olan saygıdeğer okur için daha dolaysız bir anlatım biçimi de denemek isterim.
Sadece günümüzde değil, bütün zamanlar boyunca, “sol”un bütün tanrılarına ve tanrıçalarına sonsuz bir hürmetkarlıkla eğilenler, her nedense, “muhafazakarlık” kavramının -etimolojik retoriğiyle abuklamaya gerek duymadan söyleyelim-, tekabül ettiği algıya, sadece “vurmayı”, sadece tahkir etmeyi, sadece saygısızca saldırmayı tercih etmekte.
Bu, nihayetinde kendi tercihleri. Yapacak bir şey yok. “Muhafazakarlar” ne yaparlarsa yapsın, “bu hayasızca akın durmayacak”
İranlı yönetmen Mojtaba Raei’nin sözlerine gelince.
Sevgili Mojtaba !
“Ekonomik alanda yaptığımız çok büyük atılımları”, şükürler olsun ki, devletiniz İran gibi, katillerin eline silah olarak tutuşturmuyoruz. Tutuşturmuyoruz ki, Humuslu çocukları katletmesinler.
Ayrıca, dediğin gibi, “kültüre yatırım yapmakta” biraz geciktik evet, yolumuzda binbir çakıltaşı vardı çünkü.
Taşları birer birer yoldan aldık. Alıyoruz.
Geliyoruz.