SEKÜLER VE OTORİTER İSLAMCILIK: YENİ TÜRKİYE İSLAMCILIĞI

“Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı.

VAN 24.03.2017 10:03:59 0
SEKÜLER VE OTORİTER İSLAMCILIK: YENİ TÜRKİYE İSLAMCILIĞI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Ve geldiğimiz noktada, artık İslami düşünme mefhumunu yitirdiğimizi, İslam’ın temel ilke ve ölçütlerini kaybettiğimizi göremiyor, tarihin bizleri savurduğu bu demde, geçmiş düşmanlarımızın dünyevi iktidar hırslarını devralarak, onların yürüdüğü yollarda yürüyoruz. Geçmiş hafızamızı yitirdik ve savaşı kaybettik. Şimdi tek endişemiz sistemin arızalı parçalarını onarmak ve kurulu düzenin ilelebet idamesi için mücadele etmek.
“Savaş barıştır, Özgürlük köleliktir, Cahillik güçtür…”
                                                       (1984 – George Orwell)
“Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı.
Madeni paranın üstünde küçük, okunaklı harflerle şu sloganlar yazılıydı.
“Savaş barıştır, Özgürlük köleliktir, Cahillik güçtür…”
Öbür yanında ise Büyük Birader’in yüzü görülüyordu.
Büyük Birader’in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden, her yerden…
Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses.
Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta…
Kaçış yoktu. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi…”
Bu satırlar “George Orwell” in ünlü romanı “1984” e ait.  Eser, tüm özgürlüklerin ayaklar altına alındığı totaliter bir toplum düzenini anlatıyor ve günümüzde de çok okunanlar arasında. Aynı zamanda içerisinde edebiyat tarihinin en çarpıcı ‘ihanet‘ hikâyelerinden birini barındırıyor ve isterseniz şimdilik bu ihanetin öyküsünü yazımızın sonuna bırakalım…
Aslında her şey, Müslümanların kendilerine dayatılanlar dışında bir seçenekle, Kitabın hükümleri ile hayata nizam verilebilecekleri iddiasıyla başladı. Temel varsayım, İslam’ın yeryüzüne barış ve özgürlük vadedebileceğiydi.
Süreç içerisinde, mevcut sisteme alternatif Kuran merkezli kadın hakları, sosyal adalet, ekonomi, hukuk, etnik kimlikler, dinler arası ilişkiler, barış, insan hak ve özgürlükleri, Kürt meselesi gibi birçok konuda söz sahibi olduklarını ve çözüm üretebileceklerini entelektüel birikim ve kapasiteleri ile ortaya koydular.
Küresel emperyalizm, uzunca bir süredir Demokrasi ihracı adı altında liberalleşme yoluyla tüm yeryüzünü kendi emperyal sistemine dâhil etmeye çalışıyorken ve bunun merkez kuvvet gücünü de seküler projeler oluşturuyorken, İslamcıların bu projelerin bir nesnesi olmaya karar verişi belki bir tesadüf olmasa da, zaman ve zemin İslamcıların iktidarı için uygundu.
Belki biraz da bunda,“28 Şubat bin yıl sürecek” söylemleri altında yaşananların payının büyüklüğünü de zikretmek gerek.
Bu topraklarda, uzun yıllar büyük baskılar yaşamışlardı ve son 28 Şubat süreci de, başta Milli Eğitim ve bürokrasi olmak üzere her kesimden dindarlara uygulanan zulmün tavan yaptığı yıllar olmuştu.
Çoğu kesim için artık tahammül sınırlarının aşılması noktasında, bir sihirli el misali, atılan her düğümün çözülmesi ve iktidar olma potansiyelinin ufukta altın tepsi içerisinde sunulması yaşanacakların başlangıcı idi.
İslamcılık düşüncesini yönetime taşıyan saiklerin belki en önemlisi, radikal söylemlerden vazgeçerek, demokratikleşme söylemleri beraberinde, insan hak ve özgürlükleri iddiaları ile bir meşruiyet zemini bulmaları idi.
İlk dönemler iç bünyede  “Demokrasi” kavramı çerçevesinde İslamilik içermediği kavramsal tartışmaları yaşanmış olsa da, sonrasında “İslami Demokrasi”, “Demokratik İslam”, “Muhafazakâr Demokrasi” ve “Meşveret(Şura)” gibi meşrulaştırıcı çabalar beraberinde Sistemle büyük bir içselleşme, bütünleşme yaşandı.
Nihayetinde, toplumun değerlerine yabancı olmayan söylemlerle siyaset alanı bulan İslamcılar iktidar olmuştu ve her ne kadar “milli görüş gömleğini çıkardık” dense de teorik ve pratik kadroda İslamcı abilerin arzı endamı en başından beri vardı.
Meşruiyet çabalarında Batının olurunun ve dolayısı ile de liberal/seküler çevrelerin katkısı büyüktü.
Si­ma Qi­an, mi­lat­tan 100 yıl ka­dar ön­ce ya­şa­mış bil­ge bir tarihçi. Bin­ler­ce yıl­lık Çin ta­ri­hin­den çı­kar­dı­ğı te­mel gö­rü­şü şu: “Bir top­lum­sal sis­te­min (ha­ne­dan, dev­let, vb.) yük­se­li­şi­ne yol açan amil­ler, dü­şü­şü­nü de ha­zır­lar. Her dev­let bir er­dem­le, erdem sahibi bilge bir hükümdarla yük­se­lir; ay­nı er­de­min içi­nin bo­şal­ma­sıy­la da çö­ker. Sa­mi­mi­yet kı­ro­lu­ğa, tak­va hu­ra­fe­ye, in­ce­lik kof­lu­ğa evrilir!”.
Aslında kurulu düzenin büyüsüne kapılarak ideallerin yitimi beraberinde, fikirsel ve düşünsel tavizler, pratikte yaşanacak yozlaşmanın da habercisi idi.
Kurulu düzeni sahiplenmek, geri dönülmez şekilde Kelime-i Tevhid’den bizleri uzaklaştırdı ve İslami referansların verdiği daima doğru davrandığını zannetme şımarıklığı, İslamcı kimliğin kirlenmezliğine iman etmeyi ve gayri İslami sistemleri her alanda meşrulaştırmayı getirdi.
Belki diğer bir neden de bu tehlikeyi seslendirenleri duymazdan gelmek ve her eleştiriyi ihanetle suçlamaktı.
Muktedir olma sarhoşluğu, şarabınki gibi geçici değil ve aklın üstüne attığı örtü daimi…
Ve geldiğimiz noktada, artık İslami düşünme mefhumunu yitirdiğimizi, İslam’ın temel ilke ve ölçütlerini kaybettiğimizi göremiyor, tarihin bizleri savurduğu bu demde, geçmiş düşmanlarımızın dünyevi iktidar hırslarını devralarak, onların yürüdüğü yollarda yürüyoruz. Geçmiş hafızamızı yitirdik ve savaşı kaybettik. Şimdi tek endişemiz sistemin arızalı parçalarını onarmak ve kurulu düzenin ilelebet idamesi için mücadele etmek.
Ve ne yazık ki artık, herkes için özgürlük vadeden, dünyadaki her meseleye cevaplar arayan İslamcıların, Kuran merkezli çoğulculuk içeren sloganları da yerini, meydanlarda sesi sonuna kadar açılı hoparlörlerden milliyetçilik ve etnisite kokan ezgiler beraberinde, hamaset edebiyatı yapan milliyetçi ozanların şiirsel anlatımlarına bıraktı…
Dine ve Tevhidi mücadeleye bu kadar ihanet etmişken, geçmiş reflekslerle olsa gerek, yine de kendimizi Aziz İslama nispet ediyor; kafamızda vehmettiğimiz popülist ve seküler kültürel kodlarla, düşüncelerimizi tevhid eksenli zannediyor, yeni kimliğimizi kendi benliğimizde de meşrulaştırma seansları gerçekleştiriyoruz.
Ve artık çevremizde Müslüman kalarak politika üretmenin, mevcut laik düzene entegre olmakla mümkün olduğuna; Demokratik Seküler bir İslamcılığın mümkün olabileceğine inanan Müslüman topluluklar büyük yekûn oluşturuyor.
Bu belki de biraz, kendimizi hiçbir zaman yanlış yapar görmeme ve biz neredeysek Allah’ın da orada olduğuna emin olma zavallılığımızdan kaynaklanıyor.
Ama şunu iyi bilelim ki bugün İslam adına hiçbir gelecek öngörüsüne sahip değilsek, bunun sorumlusu, referans almadığımız “Tevhidi İslam” değil.
Aksine tüm geçmiş hükümetler ve mevcut iktidarlarda olduğu gibi, felsefe ve programlarımızı oluşturan liberal, laik, seküler düşünce beraberinde, Yeni Türkiye İslamcılığına eklemlenen etnik milliyetçilik, ittihatçılık ve ahlakî zaaf kodlarıdır.
Aslında bugün yaşadıklarımız da bir yönüyle, seküler ve otoriter yeni islamcılk denemelerinin bir ürünü. Ve bu dip dalgalar, yeni Türkiye’de, tüm geçmiş bürokratik vesayet odaklarının köklü değişim ve yenilenmesi beraberinde, mevcut sistemi ileriki on yıllara hazırlayacak milliyetçi, etnik, laik ve otoriter bir Yeni Türkiye İslamcılığının uzun yıllar sürmesi beklenen iktidarının ayak sesleri.
Bunun ötesinde, İslami düşünceyi böyle yıpratanlar ve kitleleri İslami söylemlerin ve ideallerin kofluğuna inanmaya mecbur bırakanlar, bugün ciddi bir yükümlülük altında ve bunun bedelini hepimiz ödeyeceğiz…
İslamcılığı geçmiş muhafazakâr sağ iktidarların çizgisine getirenler ve geçmiş Kemalist iktidarların ideallerini “Yeni Türkiye İslamcılığı” adı altında modernize ederek meşrulaştıranlar, belki bilmeden, farkında olmadan İslam’a ve Kitaba büyük ihanet içerisindeler…
Ama yine de biz isterseniz içimizdeki ihanetten, George Orwell in 1984 Romanında kaldığımız yerden, kahramanımız Winston’un ihanet dolu hikâyesinden devam edelim:
“Winston, kuralları hiçe sayarak aşık olduğu Julia ile birlikteyken ‘Düşünce Polisi‘ tarafından yakalanır ve nerede olduğunu bilmediği bir hücreye atılır. Bunu uzun bir sorgulama süreci izler.
Amaç, Winston’ın iradesini kırmak, ona Parti’nin gerçeklerini kabul ettirmek, hatta Parti’nin asla görünmeyen ama her yerde posterleri asılı lideri ‘Büyük Birader‘i sevdirmektir.
İşkencelere dayanamayan Winston bir süre sonra iki kere ikinin beş ettiğine, köleliğin özgürlük, Tanrı’nın Parti olduğuna inanır.
Parti görevlisi  “O’Brien”, “Winston” a: “Seni alt ettik. Onurun ayaklar altına alındı. Yalvar yakar oldun, aman diledin, herkesi ele verdin, bildiğin ne varsa söyledin. Bir insan daha fazla küçük düşebilir mi?” diye sorduğunda ise Winston muzaffer bir tavırla “Julia’ya ihanet etmedim” diye yanıt verir.
Ve Parti’nin eline düşenlerin korkulu rüyası 101 Numaralı Oda’ya alınır. Bu odada “dünyanın en kötü şeyi” vardır.  “Dünyanın en kötü şeyinin ne olduğu kişiden kişiye değişir” der O’Brien. Kimine göre diri diri gömülmek, kimine göre yakılarak öldürülmektir en kötü şey. “Senin durumunda dünyanın en kötü şeyinin fareler olduğu anlaşılıyor” diye devam eder O’Brien, içinden sesler gelen bir tel kafesi Winston’ın yüzüne yaklaştırarak.
Parti, Winston’ın kâbuslarından bile haberdardır. İnsanoğlu en ölümcül acıya bile dayanabilir, ‘ama herkesin asla dayanamayacağı bir şey mutlaka vardır. Winston için dayanılmaz olan farelerdir. O’Brien Winston’a tel kafesin kapısını açtığında açlıktan kudurmuş farelerin uçarak yüzüne saldıracaklarını, gözlerinden ya da yanaklarından başlayarak dilini yiyeceklerini söyler.
Winston daha fazla dayanamaz ve avazı çıktığı kadar bağırır:  “Julia’ya yapın! Julia’ya yapın! Beni bırakın! İstediğinizi yapın ona, umurumda değil. Yüzünü paralasınlar, her yerini yalayıp yutsunlar. Beni bırakın, Julia’ya yapın!”
Winston sevdiğine de ihanet etmiştir sonunda…”
Selam ve dua ile….