[SALÂT] ANLAMI

TESBİH ve ÖĞÜT; EĞİTİM-ÖĞRETİM, İSLÂM İLKELERİNİ KURUMLAŞTIRMAK

VAN 20.02.2014 22:31:52 0
 [SALÂT] ANLAMI
Tarih: 01.01.0001 00:00

 [SALÂT] ANLAMI
الصّلوة [salât] sözcüğünün yapı olarak, ص ل ى [saly] ve ص ل و [salv] köklerinden türemiş olması mümkün görünmektedir. Dilbilgisi kurallarına göre her iki kökten de türemiş olabilir. Zira hem ص ل ى [saly] hem de ص ل و [salv] sözcükleri, son harflerinin “harf-i illet” olması sebebiyle “nâkıs”tırlar ve bu köklerden bir sözcük türediğinde, köklerin sonundaki harf-i illetler düşerek başka harfe dönüşür. Bu durumda, türeyen yeni sözcüğün, bu köklerin hangisinden türediği konusunda ciddi bir araştırma yapılmadığı takdirde ortaya bazı karışıklıklar çıkabilmektedir. Nitekim ص ل و [salv] kökünden olan kalıpların bir çoğunun çekimlerinde و [vav] harfi, “galb” [değişim] neticesi ى ]ya]ya dönüşmekte ve bu şekilde türeyen sözcükler, ilk bakışta ص ل ى [saly] kökünden türemiş gibi görünmektedir.
Bu gibi durumlarda Kur’ân’ın mesajını doğru anlamak için yapılacak ilk iş, sözcüğün türemiş olabileceği köklerin anlamlarına bakmaktır. Bu sebeple biz de tahlilimize, الصّلوة [salât] sözcüğünün türemiş olabileceği ص ل ى [saly] veص ل و [salv] köklerinin anlamları ile başladık.
صلى [saly, sıla]; “pişirmek, yakmak, ateşe atmak-ateşe girmek, yaslamak” anlamına gelir. Sözcük bu manada Hâkka sûresi’nde geçmektedir:
Sonra cahîme [cehennem] sallayın onu [صلّوه /sallûhû]. (Hâkka/31)
Bundan başka, sözcük Kur’ân’da birçok kez, bu kökten türemiş olan إصلوها [islavhâ], يصلى [yeslâ], وسيصلون [veseyeslavne], ساصليه [seüslîhi], لايصلاها [lâ yeslâhâ] gibi farklı kalıplar hâlinde yine aynı anlamda yer almıştır. Meselâ, صلى [s-l-y] kökünden türemiş olan المصلّين [musallîn] sözcüğü, “destek veren, yardım eden” anlamında değil, “hayvanının sırtına, uyluğuna yaslanan” anlamında kullanılmaktadır.
صلى [saly] sözcüğü, Türkçe’deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de kaynağıdır.
Ancak, konumuz olan salât sözcüğünün kökünün saly olduğu varsayılırsa, Kur’ân’da geçen tüm الصّلوة [salât] sözcüklerinin ve türevlerinin “ateşe atmak, yaslamak” anlamında olduğunu kabul etmek gerekecektir ki bu durumda, meselâ Kevser sûresi’ndeki صلّ [salli] emrinden, “onu ateşe at” veya Ahzâb/56′daki صلّواعليه [sallû aleyhi] ifadesinden, “o’nu [Muhammed'i] ateşe sallayın/atın” anlamı çıkarmak gerekecektir. Sonuç olarak, “yardım, destek, çaba, gayret” anlamlarına gelen الصّلوة [salât] sözcüğüyle, “ateşe atmak, ateşe yaslamak, pişirmek, yakmak” anlamındaki صلى [saly] sözcüğü arasında herhangi bir mana ilişkisi kurma imkânı yoktur.
ص ل و [salv]: İsim olarak “uyluk, sırt” demek olan sözcük şöyle açıklanır: صلو [salv], “insanın ve dört ayaklı hayvanların sırtı, kalça ile diz arası” anlamına gelir.
Bu anlam doğrultusunda fiil olarak kullanıldığında sözcük; “uyluklamak, sırtlamak” anlamına gelir ki, uyluğun [bacağın, diz ile kalça arasındaki bölümünün] yatay duruma getirilerek bir yükün altına uzatılması şeklinde bir hareket olan “uyluklamak” da, bir yükü sırta almak demek olan “sırtlamak” da, yük altına girmeyi, yüke destek vermeyi ifade eder.
Bize göre salât sözcüğünün kökü saly değil, salv’dir. Sözcüğün aslı ise صلوة [salvet] olup, kök sözcük nâkıs [son harfi illetli] olduğundan, genel dilbilgisi kuralları gereği صلوة [salvet] sözcüğü,الصّلوة [salât] şekline dönüşmüştür. Nitekim sözcüğün çoğulu olan صلوات [salavât] sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan و [vav] açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, başka birçok sözcük için de geçerlidir. Meselâ, ğazâ [savaştı] sözcüğünün mastarı غزوة [ğazve]dir ve ğazve’nin çoğulu غزوات [ğazevât] olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de ğazâ’nın “vav”ı, ya ى [ya]ya dönüşür yahut da düşer. Zaten salât sözcüğünün, s-l-v kökünden türediği hususunda ittifak olduğu içindir ki, bir anlam karışıklığı olmasın diye mushaflarda salât sözcüğü, الصلاة şeklinde ا [elif] ile değil, الصّلوة şeklindeو [vav] ile yazılır.
Diğer taraftan, صلو [s-l-v] kökünden türemiş olan صلّى [sallâ] (mastarı salât) sözcüğünün anlamı, Kıyâmet/31-32′de, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde net olarak açıklanmıştır:
فلا صدّق ولا صلّى ولاكن كذّب و تولّى [felâ saddaqa velâ sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ=O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama yalanladı ve geri durdu].
Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. Şöyle ki: صدّق [saddaqa]nın karşıtı olarak كذّب [kezzebe], yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama” fiili kullanılırken, صلّى [sallâ] fiilinin karşıtı olarak da تولّى [tevellâ] fiili kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellâ sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” demek olduğuna göre, تولّى [tevellâ]nın karşıtı olan صلّى [sallâ] da; “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak” anlamına gelmektedir.
Anlamı Kur’ân’da bu kadar açık olarak belirtilmesine rağmen salât sözcüğü, ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî’nin Müfredât adlı eserinde, “Lügat ehlinin çoğu, salât; ‘dua, tebrik ve temcit’tir demiştir” ifadesiyle âdeta geçiştirilmiştir.
Sonuç olarak الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını; “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır.
 
Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru olmayıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:
• Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek;
• Mâlî yönü ile salât; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermektir.
إقام الًصّلوة [İQÂMİ'S-SALÂT=SALÂT'IN İKÂMESİ]
Kur’ân’daki, “salât’ın ikâmesi” ile ilgili emir ve haber cümlesi niteliğindeki ifadeler genellikle “namazı doğru kılın, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim, sözcüklerin anlamları üzerinden yaptığımız tahl
il ise bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtması bakımından yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.
Görüldüğü gibi ifade إقام [iqâm] ve الصّلوة [es-salât] sözcüklerinden oluşmaktadır. Salât sözcüğünün ne anlama geldiği yukarıda açıklandığı için, burada إقام [iqâm] sözcüğünü tahlil edeceğiz.
ق و م [q-v-m] harflerinden oluşan إقام [iqâm] sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.
Buna göre إقام الصّلوة [iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da; “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi, yani ayakta tutulması” demektir. Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse
“salâtın iqâmesi”;
• Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların ayakta tutulması,
• Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek -bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil- sorunlarının sırtlanması, dertlerine deva olunması için kurumlar oluşturulması ve bunların yaşatılarak ayakta tutulması demektir.
SALÂT’IN AMACI NEDİR, SALÂTI KİMLER İKÂME EDER?
Zihnî yönüyle salâtın amacı; ikna etmek sûretiyle insanı aydınlatmak, rüşde erdirmek ve Allah ile kul arasındaki ilişkiyi canlı tutmaktır:
Rüşd sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak” demektir. Nitekim Rabbimiz, Kur’ân’ın insanları, “rüşd”e (Cinn/2) ve “en doğru ve en sağlam şeye” (İsrâ/9) kılavuzladığını ifade etmek sûretiyle rüşd‘ün, “en doğru ve en sağlam şey” olduğunu bildirmiştir. Buna göre rüşd sözcüğünün Kur’ân açısından manasını; “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür. Ancak, insanın rüşde kılavuzlanması Kur’ân’da, “beyin yıkama veya büyüleme” şeklinde değil, “aklı kullandırmak sûretiyle bilinçlendirme”, yani “ikna etme” şeklinde gerçekleştirilmektedir. O hâlde, Kur’ân tebyini ile yapılan salâtın [zihnî desteğin] amacı da, insanları ikna ederek rüşde erdirmekten başka birşey değildir. Bu hususu Rabbimiz, Kendisinin ve meleklerinin ettiği salâtın [sağladığı desteğin] amacının, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak olduğunu bildirerek teyit etmiştir:
O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O’nun melekleri de destek verirler. Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. (Ahzâb/43)
Oluşturulmuş eğitim-öğretim kurumlarında, insanlar reşit olurlarken, bir taraftan da kendileri ile Allah arasındaki ilişkileri sorgularlar ve böylece de, toplumun özlemini duyduğu “ideal insan” oluşur.
Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. (Tâ-Hâ/14)
Zikrullâh [Allah'ın anılması], “Allah’ın bizler üzerindeki haklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin kontrolünü yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemektir. Daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.
SALÂT, ZEKÂT [VERGİ] ve İNFAK [BAĞIŞ] İLE İKÂME EDİLİR
Kur’ân’da, Salâtı ikâme edin, Salâtı ikâme ettiler ve Salâtı ikâme ederler ifadeleri ile birlikte Zekâtı da verin, Zekâtı da verdiler ve Zekâtı da versinler ifadelerinin de yer almasının nedeni, mâlî destek olmadan salâtın ikâme edilemeyeceğidir, yani sosyal destek ve eğitim-öğretim kurumlarının parasız, mâlî yardımsız oluşturulamayacağı ve yaşatılamayacağı gerçeğidir.
Konuya ait şu âyetler dikkate alınmalıdır:
Şüphesiz iman eden ve sâlihâtı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı verenlerin Rabb’leri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de. (Bakara/277)
İşte bu kitap –kendisinde kuşku yoktur–; gaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)
Salâtı [eğitim-öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikiniz/ayakta tutun, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin! (Bakara/43)
Ve hani Biz, İsrâîloğulları’nın mîsakını [kesin sözünü] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyin, salâtı ikâme edin ve zekâtı verin.” Sonra çok azınız müstesna olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
Şu haram aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse, artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr’dur, rahîm’dir. (Tevbe/5)
Eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse, bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz, âyetleri, bilen bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11)
İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vazgeçirirler, salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne itaat ederler. İşte bunlar, Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, azîz’dir, hakîm’dir. (Tevbe/71)
Peki, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak Allah’ın ahdini yerine getiren, antlaşmayı bozmayan, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb’lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan, Rabb’lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak eden ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık sizeselâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)
Ve Biz, her ümmet için, Allah’ın kendilerine hayvanların behiminden rızık olarak verdikleri üzerine O’nun adını ansınlar diye bir mensek [ibadet yeri/ibadet biçimi] kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O’na teslim olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, Allah’a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-55)
İşte o kimseler [Allah'a yardım ettikleri için Allah'ın yardımına mazhar olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse, salâtı ikâme etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, ma‘rûfu emretmişlerdir ve münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah’a âittir. (Hacc/41)
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi’nin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Evlerinizde vakarla oturun, ilk câhiliye kadınlarının süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Gerçekten Allah, sizden ricsi [kiri; rahatsızlık veren şeyleri] gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. (Ahzâb/33)
Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey yüklenilmeyecek; bir akrabası olsa bile. Şüphesiz sen ancak Rabb’lerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. (Fâtır/18)İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman eden ve sadece Rabb’lerine tevekkül eden, günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan, Rabb’lerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikâme eden, işleri de kendi aralarında şûrâ [görüşme, danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden ve kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36-39)
İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikâme etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.” (İbrâhîm/31)
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Evinin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.– İhtiyarlık halimde bana İsmâîl’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)
Oysaki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler halinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)
Sizin velîniz [size yakın olan] Allah’tır, O’nun Rasûlu’dür, bir de rükû eder bir halde [hanif olarak] salâtı ikâme eden, zekâtı veren iman eden kimselerdir. (Mâide/55)
Ta-Sin. Bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren ve âhirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan mü’minler için hidâyet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’ân’ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın âyetleridir. (Neml/1-3)
İşte bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik-iyilik üretenler] –ki işte bunlar, Rabb’leri tarafından bir hidâyet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir– için bir hidâyet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın âyetleridir. (Lokmân/2-5)
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah’ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve, “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir. (Nisâ/162)
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi’ye itaat edin. (Nûr/56)
Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin tevbenizi kabul etti. Artık salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınızdan en çok haberi olandır. (Mücâdele/13)
Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyle. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip etti. O hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah’ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! Salâtı ikâme edin, zekâtı verin! Güzel bir ödünçle Allah’a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah’tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir. (Müzzemmil/20)
Gerçekte inananlar, Allah anıldığında kalpleri ürperen ve âyetleri onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabb’lerine güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikâme ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların ta kendisidir. Onlara Rabb’leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. (Enfâl/3)
SALÂTI MÜ’MİNLER İKÂME EDERLER
Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan], zekâtı veren ve sadece Allah’a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/18)
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız, salâtan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim, öğretim verdiğin zaman], içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar], silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında], arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim, öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
ALLAH’IN PEYGAMBER’E ve İNSANLARA SALÂTI
O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O’nun melekleri de destek verirler. Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. (Ahzâb/43)
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o’na destek olun [yardım edin] ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
O [Allah], sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetlei indirendir. Ve şüphesiz Allah, size çok şefkatli, çok merhametlidir. (Hadîd/9)
Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle; ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile belalandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele! İşte onlar var ya, Rabb’lerinden, destekler ve rahmet onlaradır. İşte hidâyete erenler de onlardır. (Bakara/155-157)
BUNUN ÖRNEKLERİ
Ve hani sen, sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ehlinden ayrılmıştın. –Ve Allah, en iyi işitendir, ve en iyi bilendir.– O zaman sizden iki grup, Allah, kendilerinin velîsi olmasına rağmen bozulmaya yüz tutmuştu. Artık inananlar, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, şükredesiniz diye size Bedir’de yardım etti. Öyleyse Allah’a takvâlı davranın. Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/hulûl ettirilen üçbin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beşbin melekle yardım eder. Ve Allah, bunu [yardımı] size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf, O [Allah], küfretmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye azîz ve hakîm Allah katındandır. (Âl-i İmrân/121-127)
Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da O [Rabbiniz], “Şüphesiz Ben işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum” diye cevap vermişti. Ve Allah bunu sırf size bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Ve zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, azîz’dir, hakîm’dir. O sırada size, yine katından bir güven olarak bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu. İşte o anda Rabbin meleklere, “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, inanmış kimselere sebat verin. Ben, küfretmiş kimselerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak uçlarına [eklemlerine] da!” (Enfal/9-12)
Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını” diye onları vefat ettirirken bir görseydin. (Enfâl/50)
Hiç kuşkusuz, Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler halinde kaçmıştınız. Sonra Allah, Elçisi’nin üzerine ve mü’minlerin üzerine huzurunu indirdi ve sizin görmediğiniz ordular indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra, bunun [bütün bu olup bitenlerin] arkasından Allah, dilediği kimseye dönüş nasib eder. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Tevbe/25-27)
Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı hakkıyla görüyordu. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zan yaptıkça zan yapıyordunuz. Ve o vakit münâfıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber’den izin istiyorlardı. Halbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından girilseydi, sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi kesinlikle bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah’a ahid vermişlerdi. Ve Allah’ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/9-15)
Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî’dir [çok güçlüdür], azîz’dir [mutlak üstün olandır]. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden, onlarla [kâfirlerle/müşriklerle] yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: Siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. (Ahzâb/25-26)
PEYGAMBER’İN SALÂTI:

TESBİH ve ÖĞÜT; EĞİTİM-ÖĞRETİM, İSLÂM İLKELERİNİ KURUMLAŞTIRMAK
Peygamber’in ve tüm peygamberlerin tebliğ ve tebyin [müjde, uyarı, öğüt] görevi kapsamındaki en önemli işlerinden biri “tesbîh”; Allah’ı noksan sıfatlardan arındırmak, tevhidi yerleştirmektir. Bu Rasûlullah’ın salâtı olduğu kadar diğer peygamberlerin de salâtıdır.
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar salâtı ikâme et ve sabah Kur’ân’ını da. Çünkü sabah Kur’ân’ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Sonra o [Zekeriyyâ] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim, öğretim yaptırırken] melekler o’na, “Şüphesiz Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak, sâlihlerden müjdeliyor” diye seslendiler. (Âl-i İmrân/39)
TESBÎH
تسبيح [tesbîh] kelimesinin sözlükte, “havada ve suda hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek” demek olan سبح [sebh] kökünden türediğini;
Kur’ân’daki anlamının da, Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, yüceltmek, O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemek olduğunu, Kalem/29′un tahlilinde belirtmiştik. Kısaca تسبيح [tesbîh], “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak”tır. Dolayısıyla tesbîh‘in, 33′lük ve 99′luk tesbîhlerle de, –Ebû Hureyre’ye nisbet edilen rivâyetlerde zikredildiği üzere– namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh” denilmesiyle de bir alâkası yoktur.
İSMİN TESBÎHİ
Bir ismi tesbîh etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek], aslında o ismin sahibini tesbîh etmektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Bir kısım âlimler, “İsim ile sahibi aynıdır” demişlerse de, hepsi ismin arındırılmasındaki maksadın, sadece ismin değil, ismin sahibinin arındırılmasına yönelik olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla burada “ismin tesbîhi”nden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların, Rabbimizden uzak tutulmasıdır.
Kur’ân’ın indiği dönemde Araplar arasında;
• Meleklerin, Allah’ın kızları olduğu,
• Üzeyr’in ve Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğu,
• Bazı melek ve putların Allah’a yaklaştırıcı olduğu,
• Cinnler ile Allah arasında bir neseb [soy bağı] ilişkisi bulunduğu gibi yanlış ve saçma inanışlar yaygındı. İşte, “ismin tesbîhi” emri, bu tarz inançları yansıtan isim ve sıfatların Rabbimizin isim ve sıfatları arasından derhal çıkartılıp atılmasını gerektirir.
Peygamber’in toplumu ilk önce bu açıdan bilgilendirip eğitmesi, yani Allah’ı doğru olarak tanıtması gerekir.
O [Zekeriyyâ], “Rabbim! Benim için bir âyet [alâmet] kıl” dedi. O [Allah], “Senin âyetin [alâmetin], işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah-akşam [daima] tesbîh et” dedi. (Âl-i İmrân/41)
O hâlde sana yakîn gelmesi için Rabbini hamd ile tesbîh et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et! (Hicr/98-99)
Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin hamdi ile tesbîh et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tesbîh et! (Tâ-Hâ/130)
Ve sen, ölmeyen hayy’e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O’nu övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima diri olan] yeter. (Furkân/58)
O halde sabret. Şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Günahın için affedilme iste ve akşam-sabah [her zaman] Rabbini hamdiyle tesbîh et. (Mü’min/55)
O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbîh et, ve geceden bir bölümde. Ve secdelerin artlarında da O’nu tesbîh et. (Kaf/39-40)
Ve Rabbinin hükmüne sabret. Artık şüphesiz sen Bizim gözlerimizin önündesin. Kalktığın zamanda, gecenin bir kısmında ve yıldızların batışında Rabbinin övgüsü ile tesbîh et. Hadi O’nu tesbîh et! (Tûr/48-49)
Öyleyse büyük Rabbinin adını tesbîh et! (Vâkıa/74 ve 96)
Rabbinin Yüce adını tesbîh et! (A‘lâ/1)
Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanları dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, hemen Rabbinin övgüsüyle tesbîh et ve O’ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr/1-3)
O halde, çok büyük Rabbinin ismini tesbîh et [temize çıkar]! (Hâkka/52)
ÖĞÜT
Haydi öğüt ver/hatırlat; şüphesiz sen sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin. (Ğâşiye/21-22)
Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’ân ile] hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir velî [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En‘âm/70)
Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O halde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver. (Kaf/45)
Artık sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin. Ve sen öğüt ver/hatırlat. Çünkü şüphesiz öğüt/hatırlatmak, mü’minlere fayda verir. (Zâriyât/55-55)
Hadi sen öğüt ver! Artık sen Rabbinin nimeti sayesinde kâhin ve mecnun biri değilsin. (Tûr/29)
Bundan dolayı hemen öğüt ver, eğer öğüt fayda veriyorsa/verecekse, saygısı olan öğüt alacaktır. (A‘lâ/9-10)
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkân ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad yap! (Furkân/52)
ALLAH ve MELEKLERİ GİBİ MÜ’MİNLERİN DE PEYGAMBER’E SALÂT ETMELERİ [DESTEK VERMELERİ] GEREKİR
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar. Ey iman etmiş kişiler! Siz de o’na destek olun ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
SALÂT LÂF İLE OLMAZ HARCAMA İLE OLUR
İnsanın oturduğu yerden, lâfla salâtta bulunamayacağı, salât için mutlaka “harcama” gerektiği, Kur’ân’da çok açık bir ifade ile belirtilmiştir:
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi’nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr’dur, rahîm’dir. (Tevbe/99)
Salâtın “harcama” ile yapılacağını bildiren bu âyet, dinimizin yegâne kaynağı Kur’ân’da duruyorken, “lâf”tan ibaret bir salât uygulaması, maalesef din diye inanılan ve yaşanılanların arasına girmiş durumdadır. Dil-din ilişkisi açısından hareketle kavramların içi boşaltılmak ve sözcüklerin anlamı saptırılmak sûretiyle din tüccarları tarafından icat edilen ucûbe bir din kapsamında pek revaçta olan bu uygulamaya; “salâvât getirme”, “salâvâtı şerîfe okuma” denmektedir. Bu konudaki çarpıklık öyle boyutlara ulaşmıştır ki, “Salâte’n-Tünciye”, “Salâte’n-Nâriye”, “Salât-ı Tefriciye” vs. gibi çeşit çeşit “salâvât” modelleri oluşturulmuş ve bunları okumak bütün ibadetlerin önüne geçirilmiştir. Meselâ, camilerde imamın namaz bitiminde okuduğu duadan sonra “Lillâhi’l-Fâtiha” demesine karşılık, cemaat, Fâtiha okuyacağı yerde, “Allahümme salli alâ seyyidinâ…” diye salâvât okur hâle gelmiştir. Çünkü salâvât getirmekle ilgili binlerce hadîs uydurulmuş ve şefaat de buna bağlanmıştır.
Salâvatla ilgili bu kadar çarpık yönlendirmeye delil olarak ise, –tahrif edilerek çevirilen ve yanlış tebyin (onlar tefsir diyorlar) edilen– Ahzâb/56 âyeti gösterilmiştir.
Yanlış çevirilen bu meallerden; Allah ve meleklerin Peygamber’e salâvât getirdikleri, müslümanların da salâvât getirmeleri gerektiği şeklinde bir anlam çıkmaktadır.
“Salâvât getirmek nedir?” sorusu ise, ilmihâllerde ve “Allahümme salli …” vb. demek olarak cevaplandırılmıştır.
“Salâvât getirme” ya da “salâvâtı şerîfe okuma”nın ne manaya geldiğini anlamak için, –salât sözcüğünün “zihnî ve mâlî destek” demek olduğunu akıldan çıkarmadan– yine Kur’ân’a müracaat etmek gerekmektedir:
SALÂVÂT
Kur’ân’a bakıldığında görülür ki, Allah ve melekler, sadece Peygamberimize değil, mü’minlere de –karanlıklardan nûra çıkarmak için– salât etmektedirler:
O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye Kendisi ve melekleri sizin için gerekeni yapıyor/size destek oluyor [yusalli aleykum]. Zaten O, inananlara karşı çok acıyıcıdır. (Ahzâb/43)
Bu âyet, aşağıdaki şu âyetle karşılaştırıldığında, Allah’ın salâtının nasıl ve ne demek olduğu daha iyi anlaşılır:
O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok acıyıcıdır. (Hadîd/9)
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah’ı tesbîh ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)
Görüldüğü gibi Allah’ın salavâtından, yani yardımlarından, desteklerinden biri de, “kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”dir.
Ayrıca, Allah’ın korku, açlık, mal, can ve ürün noksanlığı ile denediği zaman sabredip, kendilerine bir musibet isabet ettiği vakit teslim olup, “Muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz O’na dönücüleriz” diyenlere, “Rabb’lerinden rahmet ve salavât vardır” (Bakara/157) olduğu belirtilmektedir.
Bunlardan başka yukarıda, “Peygamber’e Salât [destek]” başlığı altında mealini verdiğimiz birçok âyette de Peygamberimizin salâvâtından bahsedilmektedir.
Fakat ne acıdır ki, bütün bu âyetlere rağmen bugüne kadar Müslümanlar arasında “salâvât”ı bir tekerleme şekline sokan anlayış hâkim olmuş, bu anlayışın yarattığı istifhamlar ise düşünülüp sorgulanmamıştır. Meselâ Allah, Peygamber’i ve kulları için kime, niçin, nasıl salavât getirecektir? Zira yaratan, yaşatan, affedecek olan, mâlik-i yevmi’d-dîn O’dur. Bütün yetkileri elinde bulunduran Allah’ın salâvât getirmesinin mantığı nedir? Yoksa, Allah ve melekler bir salâvât korosu kurmuşlar da bizi de o koroya katılmaya mı davet etmektedirler? İnsanların her gün onlarca defa getirdiği salâvâtın kime ne faydası vardır? Yüce Allah, Peygamberi’ne merhamet edecek ve o’nu affedecek ise, bizi o’nun için yalvarttırmadan doğrudan Kendisi affetse olmaz mı?
Gerçi bu soruların bazılarına kılıf hazırlanmış; salât Allah’a nisbet edildiğinde “kullarına rahmet etme”; meleklere nisbet edildiğinde “kullar için af dileme”; kullara nisbet edildiğinde “dua” anlamına geldiği söylenmiştir. Ama bunların gerçeklerle ilgisi yoktur ve sırf işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Sonuç olarak da bu tarz hileler, meselenin daha karmaşık hâle gelmesinden başka bir işe yaramamıştır. Çünkü Bakara sûresi’nde, İşte böyleleri üzerine Rabb’lerinden salavât [destekler, yardımlar] ve bir rahmet vardır (Bakara/157) buyurularak, rahmet ve salâvât‘ın ayrı şeyler olduğu ifade edilmiştir.
O halde, meselenin esasından uzaklaşmamak için salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamak gerekmektedir.
Ancak iş burada bitmemektedir. Çünkü salât sözcüğü gibi, سلام [selâm] ve تسليم [teslîm] sözcükleri de kültürümüze yanlış anlamla girmiştir. Dolayısıyla, ve sellimû teslîmen (Ahzâb/56) ibaresinin de açıklanıp aydınlatılma zarureti vardır. Mevcut meallerde ibareye –bazı kelime farklılıklarıyla–, …ve tam bir teslimiyetle selâm verin şeklinde karşılık verildiği görülür. Hâlbuki sözcüklerin gerçek manalarına göre ifadeden bu anlam çıkmamaktadır. Zira âyetteki سلّموا [sellimû] ve تسليماً [teslîmen] sözcüklerinin kökü, س ل م [s-l-m] harflerinden oluşan ve muhtelif harekelerle de ifade edilebilen selm, silm kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin bu kökler, “selâmetlik”, yani –eski tabirle– “isabet-i mekruhtan emîn olmak” anlamını taşır.
Sellimû ve teslîmen ifadeleri ise, mezidattan “tef’il” babından emr-i hazır ve mastardır. Bu babda anlam; “emîn kılmak, korumak, güvenlik sağlamak”tır. Meselâ, sellemehullâh ifadesi; “Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı” demektir. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki ibarenin manası, “ve tam bir güvenlik sağlamak sûretiyle Peygamber’in güvenliğini sağlayın” demektir. Peygamber’in tam olarak güvenliğini sağlamak için ise, o’nun çevresindekilerin canla-başla çaba harcamaları gerekir. Yoksa Peygamber’in güvenliğinin lâfla, birtakım tekerleme şeklindeki temennilerle sağlanması mümkün değildir. Nitekim bu âyetler indiği zaman sahabe-i kiram bir köşeye çekilip, “Allahumme salli ve sellim…” dememiş, varıyla-yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek olmuş, o’nun güvenliğini bu şekilde sağlamışlardır.
Bu izahattan sonra konumuz olan âyetin çevirisi şöyle olmalıdır:
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o’na destek olun [o'na yardım edin] ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
Bu âyetin yer aldığı sûrede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan âyeti doğru anlayabilmek için sûrenin tamamının dikkate alınması gerekir. Sûrenin, konu ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi anlaşılacak, hem de Allah’ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak Peygamber’i üzenlerin akıbeti (57-58. âyetlerde) görülecektir.
Âyette geçen يصلّون [yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid olduğundan, ifadeye Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber’in güvenliğini sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salâtı ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı yapılmalıdır.
Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah’ın bizden istediği bu iken, ya ihanetten ya cehaletten ortaya atılmış olan rivâyetlere uyup, “Padişahım çok yaşa!” benzeri tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta yarar vardır. Bize göre manzara şudur:
Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o’na destek olun [yardım edin] ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız! buyuruyor, ama onlar; “Allahumme salli alâ muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli desteği Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla...]” diyorlar.
Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!
Hâlbuki, Peygamberimize yapılacak salâtın niteliği, Kur’ân’da gayet açık olarak belirtilmiştir:
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi’nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr’dur, rahîm’dir. (Tevbe/99)
Ucûbe din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler, İsrâîloğulları’nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Mâide/24) şeklindeki sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu olaylar, Kur’ân’da Mâide sûresi’nde ve Kitab-ı Mukaddes’in Sayılar; 13-14. bölümlerinde anlatılır. Müslümanlar, salât ve salâvâtı Kur’ân’daki şekliyle anladıkları takdirde, salât kapsamında olan –Enfâl sûresi’ndeki– şu görevi yerine getireceklerdir:
Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah’ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)
Bu sayede, bugün içinde bulunulan zilletten kurtulmak müyesser olacak, aksi halde târih tekerrür edip duracaktır.
NOT: Hacc/40′daki salâvât sözcüğü, salât sözcüğünün çoğulu olmayıp, kalıp hâlinde İbrânîce’den gelme bir sözcük olduğundan konumuz dışında tutulmuştur.
EVRENDEKİ VARLIKLARIN SALÂTLARI
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah’ı tesbîh ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)
Bu âyette, göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların Allah’ı tesbîh ettikleri [Allah'ın tüm kemal sıfatları ile muttasıf olup tüm noksanlıklarından münezzeh olduğuna kanıt oldukları] bildirilmektedir.
Bunu İsrâ sûresi’nde de görmüştük:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbîh ederler. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)
Ancak burada, Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir buyrularak, her varlığın bir salâtının [desteğinin] olduğu ve bunu da yerine getirdikleri bildirilmektedir. Biz evrendeki her şeyin bir sebebe mebni yaratıldığını ve batıl, boş yere yaratılmadığını biliyoruz.
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sâd/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır. O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! (Âl-i İmrân/190-191)
Ayrıca, En‘âm/73, Yûnus/5, İbrâhîm/19, Hicr/85, Nahl/3, Ankebût/44, Rûm/8, Zümer/5, Ahkâf/3, Duhân/39, Câsiye/22 ve Teğâbün/3′e de bakılabilir.
Burada üzerinde durmak istediğimiz husus, âyetteki “dizi dizi uçanlar” ifadesidir. Âyette yer alan طير [tayr] sözcüğü, sadece “kuş” anlamını ifade etmez, bu sözcük küçük bir böcekten, arıdan, kuştan uçağa ve bulutlara kadar her türlü uçan cismi kapsar. Burada aklımıza gelenlerden birkaçı ile ilgili biraz bilgi sunmak istiyoruz.
ARILAR
Bunlar, birinci planda bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bal üretmekten daha önemli bir görevleri vardır: Bitkilerin döllenmesi. Dünyadaki bitkilerin döllenmesinin % 90′ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arılar olmasa yeryüzünde meyve, sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.
KUŞLAR
Kuşlar besin zincirinin önemli bir halkasını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.
KARGALAR
Ormanda yaşayan türleri, meşe tohumlarını alarak sonra yemek için ağaç kovuklarına saklar ya da toprağa gömer, sonra da nereye gömdüklerini unuturlar. Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan olur, ağaç olur. Cevizle beslenen türleri de, cevizleri kırıp içini yemek için aşağıya atarlar, kırılmayanları ise zaman içinde yeşerip ağaç olur; böylece ceviz ağaçlarının çoğalmasını sağlarlar. Ayrıca diğer tohumları ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların yenilenmesinde önemli rol oynarlar.
Güvercinler, haberleşmede, doğan ve şahin avcılıkta insanlara destek olurlar. Yırtıcı kuşlar; kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi canlıları avlayarak, onların doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltmaktadırlar. Leş yiyiciler olan akbabalar, potansiyel birçok hastalık tehlikesini bertaraf ederler.
Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun denizlerden karalara dönüşü, balıkçılık ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları yoluyla olur.
Rüzgârdan elde edilen enerji, bulutların yağmur taşımasındaki destekleri de herkesçe bilinen bir gerçektir.
EN HAYIRLI SALÂT [ES SALÂTU'L-VUSTA]: CUMA
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen zikredin [salâtlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile ikâme edin]. (Bakara/238-239)
Bu âyette geçen الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vusta] ifadesi, Müslümanlar arasında çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kasdedildiği hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır.الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vusta], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu’l-vusta hususunda, ne salâtı “namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.
Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz.
Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu’l-vusta‘nın ne olduğunu gayet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu’l-vusta hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.
Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususun göz önüne alınması gerekir:
1) Âyetteki الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vusta], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan salâtu’l-vusta, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir salâttır.
2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu’l-vusta’yı koruyun ifadesinde, iki mef’ul [tümleç; belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu’l-vusta‘nın bildiğimiz salâtlardan ayrı, başka bir salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu’l-vusta‘yı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek bir hatadır.
SALÂTU’L-VUSTA NEDİR?
Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, sözkonusu konunun orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi çözmek için yapılacak ilk iş; الوسطى [el-vusta] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân’da da bu anlamda kullandığını yine Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir.
Öyleyse tahlile, الوسطى [el-vusta] sözcüğünün türediği وسط [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu’l-Arab ve Tâcu’l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:
وسط [v-s-t]kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. At veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.
İşte bu nedenle وسط [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” dediklerinde, “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık(Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.
Bakara/238′de yer alan es-salâtu’l-vusta ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş,“salât-ı vusta’nın ikindi salâtı, sabah salâtı ve Cum‘a salâtı olduğu” görüşleridir.
Ebu’l-Hasen,“es-Salâtu’l-vusta, Cum‘a salâtıdır. Salâtların en hayırlısı Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.
Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vusta Cum‘a’dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, وسط [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan الوسطى [el-vusta] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına gelmektedir; aynı, ekber ve kübra; hasen ve hüsna sözcüklerinde olduğu gibi.
الوسطى [el-vusta] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân’da 5 yerde geçmektedir.
Evsatları [en hayırlı, en şerefli olanları], “Ben size ‘tesbîh etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?” dedi. (Kalem/28)
Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffareti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından, en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)
Sonra bir topluluğun فوسطن [fevesatne/orta yerine: en değerli, en hayırlı yerine] kadar dalanlara… (Âdiyât/5)
Sözcük Kur’ân’da, Bakara/143 ve Bakara/238′de de geçmektedir.
Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238′de geçen, الوسطى [el-vusta] ile الصلوة [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vusta] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.
KUR’ÂN, “EN YARARLI, EN HAYIRLI SALÂT”I BİLDİRMİŞTİR
Kur’ân’da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir– mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân’dan anlaşıldığına göre, salâtu’l-vusta [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi’nde buna gönderme yapılmıştır.
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz işte bu sizin için en hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Bu âyetle, Bakara/238′de الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l/vusta] olarak zikredilen salât; “Cum‘a/toplantı günü yapılan salât”tır.
İşte, es-salâtu’l-vusta ifadesinin Kur’ân’a göre anlamı budur.
Kur’ân’daki bu delilden sonra, artık salâtu’l-vusta‘nın hangi salât olduğuna dair başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!
 
CUM‘A [YEREL GUNDEM TOPLANTISI, KONGRE, KONFERANS, MİTİNG]
Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ج م [c-m-a] kökünden gelir. Dilbilimcilerden A’meş [cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler [cumu‘a] diye okurlar. “Cum‘a” diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir.
يوم [YEVMU'L-CUM‘A]
Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu’l-cum‘a tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan يوم الجمعة [yevmu'l-cumu‘a/toplantı günü] olarak değiştirilmiştir.
“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik yoktur. Bazıları bunu, Daru’n-Nedve’de toplantı için Kureyş’in, bazıları da Rasûlullah’ın atalarından Ka‘b b. Lüey’in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya en yakın olanı ise bunun Medîne’de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir.
Kılasik kaynaklarda olay şöyle yer alır:
İbn Sîrîn şöyle dedi:
– Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne’ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki: Onlar dediler ki: “Yahudilerin yedi günde bir ara ya gelip toplandıkları bir günleri vardır: Cum‘artesi; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar. Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah’ı anıp namaz kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi yahudilerin, Pazar hristiyanlann günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit ediniz. Bunun üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre’nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o gün onlara iki rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Bir araya gelip toplandıkları vakit, bugüne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.
Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre o vakit 12 kişi idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre’dir. Abdu’r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik’in babası Ka‘b’dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir.
el-Beyhakî de şöyle demektedir:
– Bize Mûsâ b. Ukbe’den, o İbn Şibab ez-Zühri’den rivâyet ettiğine göre Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne’ye gelmeden önce Medîne’de müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.
el-Beyhakî dedi ki:
– Mus‘ab’ın Cum‘a namazı için müslümanları Es‘ad b. Zurâre’nin yardımıyla toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b’ın bu işi ona [Mus‘ab'a] izafe etmiş olması da mümkündür.
Hicretten önce Medîne’deki müslümanlara İslâm’ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus‘ab İbn Umeyr’e mektup yazarak, “Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah’a iki rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne’de ilk Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne’ye gelinceye kadar sürdürmüştür.” Mus‘ab’ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi.
Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli [Medîne'nin o zamanki adı] Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişarede bulunurlardı. “Yahudiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib’de pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu’l-arube”, “yevmu’l-cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adıyla değil de yeni adı söylenir oldu.
Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘ayı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn Avf mescidinde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne’ye hicret ettiğinde ilk olarak Kuba’da Amr ibn Avfoğulları’na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi’nin temelini attı; sonra Cum‘a günü Medîne’ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah’ın ilk Cum‘a salâtı uygulamasıdır.
يوم الجمعة [yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebeb olur. Bu da, beraberinde birçok yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu’l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü” anlamının verilmesi gerekir.
Toplantı günü’nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân’da verilmemiştir. Kur’ân’da öncelikle toplantı günü uygulanacak salât’ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir.
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)
Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.
Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah’ın anılmasına hemen koşulması” istenmiştir.
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah’ın anılması” sağlanılacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için fıkıhçılar, “vücubunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar belirlemişlerdir. Bunların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.
Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a’nın [toplantının; kongrenin, konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini sağlayabilmektir.
Fıkıh kitaplarında Cum‘a’nın vücubunun şartları [zorunlu görev olmasının koşulları] şöyle sıralanır:
• Erkek olmak,
• Hür olmak,
• Şehirde oturmak,
• Sıhhatli olmak,
• Güvende olmak.
Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.
Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız.
Hürriyet/özgürlük:
Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği mûsâllalar ve mescidler [toplantı yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde olup özgürce fikrini beyan eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan kendisi zarar görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyan eder, ya da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.
Şehirde ikâmet:
Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir görevdir. Misafirler, yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise, dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.
Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır.
Klasik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:
Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır.
Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.
Allah Teâlâ tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm’a maledilmiş, gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.) Kur’ân’da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını bildiren bir âyet yoktur.
Sünen ve İslâm Târihi kitaplarına bakıldığında, Rasûlullah’ın, kadınların mescidlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediğini, Emeviler dönemine kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı’lara iştirak ettiği görülür. Ama, siyasî otorite sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet, bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ’nın bir hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan müstesnadır.
Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb’ın Rasûlullah’ı gördüğü, ama o’ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.
İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite haksız iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a’dan/toplantı’dan uzaklaştırıp evlerine kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor…
Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:
• Veliyyu’l-emr,
• İzn-i âm,
• Vakit,
• Cemaat,
• Hutbe.
Bunları kısaca açalım:
1) Veliyyu’l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.
2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.
Bu ikisi, bugünkü siyâsî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır. Esasan böyle şartlar İslâm’da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır; (ilk Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre divan başkanını] aralarından seçer; “Allah’ın anılması” işini icra eder, ardından da Allah’ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah’ın koyduğu sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır. İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a’nın kabul olmama endişesini de içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan Cum‘a’yı/toplantıyı, hutbe ve 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet edileceği sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.
Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyâsîlerce İslâm’a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı Müslümanlık’ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal üyesidir. Hiçbir Müslüman’a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.
3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu’l-Cum‘a’dır [Toplantı Günü'dür].
 
Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a’yı uygulayan Medîneli Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak haftanın altıncı gününü (bize göre beşinci günüdür; zira Araplar haftayı Pazar’dan başlatırlar) Yevmu’l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde bulundukları şartlar gereği Yevmu’l-Cum‘a’yı/Toplantı Günü’nü haftanın başka bir gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da saygı duymak gerekir.
Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde Cum‘a/Toplantı uygulanabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.
Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı gününün öğle vakti olarak belirleseler de, Rasûlullah’ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu’l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.
4) Cemaat:
 
Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan, Cum‘a’nın 3 kişiyle de 7 kişiyle de 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin özü; Arapça’daki çoğul ifade eden sayıdır ki o da 3′tür. Âyette, çoğul olarak Allah’ın zikrine koşun diye buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez.
Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate almaları; cünüb ve sarhoş olmamaları, ayrıca su; su bulamayanların ise temiz toprak ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri, ziynetlerini takınarak gelmeleri gerekir.
Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyordu. Bunları herkese de tavsiye ediyordu.
5) Mısr/Yerleşim birimi:
 
Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir beldenin her camisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a’nın/Toplantının amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a’ya başlayan cemaatin Cum‘a’sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez dedidiği halde, Hanefî mezhebinden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.
6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9′da geçen, “zikrullâh/Allah’ın anılması”dır.
Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe’ye aittir. O, “Hutbe zikrullâhtır/Allah’ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyanı da bunu doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe’nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’ derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.
Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada görüşülen her konu Zikrullâh’a yönelik ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık hakkına sahiptir.
“Mescidde dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb. sözler, İlmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî’de yer aldığına göre katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.
İslâm’ın aslı ile alakası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü haline getirmek için birileri tarafından icat edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescidlerde bugün bilinçli cemaat yoktur; imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe okurken “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat etmeyiz” diyen erkek cemâat da, “Allah’ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemâat da târih oldu.
Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh hakkında A‘râf sûresi’nin sonundaki özel yazımıza bakılabilir. Kısacası zikrullâh/Allah’ın anılması, bir tesbîh alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek değil, “Allah’ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.
Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor; aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler, dertler, tasalar, eleştiriler orada hiç kimseye alet olmadan her Müslüman’ın katılımı ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişare edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri, bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte onun içindir ki toplantı günü salâtı, es-Salâtu’l-Vusta’dır [en hayırlı salâttır].– Sonra da, bu dinamizmle, Allah’ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar. Ne kadar güzel ve anlamlı…
Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescidler/câmiler kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescidler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları, mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm’daki özgün kimliğine kavuşturulmalıdır. Yâni, mescidler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma yerleri olmalıdır.
İşte İslâm’ın Cum‘ası… Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı!
SALÂTIN [ZİHNÎ ve MÂLÎ DESTEĞİN] VAKİTLERİ
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar salâtı ikâme et [zihinsel ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut] ve sabah Kur’ân’ını da. Çünkü sabah Kur’ân’ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Bunlar, salât [zihnî ve mâlî destek] vakitlerini belirleyen ilk âyetlerdir. Her ne kadar Mekkî bir sûre içinde bulunuyor iseler de, bu âyetler Medîne dönemine aittir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi, salâtın [zihnî ve mâlî desteğin] amacı, kişiyi –zihnî ve mâlî yönlerden destekleyerek– kendisine ve topluma yararlı bir insan hâline getirmektir. Özellikle salâtın zihnî yönü, insanın rüşde ermesini sağladığından, Rabbimiz, bu çok önemli amacı gerçekleştirmenin yolu olan eğitim ve öğretime ne kadar önem verdiğini, düşman saldırısı riski altında iken bile salâtın zihnî yönünün terk edilmemesi gerektiği talimatı ile göstermiştir:
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim, öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerinde [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o salât ikâme etmemiş olan diğer kısım gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
Yukarıdaki âyetlerde konu edilen, salâtın zihnî yönüdür. Çünkü can emniyetinin ön plana çıktığı bir ortamda, salâtın mâlî yönünün önemini kaybetmesi doğaldır. Ama Yüce Allah, salâtın zihinsel yönünün bu durumda dahi terk edilmemesini emretmektedir. İşte bu sebepledir ki salât, vücudun beslenmesindeki üç öğün gıda gibi öğünleştirilmiş, belirli vakitlerde salâtın ikâme edilmesi istenerek, insanın manevî beslenmesinin sürekliliği sağlanmıştır. “Salât”ın, mü’minler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesine yöneliktir. Din psikolojisi araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, salâtı ikâme etmek [zihnî ve mâlî destek oluşturup ayakta tutmak] insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı da günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:
Sonra (korku hâlindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki, salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Âyetteki, كتابا موقوتا [kitâben mevqûten/vakti belirlenmiş yazgı] ifadesinden anlaşılmaktadır ki; salât, belirli vakitlerde icra edilmeli, geri bırakılmamalıdır. Vaktinde ikâme edilmemiş salât, vaktinde yenilmemiş yemek veya vaktinde alınmamış ilaç gibidir.
Sahîh-i Buhârî, “Kitâbu’l-Cum‘a”, Bâb: 35, No: 57.
Tebyînu’l,Kur’ân; c. 3, s. 137-145.
Salâtı ikâme etmeyi emreden Allah, bunların hangi vakitlerde ikâme edileceğini de Kur’ân’da açıkça bildirmiştir:
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Bu âyette Peygamberimize gündüzün iki tarafında [sabah ile akşam] ve gecenin yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam 3 vakitte salât ikâme etmesi emredilmiştir.
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî destek oluştur ve ayakta tut] ve sabah Kur’ân’ını da. Çünkü sabah Kur’ân’ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Bu âyetlerde de yine Peygamberimize güneşin batmasından gecenin karanlığına değin [akşam], tanyeri ağarırken [sabah] ve geceden bir bölümde [yatsı] salât ikâme etmesi emredilmiştir. Yani, emredilen vakitler sabah, akşam ve gecedir. Ayrıca Peygamberimize özgü bir ayrıcalık olarak fazladan [ek görev olarak] gece salâtını teheccüd etmesi [gece uyuyup uyanarak salât ikâme etmesi] emredilmiştir.
Dikkat edilirse, Hûd/114 ile İsrâ/78-79′daki ifadeler aynı olup bu âyetler salâtın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur’ân’ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır.
Meselenin aslını öğrenebilmek için bu âyetleri iyi anlamak, âyetleri iyi anlamak için de âyetlerde geçen دلوك الشّمس [dülûku'ş-şems], قرآن الفجر [qur’âne'l-fecr], طرف [taraf], تهجّد [teheccüd] ve نافلة [nâfile] sözcüklerinin anlamını iyi bilmek gerekir.
دلوك الشّمس [dülûku'ş-şems]: Dülûk ve şems sözcüklerinden oluşan bu isim tamlaması, “güneşin batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı yorumcular, söz konusu ifadeye, “güneşin eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tâcu’l-Arûs ve Lisânu’l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş ve dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamının verilme sebebinin, salâtın beş vakit olarak anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir.
Dülûk sözcüğünün asıl anlamına göre dülûku’ş-şems tamlaması “akşam” vaktini ifade eder. Nitekim dördüncü halife Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Sa‘îd b. Cübeyr, Nehâî, Mukâtil, Dahhâk, Süddî, İbn Abbâs ve Mücâhid bu anlamı tercih etmişlerdir.
Buna karşılık dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamı vererek sözcükten “öğle vaktini” anlayanlar da olmuştur. Klâsik kaynaklarda İbn Ömer, Câbir, Atâ, Katâde ve Hasan’ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir.
İsrâ/78′de yer alan bu deyimden her iki anlamın birden anlaşılabileceği ileri sürülse de, salâtın vakitlerini belirleyen Hûd/114′teki ifadeler, söz konusu deyimden “güneşin eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle salâtının kasdedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hûd/114′te Peygamberimize, “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda salât ikâme etmesi” emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Zira Hûd/114′te geçen zülefen sözcüğü, İsrâ/78′de geçen ğasaq sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsrâ/78-79′daki emir ile Hûd/114′teki emir aynıdır. Yani, bu âyetlerin üçünde de, salât ikâme edilecek vakitler, özdeş kelimeler kullanılmak sûretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir.
Diğer taraftan, birçok yorumcu, dülûku’ş-şems ile ğasakı’l-leyl deyimlerinin ayrı zamanları ifade ettiğini ileri sürmüştür. Oysa bu deyimler ayrı zamanları değil, bir vaktin başını ve sonunu ifade etmektedirler. Şöyle ki: İsrâ/78′de, “Güneşin batmasından itibaren karanlığa kadar” salât ikâme edilmesi emredilmiştir
 
. Bu ifade, iki salâtın değil, bir tek salâtın [akşam salâtının] vaktini belirlemektedir.
قرآن الفجر [qur’âne'l-fecr]: “Sabah okuması” anlamına gelen bu ifade ile sabah salâtı kasdedilmiş olup, bu salât eğitim-öğretim ağırlıklıdır.
طرف [taraf]: Bu sözcük “nahiye, yan bölge” demektir. Bir şeyin “taraf”ından söz edildiği zaman, o şeyin içi değil, dışı anlaşılır. Nitekim Fıkıh’ta “İnsanın iki tarafı” ifadesinden, bir taraf olarak insanın anası, babası, dedesi, yani atası; diğer taraf olarak da çocukları ve torunları anlaşılır. Benzer şekilde “masanın iki tarafı” denildiğinde de masanın ikiye ayrılmış hâldeki iki parçası anlaşılmaz, masanın sağında ve solundaki şeyler anlaşılır.
Taraf sözcüğünün çoğulu etraf sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçe’ye aynen Arapça’daki anlamı ile geçmiştir. Etraf sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir. Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı” dendiğinde ülkenin dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı, “Dünyanın etrafı” dendiğinde, dünyanın dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak mümkündür.
Âyetteki, Gündüzün iki tarafı ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan “sabah” ve “akşam” vakitleri anlaşılır; “gündüz”ün kısımları, birer parçası olan “kuşluk” ve “ikindi” vakitleri demek değil.
تهجّد [teheccüd] sözcüğünün kökü olan هجد [hecd] sözcüğü, “ezdad”dan olup iki zıd anlamı da ifade eder. Yani, hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. Hecd sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: Hâcid, “uyuyan”; tehcid, “uykuyu gidermek, uyandırmak”; teheccüd, “uykudan uyanıp salât ikâme etmek”; müteheccid, “geceleyin uyanıp salât ikâme eden kimse.”
نافلة [nâfile]: Bu sözcük “asıl üzerine yapılan ziyade [ek]” demektir. Âyetten anlaşıldığına göre, Peygamberimiz, gece salâtını herkes gibi karanlığın başladığı zaman ile tan ağarma zamanı arasında ikâme etmeyecek, uykusundan kalkıp ikâme edecektir. Bundan anlaşılıyor ki, topluma önderlik, rehberlik; öğretmenlik yapacak olan Allah Elçisi (ve o’nun varisleri) geceleyin tek başına eğitim-öğretim için plan-program hazırlayacaktır. Teheccüdün gerçek anlamı budur.
Kur’ân’a göre 3 vakit olarak vakitlenmiş olan salâtların 2′si, başka bir âyette isimleriyle de anılmıştır:
Ey iman etmiş olan kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [gece] salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır].” Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, âyetleri size işte böyle açıklıyor. Allah alîm’dir, hakîm’dir. (Nûr/58)
Sonuç olarak, İsrâ/78-79′da 3 vakitte; sabah, akşam ve gece vaktinde 3 salât emredildiği gibi, Hûd/114′te de aynı şeyler emredilmiş; 3 vakit [sabah, akşam ve yatsı] salât ikâme edilmesi [eğitim-öğretimle zihnî yönden, sıkıntıların giderilmesiyle mâlî yönden destek sağlanması ve bu desteğin sürekli kılınması] emredilmiştir. Rasûlullah, genelde “salât ve namaz”ı birlikte icra ettiği için salât vakitleri, maalesef “namaz vakitleri” olarak yanlış yerleşmiştir.
Vakitleri bildiren âyetlerde ilk muhatap Peygamberimiz olmasına rağmen, emir tüm ümmeti kapsamaktadır. Çünkü ümmete verilen emirler, ümmetin örneği, rehberi, imamı olmak sıfatıyla önce o’nun şahsında yer tutmaktadır:
De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A‘râf/158)
Salât, oruç, hacc ve zekât görevleri, İbrâhîm peygamberden sonraki peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn sûresi’nden ve Enfâl/35′den Mekkelilerin de salât ikâme ettikleri [zihnî ve mâlî destek oluşturarak bunu sürdürdükleri] anlaşılmaktadır. Hattâ Alak/9-10′a göre Peygamberimiz de peygamber olmazdan evvel salât ediyordu [çevresine zihnî ve mâlî destek veriyordu]. Fakat bu salâtlar, Kur’ân’dan öğrendiğimiz kadarıyla, özelliğini yitirmiş salâtlardır. Kur’ân, sonuçları bakımından önemli olmayan, şakşakçılar eşliğinde bir gösteri biçiminde yapılan bu salâtları kınamış, salâtı [zihnî ve mâlî desteği] huşû ekseni üzerinde yeniden yapılandırmıştır.
 
 
ÂYETLERDE SALÂTLAR NİÇİN GECEYE TAHSİS EDİLMİŞTİR?
Hûd ve İsrâ sûrelerindeki âyetlerle belirlenen salât vakitleri [sabah, akşam ve gece], günün gece dilimindedir. Bu durumun hikmeti de yine Kur’ân’da mevcuttur:
Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç, gecenin yarısını ayakta geçir veya bundan biraz eksilt. Ya da buna biraz ekle! Ve Kur’ân’ı düzgünce düzene koy! Doğrusu, Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. Kuşkusuz gündüz boyu senin için uzun bir dolaşma/uzun bir uğraşı vardır. (Müzzemmil/1-7)
Gündüz, peygamber için bile çeşitli telaşların yaşandığı bir zaman dilimidir. Salât [zihnî ve mâlî destek] ise, insanın kendini vermesi, konsantrasyon [huşû ve hudû] içinde olması gereken bir faaliyettir. Ama iş-güç, borç-harç gibi telaşların gündüz cereyan etmesi nedeniyle günün bu diliminde insanların kendilerini bütünüyle salâta vermeleri mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi gerektiğinden gündüz herkesin aklı-fikri işindedir. Bu yüzden, “Gıllugış [gönül sıkıntısı] ile salât olmaz” demişlerdir. Tabiî, bununla kasdedilen salât, İslâm’ın emrettiği salâttır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden ikâme ettiği veya ikâme ettiğini sandığı şeklî salât değildir. Çünkü zihnin binbir gaile ile meşgul olduğu anlarda ikâme edilen salât gerçek salât değil, bir şekilden ibarettir. Gerçek salât, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah’a teslim ederek ikâme ettiği salâttır.
Bu sebepledir ki, Yüce Allah salât için vakit olarak sabah, akşam ve gece saatlerini belirlemiş, gündüzü de maişet için çalışmaya ayırmıştır.
Görüldüğü gibi bu hususlar Müzzemmil/1-7′de net olarak ifade edilmiştir. Gündüz herkes için bağda-bahçede, işyerinde zorunlu ve uzun uğraşılar vardır. Günün sona ermesiyle beraber dışarıdaki bütün işler biter ve insanlar bu üç vakitte sükûnet için evlerine dönmüş olurlar. Böylece câmiye gelebilmeleri, cemaat olabilmeleri mümkün olur.
Âyetlerdeki, Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. Kuşkusuz gündüz boyu senin için uzun bir dolaşma/uzun bir uğraşı vardır ifadeleri, o gün için, halkın eğitim ve öğretimine “en uygun” zamanı belirtmektedir.
Binâenaleyh, bu vakitleme o günün Arabistan’ının coğrafî ve sosyal koşulları çerçevesinde öngörülmüş olup, bize göre, farklı coğrafya ve sosyal ortamlarda salât için en uygun zamanlar belirlenebilir.
SALÂTIN YARARLARI
Rabbimiz salâtın yararlarını Kur’ân’da şöyle belirtmiştir:
Sana kitaptan vahyedileni oku ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât, fahşâ’dan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah ürettiğiniz [yaptığınız] şeyleri bilir. (Ankebût/45)
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
Onların mallarından sadaka al ki, onun [sadaka] ile kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Tevbe/103)
Bu âyetlerden anlaşılan odur ki, “salât”, toplumdan aşırılık ve çirkinlikleri kaldırmaktadır. Eğitilen, sosyal güvencesi ve desteği olan kimselerin cürüm işlemesi sözkonusu olamaz. “Güneş giren eve hekim girmez” atasözünde olduğu gibi, salâtın girdiği eve, mahalleye, kent ve ülkeye suç girmez.
FAHŞÂ’ [HAYASIZLIK]
فحشاء [fahşâ’] sözcüğü, “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamlarına gelir. Sözcüğün çoğulu فواحش [fevâhiş]tir.
DilciRâgıb el-İsfehânî, fuhş, fahşâ’ ve fâhişe sözcüklerini, “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır.
Âl-i İmrân/135′de, “fena iş” olarak nitelenen fâhişe sözcüğü, Kur’ân’da 13 yerde, çoğulu fevâhiş sözcüğü ise 4 yerde geçmektedir. Sözcük genel olarakKur’ân’da birden çok aşırılık için kullanılmıştır. Gerek bu aşırılıkların ne olduğu, gerekse bu kavramla ilgili diğer açıklamalarımız daha önce Necm sûresi’nin tahlilinde verildiğinden, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
MÜNKER [KÖTÜLÜK]
Münker, insanlık tarafından kötü olarak kabul edildiği gibi, Yüce Allah tarafından da çirkin görülen şeylerdir.
Rabbimiz Kur’ân’da, ma‘rûfu emr ve münkerden nehy emriyle, insanlığın iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, olumlu ve olumsuz şeyler arasında ayrım yapabilecek vicdanî bir yetiyle donatıldığına işaret etmektedir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu doğasına yerleştirilen bu vicdanî yetiyle değerlendirebilen insan, kendisini sınırlayan müteal [aşkın, transandantal, ilâhî] kaynaklı değer ölçüleri olmadan bu içsel mekânizmayı özenli kullanamamakta, bilakis çeşitli psikolojik mekânizmalarla kötüyü, çirkini ve yanlışı meşrulaştırma çabasına girişmektedir. “Şeytanın insana yaptıklarını güzel göstermesi”, bu meşrulaştırıcı psikolojik mekânizmaları fark etmeyen insanın içine düştüğü içsel bir tuzak olarak değerlendirilebilir. İnsanın sağduyusu ile doğru olarak tanıdığı “münker”i Rabbimiz de yasaklayarak insanlığın vicdanî tanısını desteklemekte ve ona kötüyü ve kötülüğü önlemeyi sağlayacak güçlü bir dinî müeyyide kazandırmaktadır. Çünkü insan mutlak zararlı olduğunu bildiği şeylerden kaçınma konusunda bile kendini yeterince denetleyememektedir. 1930′lu yıllarda ABD’de getirilen alkollü içki yasağının tüm yasal zorlamalara rağmen başarılı olamayışı, buna karşılık İslâm toplumlarında alkollü içki kullanma oranındaki belirgin düşüklük, kötü olanı engellemede dinî müeyyidenin ne denli etkili olduğunu gösteren iyi bir örnektir.
Allah, salâtı ikâme edenleri; “Allah’a yardım etmiş”, “kendini kurtarmış”, “hidâyet üzere olanlar” diye nitelemekte ve onlara birçok vaatte bulunmaktadır:
İşte o kimseler [Allah'a yardım ettikleri için Allah'ın yardımına mazhar olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikâme etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, ma‘rûfu emretmişlerdir ve münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah’a âittir. (Hacc/41)
Doğrusu kendini kurtarmıştır: Arınan kimse, Rabbinin adını anıp sosyal destek sağlayan kimse. (A‘la/14-15)
İşte bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik-iyilik üretenler] –ki işte bunlar, Rabb’leri tarafından bir hidâyet üzeredirler ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir– için bir hidâyet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın âyetleridir. (Lokmân/2-5)
Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan], zekâtı veren ve sadece Allah’a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/18)
İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vazgeçirirler, salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, azîz’dir, hakîm’dir. (Tevbe/71)
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi’nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr’dur, rahîm’dir. (Tevbe/99)
Kesinlikle iman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı veren kişilerin Rabb’leri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. (Bakara/277)
Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rabb’lerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar. Ve o kişiler Rabb’lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikâme etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler, “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/21-24)
Allah, İsrâîloğulları’ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Mâide/12)
Ve Kitab’a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [zihnî ve mâlî destek oluşturup, bu desteği sürdürenlere] gelince, Biz o düzeltenlerin [iyileştirenlerin] ödülünü zayi etmeyiz. (A‘râf/170)
Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve âyetleri onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabb’lerine güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikâme ederler ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların ta kendisidir. Onlara Rabb’leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızk vardır. (Enfâl/2-4)
SALÂT ALLAH’IN YARDIMININ VESİLESİDİR
Rabbimiz, kullara yardımı nasıl ve hangi vesilelerle göndereceğini açıklamış ve bunun sabır ve salâtla olacağını, kuru yakarışla olmayacağını bildirmiştir.
Bir de sabırla, salâtla [eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb’lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâtla yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)
SALÂT’IN ORTADAN KALKMASININ KÖTÜ SONUÇLARI
Salât’ın ortadan kalkması; insanların salâtı [zihnî ve mâlî desteği] hayatlarından çıkarıp uygulamadan kaldırmaları ile gerçekleşir. Yüce Allah, salâta yanaşmayanları ve engel olanları, “yüz çevirenler” olarak kınamakta, onlara azgınlıklarının cezasını mutlaka göreceklerini ihtar etmekte ve destek veren, yardım edenlerden olmayanların cehenneme gireceklerini bildirmektedir:
Ve hani bir vakitler İsrâîloğulları’ndan misak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)
Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vaadettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59)
Salât ettiği [eğitim-öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü? Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvâyı emrettiyse! Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise! (Alak/9-13)
Sağın yâranı hariç. Bahçelerdedirler. Soruşur dururlar, suçlulardan. “Sizi Sekar’a sürükleyen nedir?” Dediler ki: “Biz musallînden [sosyal destek sağlayanlardan] değildik, miskini de yiyeceklendirmiyorduk. Ve biz dalanlarla birlikte dalar idik [boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık]. Ve Din Günü’nü yalanlıyorduk. Tartışılmaz ve karşı çıkılmaz olan bize gelene kadar.” (Müddessir/39-47)
Rabbimizin, Meryem/59′daki “salâtı kaybedenlerin, azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklarına” ve Kehf/59′daki “zulme sapan kentlerin helâk edildiğine” dair sözlerinin nasıl gerçekleştiğini görmek için İslâm dünyasının bugünkü durumuna bakmak yeterlidir. Bu dünya içinde yer alan ülkelerin bilimde, teknolojide, ekonomide, sanatta ve ahlâkta… kısaca insan hayatının standartlarını belirleyen her alanda geri olmalarının en önde gelen sebebi bizce, halklarının 1500 seneden beri salâtı dışlamış olmalarından başka bir şey değildir.
SÂLİH PEYGAMBER ve SEMÛD KAVMİ KISSASINDA KONU EDİLEN “ALLAH’IN DEVESİ” DE SALÂTTIR
Kur’ân’da, Sâlih peygamber ile Semûd kavminin kıssası anlatılırken “Allah’ın devesi” ve onun “su payı”ndan bahsedilir. Burada “deve” ile sembolize edilen de salâttır. Semûd kavmi devenin payını vermeyerek onun ayaklarını budamışlar ve bu yüzden helak olmuşlardır. Yani, bu kavim, sosyal yardım ve destek kurumlarını yaşatmak için zekât vermemişler, infakta bulunmamışlar ve bu durum onların helakine sebep olmuştur.
Bu konu ile ilgili, Tebyînu’l-Kur’ân‘ın Şems sûresi tahlilinde yaptığımız açıklamaları burada da sunuyoruz:
Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; en zorlu bedbahtları bunun sonucundan korkmayarak görevi kabul edip gittiği zaman, Allah’ın elçisi onlara demişti ki: “Allah’ın devesi!” ve “onun su içmesi!” Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi de inciklerini kesip öldürdüler. Rabb’leri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi. (Şems/11-16)
Sûrenin ilk bölümünde iyi ve kötü her şeyi yapabilecek fiziksel ve zihinsel güçlerle donatıldığı ve dilediğini yapabilmek için kendisine irade özgürlüğü verildiği bildirilen insan, 8-9. âyetlerde verilen yargıya göre, nefsini arındırdığı takdirde kendini kurtarabilecek, güçlerini kötüye kullandığı takdirde ise perişan olacaktır. 11-15. âyetler, gerek yaşamları gerekse sonları itibariyle o günkü halk tarafından iyi bilinen Semûd kavminin bu yargının örneği olduğunu bildirmektedir. Semûd kavminin öyküsü daha önce özet olarak Fecr ve Necm sûrelerinin tahlilinde de verilmişti. Ancak önemine binaen orada değinilmeyen yönleriyle tekrar ele alınmasının yararlı olacağı düşünülmüştür.
SEMÛD KAVMİ:
Semûd kavmi, Hicaz ile Sûriye arasında Vadi’l-Kura’da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân’da bu kabilenin ismi 26 yerde geçmektedir. Ayrıca Sâlih peygamberden bahseden âyetler de o’nun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.
Arap kaynaklı olmayan târihi belgelerde de Semûd kavminden bahsedilmektedir:
M.Ö. 715 târihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asurluların hâkimiyet altına aldıkları Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd kavminden “Thamudaei” olarak belirtilen isim ile bahsetmişlerdir. Plinus’un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra’nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. (H. N. Brau, İslam Ans, “Semûd” mad.)
Bu kavme peygamber olarak Sâlih gönderilmiştir. Semûd kavmi de Âd kavmi gibi Kur’ân’da ibret tablosu olarak sunulmuştur. Semûd kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücadele hakkında Taberî’nin, İbnü’l-Esir’in ve İbn-i Kesir’in eserlerinde rivâyetlere dayanılarak hazırlanmış detaylar bulunmaktadır.
 
Biz, bizi ilgilendirecek bilgileri Kur’ân’dan izleyelim:
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka tanrı yoktur. O, sizi yeryüzünden yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O hâlde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim çok yakındır, kabul edendir.” Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde aranan birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz.” (Hûd/61-62)
Dediler: “Sen ve beraberindekiler yüzünden başımıza uğursuzluk geldi/sen ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz.” Dedi: “Uğursuzluk kuşunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, imtihana çekilen bir topluluksunuz.” (Neml/47)
Bir imtihan aracı olarak kendilerine dişi deveyi göndereceğiz. Artık gözetle onları ve sabret. Suyun, aralarında bölüştürüleceğini onlara bildir. Her su alış, içiş nöbetlidir/içilecek her miktar hazırlanmıştır. (Kamer/27-28)
Kibre sapanlar şöyle konuştu: “Biz sizin inandığınızı inkâr edenleriz.” Bu arada dişi deveyi boğazladılar. Ve Rabb’lerinin emrind
en dışarı çıkıp şöyle dediler: “Ey Sâlih! Eğer Allah tarafından gönderilenlerdensen, bizi tehdit ettiğin şeyi önümüze getiriver.” (A‘râf/76-77)
Biz, onlar üzerine bir tek korkunç ses gönderdik de ağılcının topladığı çalı çırpı gibi oluverdiler. (Kamer/31)
Ve zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç kalmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi gerçekten Rabb’lerini inkâr ettiler. Biliniz ki, uzak Semûd içindir. (Hûd 67-68)
İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir ibret vardır. (Neml/52)
11-15. âyetleri anlayabilmemiz için âyetlerde geçen ipuçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Bize göre bu ipucu ifadeler:
• Semûd’un yalanlamalarına neden olan inançları,
• Dişi deve,
• Bu dişi devenin Allah’ın dişi devesi olması gibi olgulardır.
 
YALANLAMALARINA SEBEP: TUĞYAN:
 
Tuğyan ile ilgili geniş açıklama Alak sûresi’nin tahlilinde verilmiştir. Özetleyerek tekrar etmek gerekirse tuğyan, “insanın çok para-pul, mal-mülk, köle-kul sahibi olarak kendini her türlü ihtiyacın üstünde görmesi, bu yeterlilik duygusuna kapılarak baronlaşması, lordlaşması, rableşmesi”dir. Kur’ân bu sözcüğü Firavun ve Mekke yöneticileri için kullanmıştır. Âyetlerden anlaşıldığına göre Semûd kavmi de aynı dalâlet içine düşmüştür.
DİŞİ DEVE:
 
Bu dişi deve hakkında, “halkının Sâlih’ten bir mucize istemesi üzerine o’nun da kayalardan bir dişi deve çıkarması” gibi bir çok efsane uydurulmuş ve bu efsaneler ekseninde ortaya atılan rivâyetler [söylentiler] ile olur olmaz açıklamalar yapılmıştır.
Âyette geçen النّاقة [en-nâkah] sözcüğü “dişi deve” demektir. Ancak Araplar her dişi deveye değil, sadece beş yaşına basan dişi develere en-nâkah derlerdi. Âyetin mesajının doğru anlaşılması için bu ayrıntının daima göz önünde bulundurulması gerekir.
Beş yaşına girmiş dişi deve, eti, sütü ve gücü itibariyle göçebe ve hayvancılıkla geçinenler için çok önemli bir ekonomik değeri ifade etmektedir.
ALLAH’IN DEVESİ:
 
Rivâyetlere dayalı anlatımlarda “Sâlih’in Devesi” olarak geçen dişi deve, âyette doğrudan Allah’a izafe edilerek ناقةاللّه [Allah'ın Devesi] olarak adlandırılmıştır. Devenin Allah’a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Devenin Allah’a izafe edilmesinden maksat, onun Allah tarafından yaratılması veya devenin Allah’ın varlık ve birliğine kanıt olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah’tır ve evrendeki tüm varlıklar da Allah’ın varlığına ve birliğine kanıttır. Bu nedenle, kasdedilenin bundan daha başka bir şey olduğu iyi anlaşılmalıdır.
Bilindiği gibi, Kur’ân’da Ka‘be’ye بيت اللّه [Beytullâh=Allah'ın evi] denilmekte ve o da Allah’a izafe edilmektedir (İbrâhîm/37, Bakara/125, Hacc/26, Kureyş/3). Bundan dolayıdır ki, “Allah’ın Dişi Devesi” ifadesini doğru anlamak için önce Ka‘be’ye neden “Allah’ın evi” dendiğinin anlaşılması gerekmektedir.
Beytullâh [Allah'ın evi],“Allah’tan başka hiç kimsenin olmayan, kimsenin sahiplenemeyeceği ev” demektir. Bu özellik onun tüm insanlığa, kamuya ait olduğunu göstermektedir. Allah’ın evi, kamuya açık, kamu yararlarının konuşulduğu, kamu haklarının gözetildiği, herkesin hür ve eşit olduğu bir yerdir. Bu anlamda bütün camiler/mescidler de “beytullâh”tır. Ne var ki, cami ve mescidlerin takvâ üzere inşa edilmeleri, Allah’ın dinine uygun olmayan işlevlerle kullanılmamaları gerekir.
Bir varlığın Allah’a izafe edilmesinin ne anlama geldiği anlaşıldığına göre, âyetteki ناقةاللّه [Allah'ın Devesi] tamlamasından ne anlaşılması gerektiği de anlaşılmış olmalıdır. en-Nâqah, sözcük anlamıyla o dönemde toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortaklaşa sahip olduğu, serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı olan beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde bu deyim hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik sigortalarına karşılık gelmektedir.Aç ve yoksul insanların bu kurum [en-nâkah] sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları o günkü Semûd kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören butağutların işine gelmemiştir.
 
Kur’ân tağutların bu tutumuna ve sonrasına değişik sûrelerde tekrar tekrar dikkat çekmektedir:
Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün [hatırlayın] ki, Âd’dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.” Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Sâlih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” (Onlar da,) “Doğrusu biz o’nunla gönderilene inananlarız!” dediler. O büyüklük taslayan kimseler, “Biz, sizin inandığınızı gerçekten inkâr edenleriz!” dediler. Hemencecik de o dişi deveyi inciklerini kesip öldürdüler ve büyüklenerek Rabb’lerinin buyruğundan dışarı çıktılar; “Ey Sâlih! Eğer hakikaten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini bize getir!” dediler. Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökekaldılar. (Sâlih de) o zaman onlardan yüz çevirdi ve “Ey kavmim! And olsun ki, ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi. (A‘râf/73-79)
Semûd da o uyarıları/uyarıcıları yalanladı: “Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz” dediler. “Zikir/öğüt, aramızdan o’na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” Yarın onlar, çok yalancı, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. Biz onlara, kendilerine fitne olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabırlı ol. Ve onlara suyun, aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; her içiş hazır kılınmıştır. Bunun üzerine arkadaşlarına seslendiler. O da alacağını alıp inciklerini keserek öldürüverdi. Peki, azabım ve uyarılar nasılmış? Biz onların üzerine tek sayha [korkunç bir ses] gönderdik; ağılcının topladığı çalı çırpı gibi oluverdiler. And olsun ki biz Kur’ân’ı öğüt için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen? (Kamer/23-32)
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka tanrı yoktur. O sizi yeryüzünden yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O hâlde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim çok yakındır, kabul edendir.” Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde aranan birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz.” (Sâlih) dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O’na asi olursam beni Allah’tan kim korur? O zaman sizin de bana zarardan başka katkınız olmaz. Ey kavmim! İşte size âyet olarak Allah’ın dişi devesi. Artık onu bırakın, Allah’ın yeryüzünde yesin. Ve ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalayıverir.” Fakat (Semûd kavmi) onu, inciklerini keserek öldürdüler. Bunun üzerine (Sâlih) dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yararlanın! İşte bu, yalanlanmamış bir tehdittir.” Emrimiz gelince, Sâlih’i ve o’nunla beraber iman edenleri, bir rahmet ile Bizden ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin çok kuvvetlidir, galip gelendir. Ve zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç kalmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi gerçekten Rabb’lerini inkâr ettiler. Biliniz ki, uzak Semûd içindir. (Hûd/61-68)
Semûd gönderilmişleri yalanladı: Hani kardeşleri Sâlih onlara şöyle demişti: “Sakınmaz mısınız? Gerçekten, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Siz burada, güven içinde bırakılacak mısınız? Bahçelerde ve pınarlarda? Ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.” Dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir âyet getir.” (Sâlih,) “İşte bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir” dedi. Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip öldürdüler; ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama onların çoğu iman etmediler. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhametlidir. (Şu‘arâ/141-159)
ALLAH’IN ELÇİSİ:
Âyette رسوا اللّه [Allah'ın Elçisi] ifadesi ile kasdedilen Sâlih peygamberdir. Burada adı anılmamış olsa da, bu olayın anlatıldığı Hûd, Kamer, A‘râf, Şu‘arâ sûrelerinde olaydaki elçinin Sâlih peygamber olduğu bildirilmiştir.
13. âyetteki Allah’ın devesi ve onun su içmesi ifadeleri tahzirdir, yani uyarı için bir sesleniştir. Burada Elçi’nin, Allah’ın devesi ve onun su içmesi demesi, yaşamasında herkes için yararlar olan bu deveye özen gösterilmesini, onun ihmal edilmemesini hatırlatmak anlamındadır. Bu durum, örnek vermek gerekirse, yanındaki çocuğun tehlikede olduğunun farkında olmayan birine tehlikeyi kısa yoldan bildirmek için “Çocuk! Çocuk!” diye seslenilmesine benzemektedir.
15. âyette Ve o bunun sonucundan korkmayarak şeklinde geçen ifadenin en uygun anlamı, bu ifadenin “en zorlu bedbahtları kalkıp gittiği zaman” sözlerinin yer aldığı 12. âyete durum bildiren “hâl zarfı” olması durumunda ortaya çıkmaktadır. 15. âyetteki o zamirinin, hemen hemen bütün meallerde yapıldığı gibi, 14. âyetteki Rabb‘e irca edilmesi dil tekniği bakımından mümkün olsa bile anlam bakımından uygun değildir. Çünkü Allah’ın korkması söz konusu edilemez. Anlatılan olay dikkatle izlenirse, korkması gerekirken yaptığı işin sonucundan korkmayan kişi herhangi biri değil, 12. âyette zikredilen bedbaht kişidir. Dolayısıyla 15. âyetteki o zamirinin merciinin 12. âyetteki bedbaht olması gerekir.
Âyetlerde geçen bazı sözcüklerin anlamlarına bir tek sözcükle karşılık bulmak maalesef her zaman mümkün olamamaktadır. Genellikle yanlış olarak “kalkıp gitmek” şeklinde çevrilen inbe‘ase sözcüğü de bunlardan birisidir.
Üç harfli kökü بعث [be‘ase] olan انبعث [inbe‘ase] sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle mutavaat [dönüşlülük] anlamı kazanmakta ve “göndermek” olan kök anlamı da “gönderilmeyi kabul edip gitmek” şeklinde değişmektedir.
İnbe‘ase sözcüğü doğru anlamıyla değerlendirildiğinde Semûd’un en azgını olan kişinin Allah’ın devesini kendi iradesiyle yok etmediği, bu görevin ona başkalarınca verildiği, onun da bu görevi kabul ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıda verilen Kamer sûresinin 29. âyetindeki, Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da alacağını alıp inciklerini kesip öldürüverdi şeklindeki açıklama, deveyi öldürme kararının ortak alındığını, infaz işinin ise bu karar doğrultusunda içlerinden biri tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir. Bu durumda Semûd’un bir kişinin işlediği bir suç yüzünden değil, kavmin tağutlarınca ortak alınan bir infaz kararından dolayı cezalandırıldığı net olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece inbe‘ase sözcüğünün yanlış anlamlandırılması nedeniyle ortaya çıkan ve bir kişinin işlediği suçtan dolayı bütün bir toplumun cezalandırıldığı yönünde adalet ilkelerine ters bir izlenim veren yanlış algı da ortadan kalkmış olmaktadır.
DEVENİN KESİLİŞ TARZI:
Semûd kavmi ve Sâlih peygamberin konu edildiği pasajlarda devenin öldürülüşü عقر [‘akara] fiili ile ifade edilmiştir. Bu sözcük de önemli ayrıntılar içermektedir.
Lisânü’l-Arab adlı eserde aşağıdaki bilgilere ulaşılmaktadır:
‘Akara fiilinin türediği ‘akr, ‘ukr köklerinin esas anlamı, “kadının hamile kalmaması için önlem alması, doğum kontrolü” demektir. Doğum kontrolü yapmak üzere içilen nesnelere de ‘ukr denilmiştir. Bu bağlamda sözcüğün “bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini bozmak” gibi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim ‘akr sözcüğü bu anlam ekseninde “yaralamak” manasında kullanılır olmuştur. Zira yaralama da doğallığı, orijinalliği bozmaktır.
‘Akr sözcüğü daha sonraları genel anlamda “yaralama” anlamını kaybederek özellikle deve, at, koyun gibi hayvanların ayaklarının [inciklerinin, diz ile topuk aralarının] kesilmesi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Araplar deve, at, sığır ve koyun gibi hayvanları keserken önce kılıçla hayvanın inciklerini kesip sonra da yere yıkılan hayvanı boğazladıklarından, bu sözcük de hayvan kesim işinin birinci aşamasını anlatmak için kullanılır olmuştur.
‘Akr sözcüğünün anlamı için bugünkü Türkçe’de bir karşılık aranacak olursa, bizce en uygun karşılık “tırpanlamak” sözcüğüdür.
Bütün bu bilgiler ışığında, kamu yararına çalışan bir hayvan olduğunu düşündüğümüz “Allah’ın devesi”nin Semûd kavmi tarafından ayakta durmasını sağlayan organları kesilerek ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. “Allah’ın devesi” ifadesinin işaret ettiği anlam bugüne taşındığında, bu devenin işlev bakımından kamu yararına çalışan bugünkü kamu kurumları niteliğinde olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. Devenin yok edilmesi ise bu kurumları ayakta tutan vergi, aidat, bağış gibi gelir kaynaklarının kesilmesini, ödenmemesini ya da yolsuzluklarla zayi edilmesini düşündürmektedir.
A‘râf sûresi’nde daha ayrıntılı olarak görülecektir ki, Semûd kavmi Allah’ın devesini ortadan kaldırdığı için topyekûn yok edilmemiş ama perişan hâle getirilmiştir. Dolayısıyla açgözlülükleri yüzünden sosyal adaleti sağlamakta ihmalkâr davranan günümüzün tağutlaşmış toplumlarını da böyle bir perişanlık beklemektedir.
SALÂT HERKESİN HARCI DEĞİLDİR
HUŞÛ ve RİYA
Salât her kişinin değil, er kişinin harcıdır. Bu huhsuta şu âyetler dikkatimizi çekmektedir:
Bir de sabıra, salâta [eğitime, öğretime, sosyal destek kurumlarına] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabra yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb’lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Öyle er kişiler ki, ticaret ve alış-veriş Allah’ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. (Nûr/37)
Şimdi de müşrik ve münâfıkların salâta yaklaşımlarıyla ilgili olan şu âyetlere göz atalım:
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)
Bu nedenle, şu destekçilerin vay haline! Onlar destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/4-7)
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre toplumda iki tür salât edenler vardır. Biri, salâtı huşû ile yapanlar, diğeri de riya için yapanlar. O nedenle huşû ifadesini iyi anlamak durumundayız.
HUŞÛ:
 
Huşû, “kişinin bakışını yere çevirmesi, gözünü kısması, sesi genzinden çıkarması” demektir.
Kur’ân’da huşû kelimesi şu âyetlerde yer almaktadır:
Kesinlikle, inananlar felah buldular [durumlarını korudular/zafer kazandılar]. Onlar, salâtlarında huşûlu olan kimselerdir. (Mü’minûn/1-2)
Şüphe yok ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve büyük bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb/35)
Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah’a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb’leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)
De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)
Şüphesiz senin yeryüzünü huşûlu [boynu bükük] görüp de Bizim onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman onun titreşmesi ve kabarması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki ona hayat veren kesinlikle ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir. (Fussılet/39)
Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine, “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen vârislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, o’nun için icabet etmiştik. Ve kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiyâ/89-90)
Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)
Yüzler [kişiler] var ki, o gün çalışmış, yorulmuş olmasına rağmen eğilmiş, zillete düşmüştür. (Ğaşiye/2-4)
Baldırın çıplak kalacağı [gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup işin büyümeye başladığı/işin ciddîleştiği] ve secdeye davet edildikleri gün artık güçleri yetmez. Gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir zillet/hor görülme/alçalma sarmış bulunur. Oysa onlar, sağ-salim iken de secdeye davet ediliyorlardı. O halde bu sözü yalanlayanları Bana bırak! Biz onları bilmedikleri yerden yakalayacağız. (Kalem/42-44)
O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde çağırıcı’nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler. (Kamer/6-8)
Ve sen, onları zilletten dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarlarken ona [ateşe] sunulduklarını göreceksin. İman etmiş kimseler de, “Şüphesiz zarara uğrayanlar, kendilerini ve ehillerini [ailelerini, yakınlarını] kıyâmet günü zarara uğratmış olan kimselerdir” dediler. Gözünüzü açın! Şüphesiz zâlimler devamlı bir azap içerisindedirler. (Şûrâ/45)
O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi. Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! (Me‘âric/43-44)
Yürekler o gün titreyerek çarpar. Onların gözleri saygılıdır. (Nâziât/8-9)
O gün, hiçbir eğriliği olmayan o davetçiye uyarlar ve Rahmân için sesler kısılmıştır. Artık sadece hafif bir ses duyacaksın. (Tâ-Hâ/108)
Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Azîz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan. (Şu‘arâ/217-219)
İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ı anmak ve Hakk’tan gelen için ürpersin de, daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş, dolaysıyla kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır. (Hadîd/16)
Bu âyetlerde görülüyor ki huşû, çoğunlukla “vücut organlarının saygısı” anlamına kullanılmakla birlikte, “genel saygı” anlamını ifade etmektedir. Öyleyse huşû kavramını, “gözlerimizle, sesimizle, yüzümüzle, gönlümüzle yüce yaratanımıza karşı bilinçli olarak ve içtenlikle göstereceğimiz saygı” şeklinde tanımlayabiliriz.
Müşrik ve münâfıklar da salât ediyorlar, ama bunu “gösteriş” amaçlı yapıyorlar:
Ve Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri (Allah sevmez). Şeytan kim için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır! Bir de bunlar, Allah’a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah’ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Allah onları çok iyi bilendir. (Nisâ/38-39)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)
Bu nedenle, şu destekçilerin vay haline! Onlar destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/4-7)
Ve onların Beyt’in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– (Enfâl/35)
Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb’lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî’dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm’dir [yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve son güne inanmadığı halde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isabet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. (Bakara/262-264)
 
Bu âyetlere dikkat edildiğinde, kâfirlerin de salât ettikleri, ama onların salâtı, birtakım kötü amaçlar için yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bu âyetlerde sadaka verenlerin (sadaka da salât kapsamındadır; sosyal destektir), sırf insanlara gösteriş yapma, caka satma amacı güttükleri ve sadaka verdikleri kişileri minne duygusu altında bırakmayı ve bundan maddî ve manevî çıkar sağlamayı hedefledikleri bildirilmektedir.
Bu âyetlerden anlaşılan o ki, kişi, yaptığı salâtı, şükür ve Allah’ı hoşnut etmek için yapmalıdır. Allah’ın kendisine verdiği akıl, fikir, bilgi, deneyim, mal, mülk, servet, sağlık gibi nimetlerin karşılığını huşû ile, tepeden tırnağa Allah’a saygıyla ödemelidir. Kendisine verilmiş nimetlerin gerçek sahibinin kendisi olmayıp Allah olduğunu bilmelidir. Sebe halkı ve Kârûn gibi şımarmamalıdır.
 
Rabbimiz bunların durumunu bize örnek olarak vermiştir:
Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah’ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” O [Kârûn], “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi” dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi] olan kimseleri kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz [Allah onların hepsini bilir]. Derken o [Kârûn], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler, “Keşke Kârûn’a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Kârûn], çok büyük bir nasip sahibidir” dediler. Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise, “Yazıklar olsun size! İman eden ve sâlihi işleyen kimseler için Allah’ın mükâfatı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” dediler. Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah’ın astlarından kendisine yardım edecek bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için kılarız. Ve akıbet, takvâ sahipleri içindir. (Kasas/76-83)
Andolsun ki, Sebe kavmi için iskan ettikleri yerde bir âyet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O’nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”– Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine arim [barajların] selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş-geliş düzenledik: –Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin-gelin!– Sonra da onlar, “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik-didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette âyetler vardır. Ve andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası ona [İblis'e] uydular. Halbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret] yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, ondan şekk içinde bulunandan [yeterli bilgisi olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır. (Sebe/15-21)
Ve onlara, iki adamı örnek ver: Biz bunlardan birine her türlü üzümlerden iki bağ kıldık ve ikisinin [iki bağın] etrafını hurmalarla donattık. Aralarında da bir ekinlik kıldık. Her iki bahçe de, hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak yardık/akıttık. Bu kişi [iki bağın sahibi] için ayrıca başka gelir de vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşına konuşarak, “Ben, malca senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm” dedi. Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum. Ben Saat’in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum” dedi. Arkadaşı konuşarak ona, “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan haline getireni mi inkâr ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah’tır. Ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman, “Maşallâh, lâ kuvvete illâ billâh [Allah ne isterse o olur. Allah'tan başka hiçbir güç yoktur]” deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felaketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak haline geliverir. Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin” dedi. Ve o, serveti ile kuşatma altına alındı [bitirildi]. Bunun üzerine onda [bağında] yaptığı harcamalara karşı ellerini ovuşturmaya başladı. O [bahçe], çardakları üzerine yıkılmış kalmıştı, O da, “Ah n’olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım” diyordu. O kişi için Allah’ın astlarından yardım edecek bir topluluk olmadı. Ve kendisi de öç alacak biri değildi. (Kehf/32-43)
Görülüyor ki, yaptığı salâtı huşû ile yapmayıp, salât malzemesinin Allah’tan olduğunu kabul etmeyerek, saygısızca ve kişisel çıkarı için gösterişle yapanlara yaptıklarının hayrı dokunmayacaktır.
Bakara/264′ün son bölümündeki, İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isabet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler ifadeleriyle muazzam bir benzetme yapılarak, bununla riyakârların inanmadan yaptıkları salât ve hayırların Allâh nezdinde geçersiz olacağı, hiçbir işe yaramayacağı gerçeği öğretilmektedir.
Ve kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve o [İslâm'dan başka din arayan kimse] âhirette zarar edenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân/85)
Peki o kâfirler, Benim astlarımdan birtakım velîler edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık. De ki: “Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi? Onlar, kendileri sanat/sanayi olarak, güzellik ürettiklerini sanırken basit hayatta çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir.” İşte onlar, Rabb’lerinin âyetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir değer vermeyiz]. İşte, inkâr etmeleri, Benim âyetlerimi ve elçilerimi alaya almaları sebebiyle, onların cezaları cehennemdir. (Kehf/102-106)
 
ALLAH SALÂTI HER ELÇİ İLE İLETMİŞTİR
Rabbimiz, “salâtı ikâme et” emrini tüm insanlığa her elçisiyle ilettiğini beyan etmiştir.
Peygamberimize:
Öyleyse Rabbin için salât et [zihnî ve mâlî destek sağla, sosyal yardım yap, şirke ve tağuta karşı çaba göster] ve nahr yap! (Kevser/2)
İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikâme etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.” (İbrâhîm/31)
Onların mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Tevbe/103)
Ve ehline salâtı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızk istemiyoruz. Seni Biz rızklandırıyoruz. Akıbet takvâ içindir. (Tâ-Hâ/132)
Sana kitaptan vahyedileni oku ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât fahşâ’dan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah ürettiğiniz [yaptığınız] şeyleri bilir. (Ankebût/45)
De ki: “Benim salâtım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (En‘âm/162-163)
Mûsâ peygambere:
Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Ben’im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o saat [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Tâ-Hâ/11-15)
Ve Biz Mûsâ ile kardeşine, “Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıble kılın ve salâtı ikâme edin ve mü’minlere müjde verin!” diye vahyettik. (Yûnus/87)
Îsâ peygambere:
O [beşikteki çocuk] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [sosyal desteği] ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse (kıldı). Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.” (Meryem/30-33, 36)
İbrâhîm peygambere:
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Onların şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.– İhtiyarlık halimde bana İsmâîl’i ve İsâak’ı lütfeden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl, soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)
İshâk ve Ya‘kûb peygamberlere:
Ve Biz o’na İshâk’ı, ilave olarak da Ya‘kûb’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık. Ve Biz onları, Bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı ikâme etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler. (Enbiyâ/72-73)
Zekeriyyâ peygambere:
Sonra o [Zekeriyyâ] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim, öğretim yaptırırken] melekler o’na, “Şüphesiz Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak, sâlihlerden müjdeliyor” diye seslendiler. (Âl-i İmrân/39)
İsmâîl peygambere:
Ve o ehline [ailesine, çevresine] salâtı [sosyal desteği] ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. (Meryem/55)
Lokmân peygambere:
Ve hani bir zaman Lokmân, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah'a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikâme et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlar için avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti. (Lokmân/13, 16-19)
Şu‘ayb peygambere:
Onlar dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.” (Hûd/87)
İsrâîloğulları’na:
Ve hani bir vakitler İsrâîloğulları’ndan misak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)
Allah, İsrâîloğulları’ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Mâide/12)
İman edenlere:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi’nin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır[. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için en hayırlıdır. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın. Ve felah bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah’ı çok anın. (Cum‘a/9-10)
Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyle. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip etti. O hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah’ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! Salâtı ikâme edin, zekâtı verin! Güzel bir ödünçle Allah’a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah’tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir. (Müzzemmil/20)
Tüm insanlığa:
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin [zihnî ve mâlî desteği oluşturun ve ayakta tutun[, zekâtı verin ve o Elçi'ye itaat edin. (Nûr/56)
Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
SALÂT DİNİN VİTRİNİDİR
Salâtın; dini temsil ettiği, dinin vitrini olduğu hususu en açık biçimde, Şu‘ayb peygamberin salâtı ile ilgili âyette belirtilmiştir:
Onlar dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.” (Hûd/87)
Bu âyette geçen, Mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın mı emrediyor? ifadesindeki salât sözcüğü, “din”i temsil etmektedir. Çünkü nasıl bir insanın yüzünün fotoğrafı, o insanın kimliğinin belirlenmesinde yeterli ve geçerli bir delil sayılıyorsa, sosyal yardım inancı ve ameli olan salât da, “din”in dışa yansıyan en önemli özelliği olarak “din”i temsil etmekte, “din”in en belirleyici göstergelerinden birini teşkil etmektedir.
Rabbimiz salâtın, dini temsil ettiğini, değişik ifadelerle (meselâ, salâtı mü’minlerin, muttakilerin, uyarıyı kabul edebilecek kişilerin özelliklerinden göstererek, rahmet olunmak için gerekli olduğunu söyleyerek, imanın belirtisi sayarak, salâtın “birr” sayılan davranışlardan olduğunu bildirerek) başka âyetlerde de dile getirmiştir:
İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)
Ve onlar [mü’minler], salâtlarını koruyan kimselerdir. (Mü’minûn/9)
Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey yüklenilmeyecek; bir akrabası olsa bile. Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. (Fâtır/18)
Hiç şüphesiz şu, Allah’ın kitabını okuyan, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren kimseler, O [Allah], mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve lütfundan kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir. (Fâtır/29-30)
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir. (Nisâ/162)
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr, Allah’a, Âhiret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve salâtı ikâme etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi’ye itaat edin. (Nûr/56)
SALÂTA KATILMANIN ŞARTLARI
Salât‘ı, “namaz” olarak kabul eden anlayış sahipleri, Mâide/6′daki yıkanmayı, namazın olmazsa olmazı görmüş ve Mâide/6 âyetini de “abdest âyeti” ilan etmişlerdir:
Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk; şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, sükûnete erin ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz, yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)
Oysa, Kur’ân’daki Hucurât, Mücâdele ve Nûr sûreleri ile târih kitaplarının verdiği bilgilere göre, Kur’ân’ın indiği dönemdeki Arap toplumu; kapı çalmasını ve başkasının evine nasıl girileceğini bilmeyen, konuşup görüşme saygısından bihaber, topluca yemek yeme adabından yoksun, toplum içi ilişkileri yok denecek kadar zayıf ve en kötüsü de temizlik kültürü olmayan bir kitledir. Nitekim bu, üstü-başı kirli, ayağı çamurlu, eli hamurlu, ağzı soğan-sarımsak kokan insanların mescide de bu hâlleriyle geldikleri, hatta hacetlerini bile mescidin ortasına yaptıkları hakkında birçok belge mevcuttur.
 
İşte “abdest âyeti” denen Mâide/6 âyeti, aslında o günkü Araplara, toplum içine temiz olarak çıkmalarını öğretmeye yönelik bir âyettir. Bu durum ayrıca şu âyetle de vurgulanmıştır:
Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir, –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A‘râf/31-32)
Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, insanların temizlenmeleri, temiz elbise giymeleri ve ziynetlerini takınmaları kendi aralarındaki ilişkilere yöneliktir. Birbirlerini sevip sayabilmeleri için bunlar da gereklidir.
Bazılarının, Allah’ı da vâliye, kaymakama kıyas ederek bunların huzuruna çıkıldığı sıradaki giyim, kuşam ve temizlik olgusunu Allah’a da uyarlamaları, Allah’ı hakkıyla takdir edememekten kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Allah insanların dış görünümünü dikkate almaz, aksine kalplere nazar eder. Ve insan, her an, her yerde ve her durumda O’nun huzurundadır. Allah, huzuruna kabul için herhangi bir işlem talep etmez.
Diğer taraftan, yine aynı anlayış sahipleri, gerek Mâide/6 ve Nisâ/43′de geçen “cünüblük”, gerekse Nisâ/43′de geçen “sarhoşluk” hâlleri ile ilgili olarak yanlış tanımlar vermek sûretiyle müslümanları yanlış yönlendirmişlerdir. İşin doğrusu ise aşağıdaki tahlililerimizde yer almaktadır:
Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb [kopuk; şehveti kabarık] iken de –yolcu olanlar müstesna– yıkandırılıncaya kadar salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten[ geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. (Nisâ/43)
CÜNÜBLÜK ve CENÂBET
Fıkıh ve İlmihal kitaplarında cünüblük “boy abdesti almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli”; cenâbet de, “bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse” olarak tanımlanmış ve “Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzal vaki olmuş kimseye cünüb, bu durumuna da cenâbet denir” şeklinde açıklamalar getirilmiştir.
Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişkiye giren erkek ve kadının cünüb olacakları, erkeğin menisinin gelmesiyle, kadının da oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle iğtilâm/ihtilâm olmasıyla cünüb sayılacakları, rüya veya başka bir yolla tatmin sonucu meydana gelen boşalmanın cünüblüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır.
Bu hükümlerden yola çıkarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması, namaz kıldırması, oruç tutması, Kur’ân okuması, Kur’ân'a el sürmesi, kendisine Kur’ân okunması, Ka‘be'yi tavaf etmesi haram sayılmıştır.
Bu yasaklamaların yanısıra, cünüblüğün kötülüğü hakkında da; “Cünübün bulunduğu yere melek girmez”, “Cünübün bastığı toprakta ot bitmez”, “Yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak cünübe lânet eder” gibi tehditler –hem de Peygamberimize isnad edilerek– savrulmuştur.
Hâlbuki Kur’ân'da zikredilen cünüblük, yukarıda tanımlanan cünüblük-cenâbetlik değildir. Bize göre bunlar, insanları dinden ve eğitimden uzak tutabilmek için uydurulmuştur ve ne acıdır ki Peygamberimizin adı buna alet edilmiştir.
Bu yanlışlık öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, cünüb sözcüğüne, sözlüklerde de –sanki İslâm'dan evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi– yukarıda naklettiğimiz terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klasik kaynaklarda da aynı minvalde bilgiler yer almıştır:
Cünüb lafzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, buud ve kurb [uzaklık ve yakınlık]kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, cenb derler. Kelimeyibu şekilde okuyanlar da olmuştur.
el-Ferrâ der ki: Kişi cünüb oldu ifadesi, cenâbet‘tengelmektedir. Bir şivede cünüb kelimesinin, tıpkı unk ve a’nâk, tunub ve etnab [boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar]gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kasdederek cânib diye bu kelimeyi kullanmak halinde,çoğul için cünnab tabiri kullanılır. Binici vebiniciler için râkib ve rukkâb demek gibi.Kelime asıl itibariyle “uzaklık” demektir.Âdeta cünüb, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki:
Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!
Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim.
Cünüb adam, “yabancı adam” anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenâbet [mücânebet],“erkeğin kadın ile içli-dışlı olması” demektir.
SÖZCÜĞÜN ESAS ANLAMI
 
[cenb] sözcüğünün türevlerinden olan جُنُبْ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler görülmektedir:
Cenb sözcüğü ise,“bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça” demektir. Canib ve cünüb sözcükleri, “ğarîb” [çok uzak olan] demektir. Cenebe’r-raculü ifadesi, “kişi onu defetti, uzaklaştırdı” demektir. Ezherî şöyle demiştir: “Salât mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için ‘cünüb’ denmiştir.” İbn Esîr dedi ki: “Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vacib olan kişi’; cenâbet, ‘meni’ demektir.”
Ancak, Lisân‘da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr’e ait görüşleri kabul etmek mümkün değildir; zira bu sözcük, Kur’ân’dan evvel de Arap dilinde mevcuttu. Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım, destek yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.
CÜNÜBLÜK ve KUR’ÂN
Cünüb sözcüğü Kur’ân’da 2 âyette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam 33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin hepsi de “ana maddeden uzak parça” anlamı ekseninde olup, bunların Nisâ/36, 43; Kasas/11 ve Mâide/6 âyetlerindekileri cünüb kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır.
 
Meselâ, farklı kalıplarda olanlardan Zümer/17, Nisâ/31, Şûrâ/37, Necm/53, Nahl/36, Hacc/30, Hucurât/12, Mâide/90 ve İbrâhîm/35 âyetlerindeki sözcükler, Türkçe’ye de aynen Arapça’daki anlamıyla girmiş olan, “uzak durma, kaçınma” anlamındaki “ictinab” formuyla yer almıştır:
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrâhîm/35)
Bu sözcüğün türevlerinden, cânib, ecnebi, cenâb formaları da aynı anlamda Türkçeleşmiş olup, cânib; “yan, kenar”, ecnebi; “yurdundan kopmuş; yabancı” demektir. Cenâb sözcüğü ise “eksikliklerden uzaklaşmış” anlamındadır ki bu sözcük başta Allah için “Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Allah” diye kullanılmakta, bazen saygın kimselere, “… cenâbları” denmektedir.
Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca; “uzak olan, kopuk olan” anlamına gelir. Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında, “Aklı bilmem neyinde” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini-imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, “meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl” değil, “şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl”dir.
İşte Rabbimiz, hem Nisâ/43 hem de Mâide/6 âyetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını, yani eğitim-öğretim ve sosyal destek mahallerine gelmemelerini öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü sükûnete eren insanın zihninde cünüblük hâlinin yol açtığı dikkat toplama sorunu olmayacak; aksine sakin ve anlayışlı olarak salâtın gereğini yerine getirebilecektir. Zaten sükûnete ererek dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır.
 
SARHOŞLUK
Âyette geçen سكارى [sükârâ] sözcüğü, سكر [sekr] sözcüğünün türevlerindendir ve sekr sözcüğü Lisânu’l-Arab’da sahv’ın karşıtı olarak gösterilmiştir. Bu durumda sekr sözcüğünü daha iyi anlamak için, sahv sözcüğünün de ne anlama geldiğini bilmek gerekmektedir.
Allâme İbn Manzur صحو [sahv] sözcüğünü şöyle açıklamıştır:
Sahv; “bulutun gitmesi, gökyüzünün berraklığı, sarhoşluğun gitmesi, bâtılın, kontrolsüzlüğün bırakılması” demektir.
Buradan anlaşıldığına göre, sözcüğün ilk vazı, doğadaki olaylar ile olmuş; günün aydınlığı, yani gökyüzünün buluttan, sisten, tozdan, dumandan arınıklığı sahv olarak, bunun tersi, yani gökyüzünün bulutlu, sisli, tozlu, dumanlı olması da sekr olarak isimlendirilmiştir.
Görüldüğü gibi, sükârâ sözcüğü, sadece alkol türü nesnelerin etkisiyle meydana gelen sarhoşluğu, kafanın dumanlı oluşunu kapsamaz. Sukr terimi geniş anlamıyla, insanın zihinsel melekelerini tam olarak kullanmasını engelleyen bütün zihinsel bulanıklığı, kirliliği ifade eder. Çünkü akıl bulanıklığı, herhangi bir uyuşturucu etkisiyle meydana gelebileceği gibi; uyku, şehvet, korku, acı, panik, stres gibi şeylerle de meydana gelebilir.
Nitekim Kur’ân’da, alkol türü nesnelerin etkisi dışında oluşan sarhoşlukla ilgili birçok âyet mevcuttur:
Ölümün sarhoşluğu gerçekten hakk ile gelmiştir de, –“(Ey insan!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”– (Kaf/19)
Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/14-15)
–Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].– (Hicr/72)
Ey insanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Saat’ın sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer. Ve her hamile kadın taşıdığını düşürür. Ve sen insanları sarhoş olmadıkları halde hep sarhoş görürsün. Ama Allah’ın azabı çok şiddetlidir. (Hacc/1-2)
Sonuç olarak insanlar; içki veya uyuşturucunun etkisindeyken, uykulu, korkulu, acılı, ağrılı ve stresli iken salâta katılmamalıdırlar.
Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetlerinden başka Kur’ân’da, salâta katılma şartı niteliğinde (salâtın; sadece Allah için, Allah’a yönelen bir kalp ve huşû ile gösterişten uzak, ne açık ne gizli olarak, bilinçli ve vakitli olarak, eğlence edinmeden, üşenmeden ve devamlı yapılmasını bildiren) pek çok âyet vardır:
De ki: “Benim salâtım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (En‘âm/162-163)
Kalben O’na yönelenler olarak, O’na takvâlı davranın, salâtı ikâme edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
Onlar, salâtlarında huşûlu olan kimselerdir. (Mü’minûn/2)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)
Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu salâtı ikâme edenlerin [destekçilerin] vay haline! Onlar salâtlarından [destek verişlerinden] gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar ve mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7)
Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır. (Mâide/58)
Ve onların Beyt’in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– (Enfâl/35)
Ve onların infaklarının kendilerinden kabul olunmasına, sadece, onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne küfretmeleri ve salâta sadece tembel tembel gitmeleri, bağışlarını da ancak istemeyerek yapmaları engel oldu. (Tevbe/54)
De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahmân diye çağırın. Hangi şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur. Salâtını açıkça yapma, gizli de yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.” (İsrâ/110)
İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent'i] ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı, mübarek [bolluk dolu] bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarında da koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler]. (En‘âm/92)
Ve onlar, salâtlarını koruyan kimselerdir. (Mü’minûn/9)
Ancak destekçiler bunun dışındadır. Onlar [destekçiler] ki salâtlarını sürdürenlerdir. Ve onlar [o musalliler, yani destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar (istemekten utanan yoksullar) için belli bir hak olan kimselerdir. Ve onlar ceza gününü tasdik ederler. Ve onlar Rabb’lerinin azabından korkanlardır. –Şüphesiz Rabb’lerinin azabından emîn olunmaz.– Ve onlar ırzlarını koruyanlardır, –ancak eşleri ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Ve onlar, şâhidliklerini yerine getirirler. Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Me‘âric/22-35)
Salâta katılmanın şartlarını böyle belirten Rabbimiz, salâtın vakitli olduğunu ve alış-verişin salâta tercih edilmemesi gerektiğini de şu âyetlerle bildirmiştir:
Sonra (korku hâlindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar salâtı ikâme et ve sabah Kur’ân’ını da. Çünkü sabah Kur’ân’ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara/Allah’ı unutmayanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Öyle kimseler ki, ticaret ve alış-veriş Allah’ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. (Nûr/37)
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için en hayırlıdır. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde yeryüzünde dağılın ve Allah’ın lütfundan arayın. Ve felah bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah’ı çok anın. (Cum‘a/9-10)
SALÂTA KİMLER ENGEL OLUR?
Gerçekten şeytan, içki ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah’ın zikrinden ve salâttan [eğitim-öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? (Mâide/91)
Salât ettiği [eğitim-öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü? Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvâyı emrettiyse!Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise! (Alak/9-13)
SALÂT İMANIN DIŞA VURUMUDUR
Şu haram aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr’dur, rahîm’dir. (Tevbe/5)
Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse, bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz, âyetleri, bilen bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11)
Salâtı [eğitim öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikin-ayakta tutun, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. (Bakara/43)
Bir de sabırla, salâtla [eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumuyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb’lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrâhîm’in makamından kendinize bir salâtgâh edinin. Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri [Allah'a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık (Bakara/125)
Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâta yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah’ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)
Ta-Sin. Bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren ve âhirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan mü’minler için hidâyet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’ân’ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın âyetleridir. (Neml/1-3)
Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli ödeyeyim] ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah’ı, Elçisi’ni ve âhiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.” Ey Peygamber’in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak artırılır. Bu da Allah’a göre pek kolaydır. Ama sizden kim Allah’a ve Elçisi’ne gönülden itaat eder ve sâlih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kat veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır. Ey Peygamber’in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarla oturun, ilk câhiliye kadınlarının süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, lâtiftir, haberdar olandır. (Ahzâb/28-34)
İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman etmiş ve sadece Rabb’lerine tevekkül eden kimseler, günahın büyüklerinden ve hayasızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, Rabb’lerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikâme eden, işleri de kendi aralarında şûrâ [görüşme, danışma] olan, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve kendilerine bağy ]bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ36-39)
Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile başbaşa konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer birşey bulamazsanız, artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin tevbenizi kabul etti. Artık salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınıza en çok haberi olandır. (Mücâdele/12-13)
Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler halinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)
De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salâtı ikâme ediniz ve O’na takvâlı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.” (En‘âm/71-72)
MÜŞRİK VE MÜNÂFIKLAR İÇİN SALÂT EDİLMEZ
Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine durma. Şüphesiz onlar, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık olarak ölmüşlerdir. (Tevbe/84)
Bu âyette, bugünkü cenaze namazı diye uygulanan ritüelin orijinalinden bahsedilmektedir. Peygamber ve mü’minler kesinlikle, kâfir olarak öldüğü bilinen biri için salât icra etmemelidir; destek vermemelidir, kabri başında durmamalıdır.
Klasik kaynaklarda, bu âyetin iniş nedeni olarak, Rasûlullah’ın, münâfık olduğunu bilmesine rağmen Abdullah b. Ubeyy b. Selül’ün cenaze namazını kıldırması gösterilir. Halbuki bu âyette zikri geçen de namaz değil salâttır.
Âyetlerden anlaşıldığına göre ölüm hâdiselerinde, ölenin kabrinde toplanılır, onun için salât edilirmiş; yani onun borcu-harcı, terekesi, mirası, vasiyeti, geriye bıraktığı ailesine yönelik gerekli yardımlar organize edilirmiş. Bu âyette Rabbimiz, müşrikler ve münâfıklar hakkında, salât icra edilmemesini emretmektedir.
Bu tip kimseler için istiğfar edilmesi [bağışlanma dilenmesi] de yasaklanmıştır: Tevbe/80, 113.
KÜFÜR VE NİFAKTAN DÖNENLERE SALÂT EDİLİR [HER TÜRLÜ DESTEK VERİLİR]
Ve çevrenizdeki bedevilerden/bilgiçlik taslayanlardan münâfıklar var, Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin, Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler. Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Ve sâlih bir amelle diğer kötüyü karıştırdılar. Allah onların tevbelerini mutlaka kabul eder. Şüphesiz Allah gafûrdur, rahîmdir. Onların mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Onlar, Allah’ın, kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah’ın, tevbeleri çok kabul edenin ve çok merhamet edenin ta kendisi olduğunu bilmediler mi? (Tevbe/101-104)
SALÂT, EN ZOR KOŞULLARDA BİLE İHMAL EDİLMEZ
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen zikredin . (Bakara/238-239)
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız, salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin [eğitim-öğretim verdiğin] zaman içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar], silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
MUSALLÂ
مصلّى [musallâ] sözcüğü, ص ل و [salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup “salât edilen yer, mekân” anlamındadır. Salât sözcüğü, “namaz” olarak algılanınca, bu sözcük de “namazgâh” [namaz kılınan yer] olarak kabul edilmiştir.
Oysa ki musallâ, “zihnî ve mâlî sosyal desteklerin, aktivitelerin yapılacağı yer”dir. Bu sözcük Bakara sûresi’nde yer alır:
Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm’in makamından kendinize bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için hem de rükû edenler, secde edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara/125)
Bu âyette İbrâhîm anlatılırken bir parantez cümle ile, Siz de İbrâhîm’in makamından kendinize bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin buyurulmuştur ki bununla, İbrâhîm’in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke’de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulması emredilmektedir. Şu âyetlerde de Musallânın önem ve işlevine işaret edilmiştir:
Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhidlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musıbeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah’ın şâhidliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz” diye Allah’a yemin ettirirsiniz. (Mâide/106)
Ve Biz, her ümmet için, Allah’ın kendilerine hayvanların behiminden rızık olarak verdikleri üzerine O’nun adını ansınlar diye bir mensek [ibadet yeri/ibadet biçimi] kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O’na teslim olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, Allah’a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-55)
Târihî belgelere bakıldığında Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde değişik yerlerin; evlerin, bahçelerin, ağılların musallâ, mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin buluşma ve toplantılarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülür. Medîne’de ise mescide yaklaşık 650 metre uzaklıkta, mescidin batısında, bugünkü مسجد الغمامة [Mescid-i Ğamâme/Bulut Mescidi] denilen câminin olduğu alan “musallâ” olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.
Bu konuya, dinin yozlaştırılmasına ve kavramların içinin boşaltılmasına kanıt olarak Buhârî’den şu bilgiyi naklediyoruz:
Ebû Sa‘îd Hudrî (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a) Ramazân bayramı günü ile Kurbân bayramı gününde musallâya çıkardı. İlk başladığı şey salât olurdu. Sonra salâttan döner, cemâat saflarında otururlarken ayağa kalkar, onlara yönelerek kendilerine va‘zeder, tavsiyelerde bulunur ve emirler verirdi. Hattâ o esnada bir askerî birlik göndermek isterse gönderir, yahud başka bir şeyin yapılmasını emredecek olursa emreder ve ondan sonra musallâdan Medîne’ye dönerdi.”
Ebû Sa‘îd şöyle dedi: “İnsanlar (sünnete uygun olarak) hep böyle yapıp dururlarken, nihayet ya bir Kurbân bayramında veya bir Ramazân bayramı gününde Mervân ibn Hakem ile birlikte musallâya çıktım. O zaman Mervân, Medîne Emîri idi. Musallâya geldiğimizde bir de baktım ki, orada Kesîr ibnu’s-Salt’ın yaptığı bir minber var. Bir de gördüm ki, Mervân salât etmeden evvel o minberin üzerine yükselmeye davranıyor! Ben hemen (engel olmak için) elbisesinden yakalayıp çektim. O da beni çekti. Nihâyet o minbere çıktı ve salâttan evvel hutbe îrâd etti. Ben ona dedim ki:
1. Vallahi siz (Rasûl’ün sünnetini) değiştirmiş oldunuz.
O da şöyle karşılık verdi:
— Yâ Ebâ Sa‘îd! Senin o bildiğin şey gitmiştir (yani, onun hükmü kalmamıştır).
Ben de dedim ki:
1. Benim bildiğim şey, (dediğine göre) bilmediğim şeyden vallâhi daha hayırlıdır.
Bunun üzerine Mervân şöyle dedi:
— Salâtttan sonra insanlar bizim için oturmayacakları için, ben onu [hutbeyi] salâttan önceye aldım.
SECDE
Secde sözcüğünün vaz’ı [ilk ortaya çıkışı], “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu eğmesi” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. Daha sonra sözcük, “kralların bastırdıkları para üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır.
Bu durumda سجدة [secde], “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’ân’da zikredilen, “meleklerin Âdem’e secde etmeleri” de bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], –kendilerinden daha güçlü olduğu için– Âdem’e [bilgili kimseye] boyun eğip teslim olmuşlardır.
Secde kelimesinde, “yere kapanmak” anlamı yoktur. Bu eylem, خرور [harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] şeklinde geçer ki bu, “secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar” demektir.
“Teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o’na teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)
İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhîm ve İsrâîl’in soyundan ve hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)
Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek yerlere kapanan ve Rabb’lerine hamd ile tesbîh edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar. (Secde/15)
De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)
Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde değildir:
Ne zaman ki Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o’na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere kapandı [yığıldı]. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)
Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise, geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulması, yere kapanmak sûretiyle olduğundan, onlar da, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek için Allah’a teslimiyetlerini bu şekilde göstermişlerdir.
Secde kelimesinin anlamı bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân’daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması da kolaylaşmaktadır.
Meselâ, şu âyetlerdeki secde sözcükleri, “bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak, boyun eğmek” demektir:
Hani bir zaman Yûsuf babasına, “Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay’ı gördüm; onları bana secde ederken [boyun eğerken] gördüm” demişti. (Yûsuf/4)
 
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o’na teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)
Kardeşlerinin ve ana-babasının Yûsuf’a secde etmeleri/teslim olmaları, “yaşam düzenlerini o’nun kontrolüne verip o’nun otoritesi dışına çıkmamaları” anlamına gelir.
Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla] deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti. (A‘râf/161)
Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, “o şehrin otoritesine teslim olmak”tır. Aynı husus, Bakara/58 ve Nisâ/154′de de konu edilmiştir.
Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân’da bir de teshirî [ister-istemez yapılan] secde vardır ki bu, “insanın dışındaki varlıkların yaratılışları, kaderleri gereği ister-istemez yaptıkları teslimiyet ve boyun eğme”dir:
Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister-istemez de sabah-akşam yalnızca Allah’a secde ederler. (Ra‘d/15)
Göklerde ve yerde olan dâbbehden/canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler [boyun eğerler, teslimiyet gösterirler] ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl/49)
Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlılar/hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini [boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini] görmüyor musun? (Hacc/18)
MESCİD
مسجد [mescid], سجد يسجد [secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.
Bu anlamı itibariyle mescid, “salâtın zihnî boyutlarının uygulandığı alanlar”dır. Musallâ ise, salâtın hem zihnî hem de sosyal desteğin mâlî yönlerinin geniş katılımla uygulandığı alan”dır. Rasûlullah, salâtı, dar çerçevede mescidde; geniş çerçevede [bayram, haftalık toplantı, cenaze, savaş hazırlığı gibi kalabalık katılımlarda] ise “musallâ”da icra etmiştir.
Öyleyse, ص ل و [salv] kökünden türeyen salât ve türevlerinin, malum “namaz”la hiçbir ilgisi yoktur. Evet, salât’tan başka birşey olmakla birlikte “namaz” da Kur’ân’da mevcuttur; o da Allah’ın emridir. Dolayısıyla, her mü’minin namaz görevini de yerine getirmesi gerekir.
RÜKÛ
Rükû denince, herkesin aklına “namazda ayaktayken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü kelime asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Klâsik eserlerde de âyette geçen rükû‘dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın cüzünün anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiştir. Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” diye anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara ‘namaz kılın’ denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” şekline gelmiştir.
Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kılın” denilmesinin de bir mantığı yoktur.
 
Âyetin doğru anlaşılabilmesi için önce sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânu’l-Arab‘a başvurulmuş ve aşağıdaki anlamlara ulaşılmıştır:
1) الرّكوع [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.
2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea’ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).
4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah’a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah’a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi.
Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin doğru anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Bu durumda âyetin şu şekillerde çevirilmesi mümkündür: “Onlara, ‘Hanifler olun’ [puta tapmayın, tek Allah'a tapın] denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara, ‘Hakka teslim olup itaat edin’ denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.”
Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denilerek yalanlayıcılara, onuncu ve sonuncu tehdit yapılmıştır. Buna göre onlara âdeta şunlar söylenmek istenmiştir: “Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz. Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, O’na boyun eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme ve bilmeden günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve mükâfât elde etme ümidiniz olurdu.
 
EZAN [DUYURU]
Salât ve salâtın ikâmesi izah edildikten sonra, bunlar için mü’minlerin ne zaman bir araya gelecekleri sorusu gündeme gelmektedir. Bugün bu çağrı/duyuru için mektup, telefon, telgraf, gazete, radyo ve televizyon, elektronik posta, sms vs. gibi birçok modern yollar vardır. Ama “ezan”ın yeri başkadır. Ezan, salt bir duyuru değil, aynı zamanda içeriği ile toplumlar için bir öğreti ve uyarı mesajıdır. Bazan, “Türkçe ezan olur mu olmaz mı?” yaygaraları yapıldığından, ezan da toplumdaki ruh ve işlevini yitirdiğinden biz de bu konuyu dile getirme gereği duyduk.
Dinî birçok umdenin yozlaştığı gibi ezan da yozlaştırılmış, aslından saptırılmış, özünü-ruhunu yitirmiştir. Bugün sadece kiliselerin çan sesleri veya sivil savunma sirenleri gibi yalnız bir şeyin vaktini; namaz vaktinin ilanını bildirme durumuna gelmiştir. Aktüel tartışmalarda da böyle olduğu kabulünden yola çıkılıp şu tarzda açıklamalar yapılmaktadır:
Ezan, İslâm’ın değişmez bir simgesidir. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Özgün dilinde okunması konusunda onbeş asırlık bir gelenek ve ittifak sözkonusudur. Ezanın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip salâta davet olduğundan, değişik dilleri konuşan müslümanların hepsine bu davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap etmekle olur ki, bunun yolu da bilinen aslî lafızlarıyla okunmasından geçer.
Durum bu olunca da, ezanı güzel sesli hafızların okuması, bilmem hangi vaktin ezanının hangi musiki makamında okunacağı, kargaşaya da merkezi sistemle son verilebileceği vs. tarzında tartışmalar gündemde yer almaktadır. Bu mantıkla hareket edince mübarek ezanın çandan-sirenden farkı kalmıyor.
Evet bugün ezan, sadece namaz vakitlerini bildiren birtakım kalıp sözcükler yığını olup musikî makamlarıyla icra edilen bir güftedir. Anlamı kaybolmuş, mesajı dikkate alınmaz olmuştur. Okuyan da dinleyen de anlamını bilmemekte, mesajını alamamaktadır
. Sadece namaz vakti bildirilmiş olmakta, duyanlar tarafından da namaz vaktinin geldiği anlaşılmaktadır. Gelelim sadede:
Lügatte ezan, “seslenme, duyurma, anons etme” demektir. Kavram olarak ezan, “salâtların ne zaman gerçekleşeceğini, yani Müslümanların bir araya gelmeleri gerektiğini duyurmak için okunan özel ifadeler”dir.
Ezan sözcüğü Kur’ân’da, lügat anlamıyla çeşitli kalıplar halinde yer alır. Kavram olarak ezan sözcüğü yerine nidâ sözcüğü kullanılır: Mâide/58, Cum‘a/9.
Ezan müslümanlara ait özel bir davet şeklidir. Sözleri Rasûlullah ve sahabe-i kiramın ortak kararlarıyla tesbit edilmiştir. Ezan Medîne döneminde uygulanmaya başlamıştır. Medîne’de müslümanlar salât vakitlerini evlerinde beklerler, ezanı duydukları vakit sokağa çıkarlar, “es-Salât, es-Salât!” diye çağrıda bulunurlardı. Müslümanlar çoğalıp etrafa yayılınca herkese duyurabilmek için bir çözüm yolu arandı, istişâreler yapıldı. Farklı teklifler ve görüşler incelendi. Sonunda bugünkü ezan uygulamaya konuldu.
Şiî kaynaklarda ezanın aslında, “hayye ale’l-hayri’l-amel” [haydi hayırlı işe] ibaresinin de bulunduğu, Hz. Ömer’in bunu kaldırdığı iddia edilir. Hz. Bilal, Neccaroğulları’ndan bir kadına ait yüksek bir evin damına çıkıp ilk olarak sabah ezanını okudu. Böylece ezan hicrî II. yılda uygulanmaya başladı. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı.
Müslümanların ezanı, Hırıstiyan ve Mecusilerinki gibi salt ilan ve duyurudan ibaret değildir. Derin bir anlamı, yüce bir mesajı bulunan, mü’minleri Allah’a itaate, bilinçlenmeye, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî şahlanışa davet eden ezan, aynı zamanda da bir özgürlük manifestosudur.
Ama bugün, okuyan ne dediğini bilmiyor, duyan da derin manasını ve yüce mesajını anlayamıyor. Sadece öğle, ikindi, akşam vaktinin girdiğini anlamış oluyor. Bu tip ezanın, İslâm’ın hedeflediği ezanla bir ilgisi yoktur. Ezan sadece namaz için toplanma çağrısı değildir. Esasen namaz için çağrıya gerek de yoktur. Aşağıda namaz bahsinde görüleceği üzere namaz, her an yapılabilen bir ibadettir. Dolayısıyla ezan, bir iman duyurusu, bir iman güçlendirme daveti, bir birlik ilanı olup müslümanları tek bir Allah’a, tek bir öndere çağırmak ve salâtı önplana çıkarmak sûretiyle onlara kurtuluşun yolunu göstermektedir. Ezan aynı zamanda bir tebliğdir; müslümanları Allah’a ibadete davet ederken, gayr-i müslimleri de Allah’a teslim olmaya çağırır. Salât, Allah’a kulluğun simgesi, dinin temel direklerindendir.
Unutmamak gerekir ki, ezan sadece dinlenmez, aynı zamanda müezzinle birlikte bilinçli olarak okunur.
Öyleyse ezan, hem salât vakitlerini bildirmeli, hem de kalpleri heyecanlandırıp imanı güçlendirerek kurtuluşa götürmelidir.
EZAN TÜRKÇE OLUR MU? (OKUNUR MU DEĞİL)
Ezanın birebir sözcüklerle tercümesi mümkün olmadığından, tercüme, orijinalindeki ahengi, etkiyi ve derin anlamı yansıtamaz. Ama lafızlar tercüme edilebilir, böylece meram anlatılabilir, mesaj iletilebilir.
Dinleyenler, dinledikleri sözcükleri bilmezler, anlamazlar ve anlayamazlar ise ezandan maksat hâsıl olmaz, kimse etkilenmez. Sadece salât (bugün için namaz) vaktinin girdiği bilinir. Eğer maksat bu olsaydı, bugün modern cihazlarla bu işi yapmak daha kolay ve pratik olurdu. Öyleyse ezanın, orijinalinin yanı sıra tercümesi de verilmelidir. Çağrı iki dilden birlikte yapılarak dinin mesajları kitlelere iletilmelidir.
Arapça’sı Türkçe’si birlikte ezan şöyle okunabilir:
Allahu ekber [Allah, …den daha büyüktür]
Eşhedü enlâ ilâhe illallah [Ben kesinlikle Allah'tan başka ilâh diye bir şey olmadığına şehadet ederim]
Eşhedü enne muhammeden rasûlullah [Ben, kesinlikle Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim]
Hayye ale’s-salât [Haydin salâta]
Hayye ale’l-felâh [Haydin kurtulmaya/başarıya/zafere]
Allahu ekber [Allah, …den daha büyüktür]
Lâ ilâhe illallah [Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur]
Bu önemli mesajlar, senfonik ve armonik özelliklere boğdurtulmadan, hitabet yeteneği olan kimseler; münâdiler, müezzinler tarafından kitlelere iletilmelidir.
Yıllar evvel uygulanmış Türkçe Ezan, dehşet verici hatalarla doluydu. Meselâ, “Tanrı uludur! Tanrı uludur” (bazıları, “ulutur” diye okurlardı).
Ulu olan hangi tanrıdır?
“Allah” özel adının karşılığı Türkçe’de verilemiyor, “tanrı”, ilâh kelimesinin karşılığıdır. O nedenle ezandaki “Allah” sözcüğü aynen korunmak zorundadır.
Ayrıca ekber kelimesi de, “ulu” olarak karşılanamaz.
Ya lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidinin anlamına ne demeli: “Tanrıdan başka yoktur tapacak.”
Allah lafzının karşılığının “tanrı” olamayacağını yukarıda söylemiştik.
“Tapacak” ifadesine ne demeli? Bari “Tapılacak” deseydiniz!
“Haydin kurtuluşa!” Ankaralılar, “Haydin Ulus’a, haydin Kızılay’a” (Kurtuluş da, Ulus ve Kızılay gibi Ankara’da birer semt adıdır) diyerek alay ediyorlar. İzmirliler de, “Haydin Basmane’ye, haydin Çankaya’ya!” diyor.
Târihte ezan ile ilgili bazı operasyonlar olmuştur. Ömer, ezandaki hayye ale’l-hayri’l-amel lafzını kaldırtmış, sabah ezanı için es-salâtu hayru’n-mine’n-nevm [Namaz uykudan hayırlıdır] eklemesini yapmıştır. Şiiler de ezan üzerinde farklılıklar oluşturmuşlardır. Onlar, hayye ale’l-hayri’l-amel ifadelerini korurlarken, eşhedü enne aliyyen veliyyullah, eşhedü enne aliyyen huccetullah eklemelerini yapmışlardır.
Ezanın lafızları, değişmez bir nass değildir. Salât için nida etmek, Allah tarafından da tasvip görmüştür: Mâide/58 ve Cum‘a/9. Esas olan, şeklen ve ruhen mesajın ulaştırılmasıdır.
CEMAAT ve SALÂTIN CEMAAT İLE İKÂMESİ
Cemaat kelimesinin aslı, “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’ sözcüğüdür. Cemaat, sözlükte, “insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu” demektir. Geniş anlamıyla cemaat, “bir fikir ve inanç etrafında toplanan insan topluluğu”dur.
Fıkıh terimi olarak cemaat, “salâtı bir önder ile birlikte ikâme eden mü’minler topluluğu”dur.
En geniş anlamıyla da, İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde “cemaat”tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı dine, aynı inanca sahip olmalarıdır. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin mensubudurlar.
Cemaat, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değildir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir, kuru kalabalık değildir. Kuru kalabalık, şartların bir araya getirdiği kitle olup yolu ve hedefi belli değildir. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü, akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.
Bir topluluğun cemaat olabilmesi için, belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe ulaşmak üzere bir araya gelmesi, muayyen ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş yetkin bir önderin bulunması gerekir.
CEMAAT OLMANIN ÖNEMİ
İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları bilinçli bir toplum olarak yetiştirmeyi ve yaşatmayı irade ediyor. Bu arada, yaşama bilincini, fedakârlığı, başkalarını önemsemeyi, hakk ve hukuka uymayı, yardımlaşmayı, acıları paylaşmayı, nimet ve külfetleri bölüşmeyi yerleştirip geliştiriyor. Dinimiz bu ideallerin en güzel şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibadet bilinciyle yapılmasını istiyor.
Bir cemaat dini olan İslâm’ın ilke ve prensipleri, en güzel ve mükemmel şekilde cemaat ile uygulanır. Dinimiz, müslümanların bilinçli bir cemaat olmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, bu örnek cemaati bizzat teşkil ederek göstermiştir. Cemaat, bireyler için koruyucu bir zırh ve sağlam bir kale mesabesindedir.
Cemaat olan kimseler birbirlerini daha iyi tanır, sever-sayar, birbirlerine destek ve yardımcı olurlar. Böylece birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar; tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısını paylaşırlar.
Rabbimiz bu hususta şöyle buyuruyor:
Kuşkusuz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf halinde savaşan kimseleri sever. (Saff/4)
Bakınız Rasûlullah Efendimiz nasıl açıklıyor:
Ebû Mûsâ el-Eş‘arî haber verdi: Rasûlullah bir hutbesinde, “Mü’minin mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir” buyurmuş, sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirmiştir. Peygamber mescidde otururdu, bu sırada kendisine bir kimse gelip birşey ister yahut bir hacet dileğinde bulunan olur ise yüzünü bizlerden yana döndürür ve şöyle derdi:
– Bana delâlet edin, size bunun ücreti/sevabı verilir. Bununla beraber Allah, Peygamberi’nin isteği üzerine dilediği şeyi muhakkak yerine getirir.
Müslümanlar, Kur’ân anlayışı üzerinde cemaatleşirler. Onların arasında kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur.
Kur’ân, Müslümanları, Kur’ân etrafında bir araya gelmeye davet ediyor.
Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın/tefrikaya düşmeyin. (Âl-i İmrân/103)
Allah’ın, Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın/tefrikaya düşmeyin sözüne ittibâen, “Cemaat rahmettir, tefrika azaptır” diyen Rasûlullah’a, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” rivâyetini isnad edip Müslümanlığı dejenere edenlere Allah müstehaklarını versin!
SALÂT’IN NAMAZLAŞMASI
Yukarıda, namazın [tazarrulu niyazın] da Allah’ın emri olduğunu ifade etmiştik. Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) âyetindeki ifadelerin çoğul olmasından, namazın; samimiyeti, heyecanı, galeyanı artırması açısından topluca uyum içerisinde icra edilmsi gerektiğini de anlıyoruz.
Bununla birlikte yukarıda salât konusunu işlerken, salâtın da huşû ile icra edilmesi gerektiğini, riya bulaşmış salâtın işe yaramayacağını detaylı olarak izah etmiştik. Anlaşılıyor ki Kur’ân’da huşû ile icra edilecek bir salât ile hudû ve tazarru ile icra edilecek bir niyaz vardır ki makul ve makbul olan, bu iki ödevi birlikte icra etmektir. Böylece salât, riyadan arındırılıp kişiye de yararlı hale gelecektir. Nitekim Rasûlullah da böyle yapmış ve yaptırmıştır. Eldeki nakillere göre Rasûlullah her toplantıda topluca “tazarrulu niyaz” icra etmiş [namaz kıldırmış], sonra da “salât”ı [zihnî ve mâlî destek programını] icra etmiştir.
Ne var ki yukarıda “Musalla” bölümünde açıkladığımız gibi Mervan ve benzerlerinin baskısı sayesinde Rasûlullah’ın uygulamaları değişmiş, “salât” kavramının içini boşamış, musallâ ve mescidlerde salât yok olmuş, sadece “namaz” icra edilmiştir. Böylece salât sözcüğü, literatüre “namaz” diye geçmiştir.
Bilindiği gibi musallâ ve mescidler, “beytullâh” [Allah'ın evi] kabul edilir. Yukarıda Cum‘a konusunda açıkladığımız gibi, beytullâh’da toplananlar, özgürce, kovuşturmaya maruz kalmadan orada İslâmî sınırlar dâhilinde her türlü siyâsî ve idarî eleştiri ve öneride bulunabilirler. İslâm’dan sapıp da eleştiriden rahatsız olan zorba iktidar sahipleri mescid ve musallâlarda salâtın icrasını yasakladılar, sadece tazarrulu namaza izin verdiler. Gündüz kılınan namazlarda kıraatin gizli okunması da, o baskı dönemlerinden intikal eden bir uygulamadır.
Sonraları “salât” denildiğinde sadece “namaz” [tazarrulu dua/niyaz] anlaşılır olmuştur. Saray beslemeleri de kitaplarına, “Salât, duadır, namazdır” diye yazmışlar, Râgıb gibi nisbeten dürüst olanlar ise, “Ehl-i lugat, ‘salât, duadır, tebriktir, temcidddir’ demiştir” diyerek vebali başkasına atmıştır.
Şurası hiç unutulmamalı ki, İslâmî kuralların yeryüzüne hâkim olmasıyla pek çok kesimin [Ümeyyeoğulları ve Hâşimoğulları'ndan bir çoğunun, inkârcıların, münâfıkların] menfaatleri baltalanmıştı. Bunlar, doğrudan İslâm’a karşı çıkmak yerine, İslâm’ı yozlaştırarak çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırma cihetine gittiler. Saray ulemasının marifeti [Din'in kaynağının çoğaltılması ve hadis uydurmacılığı] ile Din’in temel kavramları saptırıldı, “salât” örneğinde olduğu gibi kavramlara yeni anlamlar yüklendi, böylece İslâm dini tersyüz edildi. Kurdukları baskıcı yönetimlerle de, oluşturulan bu “sahte din” toplumlara dayatıldı. Daha sonra da Emevî anlayışını sürdüren yönetimler [Abbâsîler, Memlukîler ve Yavuz Selim'den sonra Osmanlılar] bu yanlış anlayış ve uygulamayı sürdürdüler. İslâm’a ve Kur’ân’a sarılmak isteyenlere (ki bir çoğu Rasûlullah’ın akrabası ve arkadaşlarıdır) her türlü zulmü reva gördüler. Öyle ki, Mekke’yi kuşatarak Ka‘be’yi yıkıp binlerce müslümanı katlettiler. Bu sebebledir ki, dönemin vâlileri târihe, “zalim” olarak geçtiler. Böylece, sahte din sistemleşti, bugün hâlâ çok geniş bir coğrafyada varlığını sürdürmektedir.
KIBLE
Salât konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be’ye çevrilmesi şartını getirdiği” yolunda iddialar ortaya atmış ve “salât” kavramı gibi “kıble” kavramının da içini boşaltarak asırlardır bu şekilde dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki tahlillerinde görüleceği gibi, zikredilen âyetlerde “namaz”, hatta “salât” diye bir sözcük bulunmadığı gibi, kıble konusunun da namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır.
القبلة [qıble] sözcüğünün aslı, ق ب ل [q-b-l] köküdür. Bu sözcüğün قَبل [qabl] kalıbı, “önce”; قُبل [qubl] kalıbı ise, “ön” anlamında olup دُبُر [dübür/arka] sözcüğünün karşıtıdır. Qıble sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde, جهة [cihet=yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir.
Qıble sözcüğün türevlerinden olan qabîle [sık yüz yüze gelen halk], muqâbil, muqâbele [karşılık, karşılık verme] gibi türevleri Arapça’daki anlamlarıyla Türkçe’ye de geçmiştir.
Kur’ân’da geçtiği âyetlere dikkat edildiğinde qıble sözcüğünün, fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil; “görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, bakılan ve gidilen yön”, yani “sosyal- siyasal hedef; strateji” anlamında kullanıldığı görülür. Öyleyse qıble sözcüğüne, kısaca, “hedef” veya “strateji” demek daha uygundur.
İnsanlardan sefihler [aklı ermeyenler]; “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah’ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.” (Bakara/142)
Bu âyette, aklı ermezlerin, mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri önceden açıklanmakta, dolayısıyla gaybdan haber verilmek sûretiyle bir mucize ortaya konulmaktadır. Diğer taraftan Rasûlullah ve mü’minler, yapılacak ithamları ve bunlara verilmesi gereken cevabı Allah’ın haber vermesi sayesinde, kendilerine yeni hedefler gösterileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara maruz kalacaklarını anlıyor ve bunlara karşı koymaya hazırlanıyorlar.
سفيه [sefîh] kelimesi, “aklı kıt ve hafif olan” demek olup, âyette süfehâ [sefihler/aklı ermezler] şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. Bilerek ya da bilmeyerek gerçek dışı konuşan, yalan söyleyip iftira atan bu “sefihler” ile kasdedilenler ise, Medîne’deki Yahudiler ve münâfıklardır:
Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. (Bakara/13)
Kıble konusu ile ilgili âyetlerin ilki olan Bakara/142′nin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakil ve görüşler yer almaktadır:
Hadis imamlarının rivâyet ettiklerine göre İbn Ömer –lafız Mâlik’e aittir– şöyle demiştir: Müslümanların Kuba’da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi:
– Bu gece Rasûlullah’a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be’ye yönelmesi emredildi.
Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be’ye doğru döndüler.
Buhârî’nin el-Bera’dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu’l Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh’a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh’a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, rükûda olan bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi:
–Allah adına şâhidlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldım.
Bunun üzerine onlar da oldukları gibi Beytullâh’a doğru yöneldiler. Kıble, Beytullâh’a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce Allah, Allah imanınızı zayi edecek değildir (Bakara/143) âyetini inzâl buyurdu.
Görüldüğü gibi bu rivâyette ikindi namazından, Mâlik’in rivâyetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber’e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekâtini kıldıktan sonra nâzil olmuş, o da namazda iken yüzünü Ka‘be’ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide, Mescidu’l-Kıbleteyn [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu’l-Ferec’in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyordu. Ebû Ömer, et-Temhîd adlı eserinde, Akabe beyatında bulunan kadınlardan birisi olan Eslem kızı Nuveyle’den şöyle dediğini zikretmektedir:
– Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu’l Harâm’a– doğru yöneldi. Bunun üzerine, erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.”
Bu âyet-i kerîmenin namaz kılınmadığı bir sırada nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be’ye doğru kılınan ilk namaz ise, ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Başkası ise şöyle demektedir: “Peygamber (s.a) Medîne’ye geldiğinde Yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha da teşvik etmesi için onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp da onlardan ümidini kesince Ka‘be’ye döndürülmeyi arzu ettiğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm’in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be’yi seviyordu.”
Bu açıklama da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.
Burada hemen belirtelim ki, Kur’ân’da konu edilen “kıble”nin, bu nakillerde yer alan “namazda yönelinen yön” ile; kıble değişikliğinin de, Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Harâm’a dönmekle hiçbir alakası yoktur. Bu anlayışlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiştir. Çünkü, kulluk için bir yön tayin etmeye kalkışmak, her şeyden önce Kur’ân’a aykırıdır:
Ve doğu, batı yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi’dir, O, en iyi bilendir. (Bakara/115)
“Tazarruan dua hâlindeki [namazdaki] yönelme”nin ise, yüzün fizikî olarak bir yöne çevrilmesi ile alâkası yoktur; bu, manevî bir yönelmedir ve böyle olduğu da aşağıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır:
Kalben O’na yönelenler olarak, O’na takvâlı davranın, salâtı ikâme edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
İbrâhîm’de ve o’nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm’in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm’in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)
Allah’a kulluk için mutlaka bir yön tayin etmeye kalkışmanın Kur’ân’a aykırı olduğu ortaya konulduktan sonra, Bakara/142′nin tahlili çerçevesinde yapılması gereken bir diğer iş de, bu âyette geçen Yahudi ve münâfıkların, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, sosyal-siyasal stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile kasdedilenin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] tesbit edilmesidir. Ancak bu tesbit yapılırken gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme” kavramı, kesinlikle eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten, yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!
İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]:
Kur’ân’a bakıldığında, ilk vahiyden bu âyetlerin indiği döneme kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabretme, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu görülür.
YENİ KIBLE:
Aşağıdaki âyetlerde açıkça görüleceği gibi, Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise, salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmet [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkeler] ile hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması… kısaca İbrâhîm’in Mescid-i Harâm’daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.
Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu [tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)
Bu âyette, kıble [hedef] büyütülmesi sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhid olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.
Gerçekten de, yeni hedefler arasında yer alan “salâtın ikâmesi”, huşûdan yoksun olanlara çok ağır gelmiş ve bu durum değişik âyetlerde net olarak ifade edilmiştir:
Bir de sabırla, salâtla [eğitime, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb’lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)
Ayrıca bu inançsız kimseler, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar, her vesileyle gerisin geri dönmüşlerdir:
Ve Muhammed, ancak bir elçi. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim de geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. (Âl-i İmrân/144)
Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. (Âl-i İmrân/149)
Yeni kıble sayesinde, bu kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olacağının açıklanması, bu ümmetin, kendilerine verilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere “emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” yapmaları ve i‘lâ-i kelimetullah için dışa açılmaları esasına dayanmaktadır.
Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)
VASAT ÜMMET
وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur; vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcüğün anlamı, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” demek olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”, “oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine yapacağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.
İşte bu nedenle وسط [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” sözüyle, “o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” sözüyle, “şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Dolayısıyla, bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.
BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞAHİTLİĞİ
Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi’nde de geçmektedir:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi’nin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Malum olduğu üzere İslâm’daki ilk strateji, önce yakınların, sonra Ümmü’l-Kurâ [Mekke] ve civarının uyarılması idi. Yeni kıblenin belirlenmesi [–tabiri caizse– hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi] sonucunda ise; yakınların ve Mekke halkının uyarılması yetmeyecek, uzak diyardaki halkların da İslâm’a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy onlara da ulaştırılacak, emir ve nehyler bildirilecek, onlar da ikna edilmeye uğraşılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek, böylece bu ümmet, diğer ümmetlerin hakka uyup uymadığının tanığı olacaktır.
Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)
Uyarılmadan ceza verilmeyeceği sebebiyle, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaştırılıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.
İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] belirlenmesi nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehylere başlamış, çevredeki toplumların üst düzey yöneticilerine mektuplar yazmış ve bunlar, Habeşistan Necaşisi‘ne, Mısır’da Mukavkıs’a, Bizans İmparatoru Heraklius’a, İran İmparatoru Kisra’ya, Uman Melikleri Ceyfer ve Abd’e ve el-Ahsa vâlisi el-Münzir’e gönderilmiştir. Bunlardan dönemin Mısır hükümdarı Mukavkıs’a gönderilen mektubu örnek olarak sunuyoruz:
MISIR’DA MUKAVKIS’A GÖNDERİLEN MEKTUP
Rahmân, rahîm Allah adına. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Selâm, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.
Buna göre ben seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslümanlar olduğumuza şâhid olun” deyin. (Âl-i İmrân/64)
Allah’ın elçisi Muhammed.
Netice olarak bu ümmet, Allah’ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek ve Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir.
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybları en iyi bilensin. (Mâide/117)
Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar [onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)
Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhidler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. (Nûr/13)
Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir (Bakara/143) ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.
Bunun üzerine Rabb’leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binaenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/195)
Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)
Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye [hedefe, stratejiye] çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir. (Bakara/144)
Bu âyette, Rasûlullah’ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o’nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize, sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emri verilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır ki o da, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.
Âyetteki vech lafzı, sadece “yüz” demek değil, “tüm benlik ve varlık” demektir. Çünkü vech [yüz], Arapça’da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi, canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya çevrilmesi ise; “duada bulunmak, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki sema ile evrenin/yaratıkların ötesi [en üst nokta] kasdedilmiştir.Zira insan, fıtraten, Allah’ı düşünürken yere değil, göğe bakar. Nitekim dua ederken ellerini semaya doğru kaldıran kişi, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirerek Allah’a yalvarır. Örfte de, olağan dışı olaylarda, “gökten düştü” tabiri kullanılır, hatta Allah’tan gelen dinlere ve kitaplara, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah’a yönelerek dua etmesini ifade eder.
Konumuz olan âyetle ilgili klasik anlayışlardan birkaç örnek şöyledir:
Hoşnud olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz. Peygamber Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be’ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.” Ebû îshak da el-Bera’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be’ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”
Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis’e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be’ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs’dan Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
– Ey Cebrâîl! Allah’ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.
Bunun üzerine Cebrâîl o’na şöyle dedi:
– Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!
Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl’in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.
İbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî’nin İbn Abbâs’tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs’e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ’nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o’na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be’nin oluk tarafına döndürdü. Hâkim, Müstedrek‘inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be’nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr’ı Mescid-i Harâm’da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be’nin oluğu olduğunu söyledi.” Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ’dan nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden biri böyledir. Buna göre maksad, Kıble’nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî’nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattadır– maksad “yönelme”dir. Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali’den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda, “o yöne” demiştir. Ve ardından da, “Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu’l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre, kıble, doğu ile batı arasıdır. Ebû Nu‘aym der ki: “Bize Züheyr, Berrâ’dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be’nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir topluluk da vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı ve rükû’da olan bir mescid halkına rastladı. Adam, “Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım” dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler. Abdurezzâk der ki: “Bize İsrâîl Berrâ’dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) Medîne’ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be’ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihayet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be’ye döndürüldü. Neseî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ’nın şöyle dediğini nakleder: “Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni birşey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekât namaz kılalım ve ilk namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekât namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer’den nakleder ki: Rasûlullah’ın (s.a) Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah’ın Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır.
Hâlbuki konumuz olan âyette de bu pasajda yer alan diğer âyetlerde de, salât veya namaz [tazarrulu dua] kelimesinin olmadığı görülmektedir. Ama ne yazık ki birileri, “yüzün Mescid-i Harâm yönüne, hoşnut olunacak kıbleye çevrilmesi”ni, “müslümanların, namaz kılarken Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak zihinlere yerleştirmişlerdir. Bize göre bu davranış, gafletin de ötesinde bir ihanet olup dini saptırma, bozma girişimidir.
Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun. (Bakara/145)
Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Rasûlullah’ın muhatap aldığı-alacağı Yahudiler ile ilgili bilgiler verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah’ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmakta ve bu stratejiden taviz vermemesi sert bir şekilde ihtar edilmektedir.
Görüldüğü gibi âyette, onların kendilerine göre birer kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] bulunduğu, birçok kanıt gösterse de onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah’ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.
Malum olduğu veçhile Yahudilerin kıblesi, “sarı sığır-buzağı, yani altın’dır. Mü’minlerin kıblesi de, tevhid ve adalettir. Bunu gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekâtı vermek, emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumunda da savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, ne kıblesi “altın” olan Yahudilerin ne de inanmayanların mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri mümkün değildir.
Burada “sen” ifadesiyle Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.
Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz? (Câsiye/23)
Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5)
Klasik kaynaklar bu âyetle ilgili olarak şunu nakletmişlerdir:
Rivâyet edildiğine göre Medîne yahudileri ile Necrân hristiyanları Hz. Peygamber’e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur.
Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o’nu [Peygamberi] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar. Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın! (Bakara/146-147)
Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah’tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk’tan, ancak hakk [gerçek] sâdır olur.
Ayrıca bu âyetlerde, Yahudilerin kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat çekilmekte; onların, Rasûlullah’ın gerçek peygamber, yaptıklarının da hakk olduğunu, tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi ise başka sûrelerde verilmektedir:
 
Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/14)
Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)
Klasik kaynaklar bu âyet ile ilgili de şu olayları nakletmişlerdir:
Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm’a şöyle demiş: “Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed’i (s.a) tanıyor musun? O da şu cevabı vermiş: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki emînini yeryüzündeki emînine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince, annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”
Hz. Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm’dan (r.a) Hz. Peygamber’i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o’nu, oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, O, “Çünkü ben Hz. Muhammed’in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.
Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gâfil de değildir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/148-151)
Bu âyet grubunda, her halkın benimsediği bir ideal hedef, sosyal ve siyasal strateji olduğu ve herkesin de kendi hedefine yöneldiği açıklandıktan sonra mü’minlere; hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrarlanarak “Mescid-i Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.
Âyetin orijinalindeki viche sözcüğü, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup “kıble” sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de sosyolojik-siyasal yöndür; yani hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir.
Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, “Mescid-i Harâm tarafı”nın “kıble” [hedef, sosyal siyasal strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:
1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.
2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani; Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.
3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.
İşte Allah, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bu hususları gerekçe olarak göstermektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk ettirilemeyeceği, yani öyle yapmakla Allah’ın bizler için istediklerinin sağlanamayacağı, her dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir.
O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerekmektedir? Bu sorunun cevabı Kur’ân’da şöyle verilmektedir:
Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. (Bakara/125)
Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke’dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)
Allah, Ka‘be’yi; o Beyt-i Harâm’ı, haram ayı, hedyi [hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı] ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. (Mâide/97)
Yukarıdaki âyetlerde yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilmektedir:
• Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].
• Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.
• Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.
• Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.
• Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.
• Müslümanlar, İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.
• Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir.
“Mescid-i Harâm”ın Kur’ân’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edilince görülmektedir ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be’nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:
• Özerk ilâhiyat okulları [“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyât okuludur] açılmalı ve bu okullardaki ilâhiyâtı, tevhidi öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.
• Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.
• Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.
İşte Kur’ân’da yer alan, Allah’ın emrettiği kıble/strateji budur. Yoksa, namaz kılarken insanların yönlerini fizikî olarak Mekke’ye çevirmesi değildir.
Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah’ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Zaten bu âyetlerden sonra, yani Medîne döneminde Peygamberimiz fiilen “Melik Elçi” olmuştur [hem elçilik, hem de komutanlık dâhil yöneticilik görevlerini yürütmüştür].
Şu âyetler onun bu görevlerine yöneliktir:
De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah gafûrdur, rahîm’dir. (Âl-i İmrân/31)
Kim Elçi’ye itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)
Allah’ın, o kent halkından, Rasûlü’ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)
Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havâle edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir. (Nisâ/59)
Netice olarak diyoruz ki: Kıble, uygulandığı gibi namazın rüknü değil, müslümanın hayattaki sosyal ve siyasal hedefidir.
 
NAMAZ
“Namaz” sözcüğü Hindçe’den Farsça’ya, Farsça’dan da Selçuklular döneminde Türkçe’ye geçmiştir. Farsça’daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsça’ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsça’daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Bunu da Rabbimiz şu âyetiyle emretmiştir.
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. (A‘râf/55)
Âyetin orjinalindeki تضرّعاً [tezarru‘an] ifadesi, ض ر ع [d-r-a] kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermek”tir.Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orjinalinde yine و [vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd’dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir.
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır. Biz de önce dua hakkında bilgi verdikten sonra tazarru ile yapılan duaya [namaza] geçeceğiz.
DUA:
 
İnsan kişiliğindeki zaafların yol açabileceği kaymaları önlemek için olsa gerektir ki, ilâhî dinlerde, insanda yaratılıştan var olan dinî yöneliş duygusunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir hâlde bulunmasını sağlayacak bazı davranışlar görev hâline getirilmiştir. Bu davranışlar, yapılması zorunlu kılınan ibadetlerdir ve özellikle de ibadetlerin özü olan duadır. Dua ile insanın bilhassa refahta ve rahat ortamda iken Allah’ı hatırlaması öngörülmüş, böylece bencil isteklerine kapılmasının engellenmesi hedeflenmiştir.
İbadet ve dua sayesinde Allah’a yönelme güdüsünü canlı tutan insan, Allah’a boyun eğmekten [kulluktan] hiç çıkmayacağı gibi, bu şekilde gösterdiği küçülme ve saygı da Allah’ın rahmet ve bereketinin hep onun üzerinde kalmasını sağlayacaktır. Böylece ilk bakışta insanın Allah’a doğru bir yönelişi olarak görünen dua, Allah’ın rahmet ve şefkatini celbetmek sûretiyle Allah ile kul arasında karşılıklı bir ilişkinin başlangıcı hâline dönüşecek, bir başka boyut kazanacaktır.
Bu sebeple dua, kulluğun en ileri mertebesi ve ibadetlerin özü ve en önemlisidir. Rabbimiz kulun ancak duası ile değer kazanacağını bildirerek duanın önemini şöyle vurgulamıştır:
De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkân/77)
Allah ile kul arasındaki böyle bir ilişkide bir vasıtanın olamayacağı ortadayken, aracısız yapılacak duaların Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceği hakkında Peygamberimize soru sorulmuş olmalı ki, Rabbimiz bu sorulara, dua edenlere çok yakın olduğunu ve onların dualarına karşılık vereceğini bildiren âyetlerle cevap vermiştir:
Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60)
Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O hâlde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana inansınlar. (Bakara/186)
Yüce Allah, kuluna cevap vermek için ondan sadece Kendisine başvurmasını istemektedir. İnsanın Allah’a başvurması için pek çok sebebi olabilir. Bu sebepler hayranlık, hamd, şükür olabileceği gibi, herhangi bir şeye ihtiyaç, korkulandan kurtulma ve yapılan hataların bağışlanması isteği de olabilir.
SÖZCÜK ANLAMI:
 
Dua, “da’vet” ve “da’va” sözcükleri gibi mastar olup “çağırmak, seslenmek” demektir.
İslâmî terim olarak “dua” ise, “yaratıklardan alâkayı keserek Allah’a yönelip O’ndan hayır istemek [hayır istemek için O'na yakarmak]” demektir.
Dinlerdeki duaların; içerik ve biçimleri değişik olsa da, asıl olan dua yalvarıp yakarmaktır. Çünkü insan, kendisinden daha üstün olan bir varlıkla irtibat kurma ihtiyacı duyar. Bu sebeple, dua ederek varlığını kabul ettiği o Yüce Güç karşısında duyduğu saygı ve ümit hislerini açıklar, böylece bu ihtiyacını en üst seviyede karşılayarak gönlü huzura kavuşur. Dolayısıyla dua, Allah ile O’na inanan ve hâlini arz edip O’ndan niyazda bulunan kul arasındaki yakın ilişkinin nişanesi olan bir konuşmadır. Zaten bu sebeple duaya “münâcât” [Allah ile gizliden ve ruhsal konuşma] adı da verilmiştir.
İSLÂM’DAN ÖNCE DUA:
İlkel topluluklardaki dua; aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına cemaatin “âmin” diyerek katılması şeklindedir. Bu en iptidai şeklinde bile “kötülüklerden korunma” veya “dünya nimetlerinden faydalanma isteği”, duanın en belirleyici özelliğidir. Hind mistisizminde Upanişad‘lardan kaynaklanan ve yoganın psiko-tekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm’de dua inandırıcı sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm’de yüce varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda’ya dua etmek ve ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm’de dua, mabette veya evde tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir.
Eski Meksika, Sümer, Bâbil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardı. Maniheizm’deki duada ruhu etkileyen düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mabedinde yapmışlardır. Germen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan dininde dua, geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi. Sümerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya’da özellikle Hind yogasında da görülmektedir.
Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında dönülmesi gibi hususlar ilkel kabile dinlerinin özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara bağlı olarak dua edilmiştir.
YAHUDİLİKTE DUA
Yahudilikte dua, Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbranice tephillah, “dua” anlamına gelir. Tevrat’ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra olmamakla birlikte, 66 cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs’e yönelmek sûretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak’ın yıkılışından sonra Yahudilerde toplu dua da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Yahudiler günde 3 defa [sabah, öğle ve akşam] dua ederler. Ayrıca sinagogda Cum‘artesi [sabbat] ve bayram günlerinde bunlara ek olarak dualar yapılır. Sabah duasında dua atkısı talet [tallit] kullanılır, dua kayışı da sol pazuya ve alına takılır. Dua dili İbranice olmakla birlikte bazı eski Aramice dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel ayin elbisesi giymek gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmurlar hem Yahudi hem de Hristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır.
HRİSTİYANLIKTA DUA
Hristiyanlıkta dua, dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua, Tanrı’ya ulaşma, O’nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah’a güven ve yüce bir inanış vardır. Luther’e göre dua inancın eseri, Calvin’e göre Allah’ı kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İncillerde tavsiye edilen belli bir dua şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, Vl/7). İncillerin tamamında duayı ilgilendiren 75 kadar cümle tesbit edilebilmektedir. Hristiyanlıkta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsili’nde (M. 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Hristiyan dualarında temel unsuru Îsâ peygamber teşkil etmekle beraber Allah ve Ruhu’l-Kudüs de duanın önemli rükünlerindendir.
Günümüzde Hristiyanların günlük [sabah, öğle ve akşam], haftalık [pazar], ve yıllık [paskalya] olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (M.S. 150). “Rabbin duası”, Hristiyanlık için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik Kilisesi’nde günde 7 ayrı dua saati bulunmaktadır. Ortodoks Kilisesi’nin geleneğinde gün batarken okunan “Vesperum”, günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri pek fazla değişiklik göstermez.
İSLÂM’DA DUA
Kur’ân’da dua ile ilgili âyetler oldukça geniş yer tutmaktadır. Doğrudan dua ile ilgili olan 200 kadar âyetten başka Kur’ân’da ayrıca tevbe, istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok sayıda âyet vardır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, bir kısmında ise duanın usûl, adap ve tesirleri üzerinde durulmuştur.
DUANIN GEREĞİ:
 
İnsan davranışlarına bakıldığında, ateist ve din karşıtı olanların bile dara düştükleri zaman gayr-i ihtiyarî Allah’a sığındıkları görülür. Bu davranış, insanlardaki dinî eğilimin, kulluğun, Allah’a sığınıp yalvarmanın fıtrî [yaratılıştan gelen] bir özellik olduğunu gösterir. Zaten Rabbimiz de insana hem fücur hem takvâ ilham ettiğini bildirmiştir:
Nefse ve onu düzenleyene; –ki O, ona fücurunu ve takvâsını ilham etti– (andolsun ki,) (Şems/7-8)
İşte bu ilham gerekçesiyledir ki, insan, inkârcı olduğunu söylese bile sıkıntı anlarında Allah’a yönelir. Çünkü evrendeki canlı-cansız her şey Allah ile fıtrî bir ilişki içindedir:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbîh ederler. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir çok bağışlayandır. (İsrâ/44)
İnsanın zor şartlarda ve çaresizlik içindeyken Allah’a yönelip duaya başvurması şeklinde ortaya çıkan genel psikolojik mekânizma, Kur’ân’ın ısrarla üzerinde durduğu bir konudur. İnsan tabiatında fıtrî ve küllî bir motif olarak bulunan bu yönelişin [dua etme ihtiyacının] hangi durumlarda belirginleşip zayıfladığı Kur’ân’da örneklerle açıklanmıştır. Bu açıklamalardan bir genelleme yapmak gerekirse; insan, bir tehlike karşısında iken veya sıkıntıya düştüğünde bütün samimiyetiyle Allah’a yönelip, yatarken, otururken, ayakta dururken, bıkıp usanmadan iyilik ve başarı dileyerek dua etmekte, tehlike geçtikten veya sıkıntısı giderildikten sonra kendisini emniyette gördüğü veya sıkıntının üstesinden gelmeyi kendisinin başardığına inandığında ise Allah’tan yüz çevirerek duadan uzaklaşmaktadır. Bu ikinci durumda kendi güç ve yeterliliğini gözünde büyütüp bencilleşerek nankör ve zâlim bir tavır sergilemektedir:
Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara, yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yûnus/12)
Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman-küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokmân/32)
İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen, karamsardır, ümitsizdir. (Fussilet/49)
İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hâli unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.” (Zümer/8)
Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussilet/51)
O, sizi bir candan yaratan, ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabb’lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir çocuk] verirsen, andolsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.” Ne zaman ki onlara [o ikisine] sâlih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A‘râf/189-190)
Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tevbe/75-76)
O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.” Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.– (Yunus/22-23)
Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız. Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabb’lerine şirk koşarlar. (Nahl/53-54)
Âyetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için âyetler vardır. Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman-küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokmân/31-32)
İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da, “O, bana bir bilgi üzerine verildi” der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velakin onların çoğu bilmezler. (Zümer/49)
Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabb’lerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara Kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabb’lerine şirk koşarlar. (Rûm/33)
İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)
Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsrâ/67)
DUA YALNIZCA ALLAH’A YAPILIR:
 
Kur’ân’da duanın sadece Allah’a yapılması gerektiği açıkça vurgulanmış ve Allah’tan başkalarına [putlara veya kendilerine kutsallık izafe edilmiş kişi ve meleklere] dua edilmesi yasaklanmıştır:
O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun. (Şu‘arâ/213)
Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz. (Kasas/88)
Ayrıca, Allah’tan başkasına dua edenler kınanmış ve uyarılmışlardır:
Allah’ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana mühlet vermeyin.” (A‘râf/194-195)
Gerçeğin daveti yalnızca O’nadır. Onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar, ancak ağzına gelmemesine rağmen ağzına su gelsin diye iki avucunu açan gibidir. Ve kâfirlerin duası sadece bir sapıklık içindedir. (Ra‘d/14)
Onların, Allah’ın astlarından yalvardıkları kimseler de herhangi bir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır. (Nahl/20)
Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisâ/117)
Allah’ın astlarından da kendine zarar ve menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte bu, çok uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü mevla [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır. (Hacc/12-13)
DUANIN ADABI:
Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah’ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:
 
Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nisâ/32)
Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir. (Nisâ/134)
De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her mescidde yüzünüzü O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.” (A‘râf/29)
Rabbinize yalvara-yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok yakındır. (A‘râf/55-56)
Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler. (A‘râf/180)
Ve sabah-akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! (A‘râf/205)
Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O halde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. (Bakara/186)
O [Ya‘kûb] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle kâfirler kavminden başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez. (Yûsuf/86-87)
Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60)
Biz de o’nun için icabet ettik de kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiyâ/90)
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. (Meryem/3)
İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah’a dua ediyorsunuz!” demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.
Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken adab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:
• Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O’na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.
• Dua, Allah’ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82′ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah’a Esma-i Hüsna’sı ile hitap ederek yakardığı görülür:
Ancak âlemlerin Rabbi ayrı… O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. (Şu‘arâ/77-82)
• Dua, hudû ve huşû içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de hudû ve huşû duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.
• Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah’ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
• Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.
• Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.
• Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân’da yer almış, Allah’ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvay olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.
Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah’a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez (A‘râf/55) emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân’daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur.
Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsça’daki “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı Arapça’da ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah’tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.
Şöyle ki:
Kul;
• Saygılı bir şekilde durarak,
• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce olduğunu ifade ederek],
• Bel bükerek,
• Yere kapanarak,
• Oturup boyun bükerek Allah’a yakaracaktır.
Bu sürekli alçalış şekli, bizzat Rasûlullah’tan bize intikal etmiş bulunmaktadır. Nitekim günümüzde kılınan namazın şekli böyledir.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürmüşler ve, “Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terkederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir. Önce bu şartları maddeler halinde sunup sonra da tahlillerini yapacağız:
NAMAZIN ŞARTLARI [BAŞLAMADAN ÖNCEKİ ŞARTLAR]:
l) Hadesten [hükmî pislikten] taharet/temizlik.
2) Necasetten [hakiki pislikten] taharet.
3) Avret sayılan bölgeleri örtmek.
4) Namazı kıbleye dönerek kılmak.
5) Her namazı kendi vaktinde kılmak.
NAMAZIN RÜKÜNLERİ [BAŞLADIKTAN SONRAKİ ŞARTLAR]:
1) Niyet [kılınan namazın hangi namaz olduğunu bilmek].
2) Başlangıç tekbiri.
3) Farz namazları ayakta kılmak.
4) Namazda Kur’ân’dan mutlaka bir parça okumak.
5) Rükû [ayakta iken belden eğilmek].
6) Secde [alnını yere koymak].
7) Son oturuşta “tahiyyât” okuyacak kadar durmak.
Evet, birileri tarafından bunlar şart koşulmuş; “bunların tümü farz olduğu için, bunlarsız farz namaz düşünülemez. Biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur” anlayışı hâkim kılınmıştır.
BU KOŞULLARIN TAHLİLİ

HÜKMÎ PİSLİKTEN [HADESTEN] TAHARET/TEMİZLİK
Bu madde, “hükmî [varsayılan ya da manevî] pislik” olarak açıklanmış ve cünüblük ve abdestsizlik, hayız ve nifas [lohusalık] bu kapsamda sayılmıştır. Birileri tarafından bu durumlarda namaz kılınamayacağı, kılınırsa kabul edilmeyeceği kuralı konulmuştur.
GERÇEK PİSLİKTEN [NECASETTEN] TAHARET/TEMİZLİK
Bu şart ile de, “namaz kılanın hem vücudu ve elbisesinin, hem de namaz kılacağı yerin temiz olması” kuralı konulmuştur.
Halbuki namaz görevini bize yükleyen Allah, Kendisine yakarmak için böyle şartlar koşmamıştır. O, her halukârda bizden Kendisine yakarmamızı istemiştir. Yukarıda da naklettiğimiz gibi, görünürdeki temizlik ve ziynet, salât için emredilmiştir. Yani, toplum içine çıkıldığı zaman temiz olunması ve süslenilmesi istenmiştir. Bireysel olarak kılınan namaz için herhangi bir şart yoktur; insan her durum ve şertte namazını icra edebilir.

AVRET OLAN YERLERİNİ ÖRTMEK
Bu şart ile de, “namazda kadının yüz, el ve ayakları dışındaki yerlerinden, erkeğin ise göbekle diz kapağı arasındaki bir yerinden, bir organın dörtte-biri kadar açık olması namaza engeldir. Tenin rengini gösteren elbise, hiç giyilmemiş gibidir” kuralı oluşturulmuştur.
Allah, namaz için böyle bir şart da koymamıştır. Rabbimiz insanların toplum içine çıkacakları zaman, avretlerini örtmelerini, ziynetlerini dışa vurmamalarını emretmiştir:
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Ziynetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah’a tevbe edin! (Nûr/30-31)
O halde, evinde münferit niyazda bulunan kimse için böyle bir şart söz konusu değildir. Bu, yukarıda da değindiğimiz gibi salâtın şartlarındandır. Salât ikâme edilirken, salâtın ikâme edileceği yerlere [musallâ ve mescidlere] çıkılırken mutlaka temiz olunmalı ve ziynet takılmalıdır. Bu hususlar yukarıda salât konusu çerçevesinde açıklanmıştır. Hatta bireysel tazarrulu niyazda bulunurken, basit-sade bir giyim tercih edilmelidir. Zira gösterişli ve değerli elbiseler, kibre sebebiyet verebilir.
KIBLEYE DÖNMEK
Bu şart ile, namaz kılarken Ka‘be’ye dönmek zorunlu kılınmış ve Ka‘be’nin etrafında bulunanların kıblesi ise, bizzat Ka‘be’nin kendisi sayılmıştır. Ka‘be’den uzaklarda olup onu göremeyecek olanların kıblesi ise Ka‘be’nin bulunduğu yön kabul edilmiş; ancak Ka‘be’ye tam olarak isabet edememenin bir zarar vermeyeceği söylenmiştir.
Bu şart da, İslâm’ı yozlaştırma çabasının bir ürünüdür. Yukarıda detaylıca açıkladığımız gibi, kıbleye yönelme, namazda Ka‘be’ye dönmek değildir. Müslümanların siyâsî, iktisadî ve askerî stratejileridir. Bu konu yukarıda “Salât” bölümünde genişçe açıklanmıştı.
Allah her yönde bizimledir. Allah’a niyazı, belirli bir yöne bağlamak, Kur’ân ile çelişen bir düşünce olup İslâm’a da ihanettir. Kul hangi hal üzerinde ve hangi yön üzerinde ise Rabbine niyazda bulunur, belirli bir yön aramaz.
VAKİT
Bu şartla da namaz, birileri tarafından vakitlere bağlanmış, farz ve nafile diye kısımlara ayrılmış ve vaktinde kılınmayan namazın başka zaman kaza edileceği kuralı getirilmiştir. Klasik görüşe göre namaz vakitleri şöyledir:
Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan süredir. Öğlenin vakti; zevâlden, yani gölgenin en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. İmam A‘zam dışındaki imamlara göre ise, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. İkindinin vakti; öğle vaktinin bitiminden güneşin batışına kadarki süredir. Akşamın vakti; güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süredir. Yatsının ve vitrin vakti; akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna kadarki süredir.
Vakitler hakkındaki diğer görüşler:
A) MÜSTEHAB VAKİTLER:
Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehabtır: Meselâ;
1. Sabah namazını, selâmdan sonra abdest alıp Fâtiha dışında 40 âyet okunacak kadar bir zaman kalacak şekilde geciktirmek.
2. Öğleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar ertelemek.
3. İkindiyi, güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.
4. Yatsıyı, gecenin son üçte-birine kadar geciktirmek.
5. Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar geciktirmek.
6. Kışın, öğleyi acele kılmak.
7. Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.
8. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.
9. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsının dışındaki namazları geciktirmek müstehabdır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz hesaplanmasına göredir.)
B) MEKRUH YA DA HARAM VAKİTLER:
Namazın kılınmayacağı vakitler:
1. Güneşin doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika.)
2. Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (ögleden yaklaşık 15 dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)
3. Güneş, sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık 45 dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.
4. Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır.)
5. İkinci fecrin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın sünnetinden başka nafile namaz kılmak.
6. Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.
7. Hutbe okunurken nafile kılmak.
8. Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.
9. Arefe ve Müzdelife’den başka bir yerde, bir özürle de olsa iki vakti birleştirerek kılmak.
Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur.
Doğrusu, Allah namazı bir vakte bağlamamıştır. Kul, dilediği anda ve dilediği sürece tazarrulu duada bulunabilir, yani namaz kılabilir. Namazların vakte bağlanması, salât ile namazın karıştırılması sebebiyledir. Kur’ân’a göre salâtın vakitleri vardır, namazın vakti yoktur. Rasûlullah, genellikle salâtı ve namazı mescid veya musallâda birlikte icra ediyordu. Sonradan salât ortadan kaldırılınca, salât vakitleri, namaz vakitleri olarak kabul ettirildi. Netice olarak namazın vakti olmayınca, doğal olarak kazası da söz konusu değildir.
Namaza engel olan tek şey, bilinçsizliktir. Rabbimiz, bilinçsiz [sarhoş ve cünüb] iken salâta yaklaşmayı yasaklamıştır. Çünkü bilinçsiz bir kimsenin salâta katılmasının bir anlamı yoktur; zira topluma maddî ve manevî bir katkısı olamaz.
Bilinçsiz insanın da tazarrulu bir niyazda bulunması mümkün değildir. Burada konu ettiğimiz bilinçsizlik, “uyku, unutmak, sarhoşluk, baygınlık, bunaklık ve deliliktir.”
NOT: Tebyîn çalışmamızda, İsrâ/78-79 ve Hûd/114. âyetlerin tahlilinde “Namaz vakitleri” hakkındaki açıklamamız, Rasûlullah’ın “Salât” ile “Namaz”ı birlikte icra etmesine yönelik olup –yukarıda da açıkladığımız gibi– salat “namaz vakti” demek değildir. Âyetlerdeki açık ifade, “salât vakitleri”dir”. Bunun ne ve nasıl olduğu yukarıda detaylıca açıklanmıştır.
 
KAZA NAMAZI

KAZANIN TARİFİ
 
Kaza, “herhangi bir mazeret dolayısıyla vaktinde yapılamayan ibadetin, vakti çıktıktan sonra başka bir vakitte yapılması”dır.
Peki, vaktinde kılınmayan namazın kazası olur mu? Diğer bir ifadeyle; geçmiş namazlar kaza edilir mi? İşte bu konuda Müslümanlar, İslâm’ın tasvip etmediği yanlış inanç ve uygulamalar içindedirler. Toplumdaki bu yanlışın dinimizdeki doğru şeklini, ana kaynağığımız Kur’ân ve onu en iyi anlayıp uygulayan Rasûlullah’ı dikkate alarak açıklayacağız.
Vaktinde kılınmamış namazların kazasına dair Kur’ân’da bir âyet olmadığı gibi, buna bir işaret de sözkonusu değildir.
Kanaatimiz odur ki, bizim bu konuda sunacağımız görüş, hem din bilginlerince ortaya konulmuş görüşlerin bir hâsılası, hem de en doğrusudur.
Konuyla ilgili teknik açıklamalara geçmeden önce, kaza namazı kılacak bir müslüman portresi çizmekte fayda vardır: Anadan doğma müslüman, ekserisi hacı-hoca çocuğu, sağlıklı, genç, dinamik, aklı başında, vakti bol, ama kırkına kadar namaz kılmamış, belki bayramdan bayrama veya Cum‘adan Cum‘aya kılmış. Şimdi geçmişte kılmadıklarını kılıyor.
Yukarıda verdiğimiz kaza tarifinde, “bir mazeret nedeniyle” ifadesi yer almaktaydı. Ne var ki, Kur’ân’daki âyetlere ve Peygamber’in bu âyetleri uygulamasına dikkat edilirse, akıl nimetinden yoksun olma dışında namaz kılmamaya herhangi bir mazeret veya ruhsat olmadığını görürüz. Ancak mazeret, oruç için sözkonusudur, fakat mazeret sona erdiğinde oruç kaza edilir.
Ramazan ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık açık açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhid olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya yolculukta ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. (Bu kolaylık, takvâlı davranmanız) ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir. (Bakara/185)
Yine vaktinde korku sebebiyle icra edilemeyen veya eksik icra edilen salâtlar da koşullar normale dönünce icra, yani kaza edilir:
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim- öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)
Dikkat edilirse orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve yolculuk sebepleriyle; salâtın kazası ise korku nedeniyle olmaktadır. Keyfi olarak vaktinde tutulmayan oruçları ve ikâme edilmeyen salâtları, kaza etme ruhsatı verilmiyor. Mazeretsiz olarak terkedilen ibadetin kazası olmaz, cezası olur. Bu suç da Allah ile kulu arasında olduğundan kulun tevbe etmesi gerekir.
Namazın da kaza edilmesi gerektiğini düşünenler, namazı oruca kıyas etmek sûretiyle bu sonuca ulaşmaktadırlar. Oysa, oruç ve namaz birbirine kıyas edilemez. Mahiyetleri ve amaçları farklı olması nedeniyle kıyasdaki ana neden/ortak illet burada söz konusu olamaz. Ayrıca kıyas, zannî bir delil olup kesinlik ifade etmez. Zann ise dinde bir değer taşımaz. Zann üzerine inanç ve amel bina edilmez. İşte Allah’ın beyanı:
Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zann, hakktan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. (Yûnus/36)
Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zann [sanı] ise hakktan hiçbir şey kazandırmaz. (Necm/28)
De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa; hakktan başkasına gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yolun ortasından uzaklaşmış toplumun tutkularına da uymayın.” (Mâide/77)
Yukarıda ifade ettiğimiz vechile orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve yolculuk sebebiyle mümkündür. Namaz, oruç ve salâta benzemez. Namazın kılınmaması ise, ancak uyku, unutmak, bayılmak, sarhoş olmak, bunamak ve delirmek gibi yükümlülüğü ortadan kaldıran mazeretler bulunduğunda sözkonusudur. Aklı başında olan, kulluk bilinci bulunan mü’min, her zaman, her yer ve ortamda tazarrulu dua yapabilir. Zikri geçen bilinçsizlik halleri ortadan kalktığında kişi, namaz kılmakla mükellef olur; bilinçsizlik vaktindeki kulluk görevlerindeki eksiklik Allah’a bırakılır.
Netice itibariyle, hiçbir şey namazı kılmaya engel değildir. Diğer bir deyişle, namaz kılmama hususunda; iş-güç, alış-veriş, işçilik-patronluk, yolculuk, esirlik, askerlik, savaş, hastalık, hayız, nifas, dermansızlık, ihtiyarlık, mal-mülk, çoluk-çocuk, yersizlik-yurtsuzluk, kirlilik vs. mazeret sayılamaz; mükellefiyeti düşüren sebepler [uyku, unutmak, bayılmak, bunamak, delirmek] olmadan, hiç kimse namazı terkedemez.
NAMAZIN KAZASI NİÇİN OLMAZ?
Âyet-i celîlerden anlıyoruz ki, her müslümanın bu gıdaya ihtiyacı vardır. Nasıl ki, maddî hayatlarında büyüme ve gelişme çağlarında yeterli, dengeli beslenemeyenler hastalıklı, cılız ve güçsüz olurlar ise, manevî gıdalarını düzenli almayanlar da manevî açıdan sağlıksız; yani câhil, zâlim, cimri, şehvet-perest, nankör, aciz, hırslı, huysuz, zayıf, egoist, tembel, vahşi, sadist vb. olurlar.
Öyleyse, maddî bedenin gelişmesi için günde üç öğün yemek yendiği gibi, manevîyâtın gelişmesi için de kişinin Rabbine itaatkâr olması, dua ve niyazda bulunması; namaz kılması gerekir.
Nasıl ki, gıdasını zamanında almamış bir insana, yıllar sonra, vaktinde yemediği besinleri toptan yedirmek, onu güçlü ve sağlıklı yapmıyorsa veya hastalıklı bir adamın vaktinde almadığı ilaçlar yıllar sonra topluca ona içirildiğinde onu tedavi etmiyorsa, mazeretsiz olarak terkedilen namazlar da daha sonra toptan kılınmakla insanın geçmişini temizlemez.
Kılınmamış namazları, Allah’a ödenmemiş bir borç kabul edip sonra da topluca kılıverip, ‘ben namazlarımı kaza ettim, namaz borcum yok’ gibi ödeşme mantığı, namazın farz oluş gayesine ve esprisine de aykırıdır.
Bu açıklamalarımız yanlış anlaşılmamalı ve başka mecralara çekilmemelidir. İnsan çetele tutmadan, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nu memnun etmek için (borç alış-verişi, ödeşme düşünmeden) bol bol namaz kılmalıdır. Namazsız geçen dönemleri için de Allah’a çokça tevbe etmelidir.
NİYYET
Birileri tarafından namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve vitir namazı; farz, vâcib, sünnet ve nafile namazlar diye kategorilere ayrılmış, ayrıca bir de niyet şartı eklenmiştir. Niyet şu şekilde izah edilmiştir:
Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu ve hangi namazı kılacağını söylemektir. Meselâ, ikindi namazını kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden veya diliyle karar vermesidir.
Din, Allah’ın dini olmaktan çıkarılmış, her önüne gelen din ve ibadetlere kendince bir şeyler eklemiştir. Oysa ki Allah, açığı ve gizliyi, zihinlerdeki düşünceleri bilir. Bu gibi şartlar, Allah’ı hakkıyla tanımamaktan ileri gelmektedir.
 
BAŞLANGIÇ [İFTİTAH] TEKBİRİ
Bu şart, İlmihal kitaplarında, “namaza, Allah’ın yüceliğini bildiren bir kelime ile başlamak, namazın şartlarındandır” şeklinde tarif edilmiştir. İşin aslı, niyazda bulunacak kişinin, zihinsel olarak tazarruya hazırlanması ve başlamasıdır. Kul, tazarruya, önce kendini psikolojik olarak hazırlamalıdır.
Günlük hayatta insanlar kılık-kıyafetlerini, görüşecekleri kimsenin kimliğine göre seçerler. Görüşülecek kişi sıradan birisiyse, görüntüye pek önem verilmez. Ama önemli biri ise, o zaman özene bezene hazırlık yapılır.
İşsizin işverene, hastanın hekime, suçlunun hâkime, borçlunun alacaklıya karşı tutumunu düşünün, sonra da kimin huzuruna çıkacağınızı düşünün:
O ki, yaratan; yaşatan; söz-fiil ve düşünceleri işiten, gören ve bilen; her isteyene istediğini veren, her şeyin, cennet ve cehennemin sahibi olan, suçluları affeden, yardım edecek olan, bağışı sınırsız olan, acıyan, terbiye eden, kahreden ve huzuruna çıkılacak ve hesap soracak… olan Allah’tır.
Hakikatte Allah bize şah damarımızdan yakındır ve her an bizimle beraberdir. Ama lütuf buyurmuş, bizim Kendisine belirli vakitlerde niyazda bulunmamızı istemiş. Öyleyse bu randevu çok önemlidir, çünkü Rabbimizle buluşacak, O’nun tüm sıfatlarıyla tecelli ederek bizi kuşattığını hissedecek, aklımızı-fikrimizi buna odaklayacak, azameti karşısında elpençe divan duracak ve “Allahu ekber” diyeceğiz.
ALLAHU EKBER!
Allah en büyüktür, Allah her şeyden büyüktür!
Bu noktada bilinçli olmak gerekir. Allah nelerden, hangi şeylerden büyüktür?
Allah;
Sahte ilahlardan, yapay tanrılardan,
Maldan, mülkten, çıkardan, tutkudan, paradan, puldan, kadından, kızdan, çocuktan, aşktan… daha büyüktür.
Namazın başlangıcında içtenlikle bu ilan yapılırken, hareketlerle de bu desteklenir. “Allahu ekber” derken eller baş hizasına kaldırılarak Allah’ın dışındaki herşey elin tersiyle arkaya atılır, ki buna “nahr” denir. Detayı, Kevser sûresi’nde verilmiştir.
Kulun Rabbine niyaza bu şekilde başlaması, niyazının hudûlu olması ve kabul edilmesi için önemli bir adımdır.
Kul Allah’ı büyükledikten sonra, Rabbine karşı bir neviselâmlamaya geçer:
Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe ğayrüke [Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Ve Seni hamdinle tesbîh ederim. Ve Senin adın mübarektir. Ve Senin şanın çok yücedir. Ve Senden başka hiçbir ilâh yoktur].
Bu, olmazsa olmaz bir kural değildir. Bu, Rabbimizi büyüklemek açısından bu aciz kula ait bir görüştür. Herkes Rabbini kendi kavrayışına göre ta’zim ve tekbir edebilir ve aslında öyle de olmalıdır. Bunlar kurallaştırılamaz.
AYAKTA DURMAK [KIYAM]
Bu şart İlmihal kitaplarına, “bir özrü olmayan mükellefin farz ve vâcib olan namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir, oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur” şeklinde girmiştir.
Halbuki Allah’ın, namazda ayakta durma emri yoktur; insanın her durumda Kendisini anabileceğini bildirmiştir:
O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi ateşe girdirisen, artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Onlar [Rahman'ın kulları], Rabb’lerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. (Furkân/64)
Niyazda/namazda kıyam [ayakta durmak], tazarru [Allah huzurunda sürekli alçalma] kapsamında ele alınmalıdır.
Namazda kıyam, yalnızca bir şekil değildir. Kul, Allah’ın huzuruna tam bir teslimiyet, derin bir alçak gönüllülük, bir saygı anlayışıyla çıkar, çıkmalıdır. Yeryüzünde nice insanlar kibirle başlarını yukarı kaldırır, büyüklük taslarlar, namaz kılan kimse ise başını Allah’ın önünde eğer, sakin ve vakarlı bir şekilde O’nun önünde dikilir. Bu kıyam, Allah’ın dışında her şeyin bir tarafa atıldığı bir buluşmanın başlangıcıdır. Müslüman sadece ibadet için Allah’ın huzurunda ayakta dikilir. Bu hareket Allah’a karşı duyulacak bütün saygı ifadelerini, zikirleri, duâları kapsar. Çünkü kul, yalnızca O’na karşı olan saygısından dolayı ayağa kalkmıştır, O’nun karşısında emre hazır bir asker gibi “hazır ol” duruşuna geçmiştir.
Namazdaki kıyamın iki yüzü vardır:
A) Allah’tan başka hiç kimsenin huzurunda böyle durulmayacağının ilanı.
B) Bütün dünya kayıtlarından sıyrılmanın, Allah’tan başka hiçbir şeyi önemsememenin, Allah’tan başkasının önünde eğilmemenin gösterilmesi.
Bunun bir diğer adı da “kunut”tur. Kunut, huşû ve hudû gibi namazın önemli özelliklerindendir. Kunut, “itaat, saygı ve sakinlik” anlamlarını ifade eder. Bu anlamıyla kunut, “Allah’a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre ayakta durmak ve O’na yakarmak”tır.
KUR’ÂN OKUMAK [KIRAAT]
Bu madde ilmihal kitaplarında, “farz namazların ilk iki rekâtlarında Kur’ân-ı Kerîm’den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine yetecek kadar Kur’ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur’ân’ın neresinden olursa olsun, üç kısa âyet okumakla yerine gelmiş olur” şeklinde yer alır. Ve buna, O hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah’ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! (Müzzemmil/20) âyeti kanıt olarak ileri sürülür.
Oysaki bu âyetin namaz ile alakası yoktur. Bu âyette, mü’minlerin Kur’ân çalışmaları, dinlerini Kur’ân’dan öğrenmeleri istenmektedir.
Konumuz, din dersi olmadığından, namaz süresince Kur’ân âyetleri okunmayıp, gönülden niyazda bulunulmalıdır. Kur’ân’daki dua içerikli âyetler namazda dua olarak okunur, din dersi olarak okunmaz. Veya Felâk ve Nas sûreleri, başındaki “De ki” ifadeleri kaldırılarak; Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbi’ne sığınırım ve Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım şeklinde dualaştırılarak okunmalıdır.
Fıkıh bilginleri, namazda Fâtiha sûresi’nin okunmasının, farz ya da vâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte, namazda Fâtiha’nın tek başına okunması yeterli görülmemiştir. Buna, kısa bir sûre daha ilave etmenin lüzumu ileri sürülmüştür.
Mushaf’ın son sûreleri olan Fil, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Tebbet, İhlas ve Muavvezeteyn sûrelerine, “Namaz Sûreleri” adını vermişlerdir. Müslümanlar mektep ve medreselerinde çoluk-çocuklarına bu adla öğretir, ezberletirler. Oysaki bu adlandırma yanlıştır; Kitap ve sünnette dayanağı yoktur.
Namazın dindeki hakiki anlam ve uygulamasını izaha çalıştığımız için kıraat konusunu da Kur’ân açısından ele almamız gerekir:
NAMAZDA NELER OKUNMALIDIR?
Bu sorunun cevabı, yapacağımız ibadetin adında, yani namaz/niyaz sözcüğünün içinde mevcuttur. Namaz’ın anlamı, “sürekli alçalarak Allah’a yakarış” olduğuna göre, namazda Rabbimize hitabımız, yakarışımız, kulluğumuzu arz edişimiz duâ ve niyaz ölçüleri içerisinde olmak durumundadır.
Namazda duâ içerikli âyetleri okumalıyız (bu âyetleri ‘Dua’ başlığında ve ‘Örnek Dualar’ bölümünde naklettik); çünkü duâ ve niyazda, tüm gönlümüz, dilimiz ve bedenimiz ile yakarıştayız. O zaman kıssa anlatan veya hukuki hükümlerden ya da hayız-nifas ve cinsel ilişkiden bahseden âyetler, bulunduğumuz konuma uygun düşmez. Bu durumda namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder,
Tebyînu’l-Kur’ân; c. 1, s. 286-289.
târih, hukuk ve sosyoloji dersine dönüşür, dikkat dağılır, hudû ve huşû kalmaz. Onların okunacağı ortamlar ve zamanlar başkadır. Rasûlullah’ın mescid ve musallâlarda okuduğu Kur’ân âyetleri, namaz kapsamında olmayıp salât kapsamındadır ve toplumu eğitip aydınlatmaya yöneliktir.
RÜKÛ [EĞİLMEK]
Bu şart, “rükû, eğilmek demektir. Namazların her rekâtında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar eğilir” diye açıklanır.
Aslında Kur’ânda geçen “rükû”, sözcüğünün namazdaki eğilmek ile alakası yoktur. Namazdaki eğilme, normal duayı, namaz şekline sokan tazarru ifadesinin bir başka aşamasıdır. İnsanoğlu zaman zaman sapıtmış, putlara, ceberrut yöneticilere, tağutlara ya da çıkar sağlamak için birilerine boyun eğmiş, bel bükmüştür. Kısacası Allah’ın astlarının önünde eğilmiştir. Halbuki akıllı insan, sadece Allah’ın karşısında bunu yapar, ki bu, Allah’ı büyük tanımanın bir göstergesidir.
Namazda eğilmek, saygı ve alçak gönüllülüğü yansıtır. Mü’min kulun Rabbine hürmetinin, O’nun karşısında küçülüşünün bir ifadesidir. Saygısından dolayı Rabbinin önünde eğilerek iki büklüm olur, böylece O’nun büyüklüğünü kabul eder. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir makam ve çıkarın önünde eğilmek mü’mine yakışmaz. Çünkü böylesine bir hürmet, ancak Allah’a yapılır. İnsanın böylesine küçülmesi, acizleşmesi ancak Allah’a karşı olabilir. Rükû yapmak, şüphesiz ki mü’minler için son derece önemli bir iman borcu olup mü’min olmanın nişanesidir.
Namaz kılan mü’min, kıyamda Allah’a hamd ettikten sonra, Allah’tan dilediği şeyleri ister, niyazda bulunur. Sonra, Allah sanki kendisine, “Hep istek olmaz. Biraz da içini-dışına vur. Geçen namaz vaktinden bu ana kadarki sürede yaptıklarını göz önüne getir hesap ver” der. Kul, olan-biteni, yaptıklarını bir bir düşünür. Bunca nimet ve lütfa karşı yaptığı nankörlükler gelir aklına. Mahcup olur, utanır. Huzurda durmaya bunca nimetleri verenin yüzüne bakmaya yüzü olmaz ve beli bükülür.
Hemen, tekbir: Allahu Ekber [Allahım! Sen her şeyden... daha büyüksün]
Beli bükükken de niyazını sürdürür. Terkedilmemeyi, yardım edilmeyi diler, Sübhane rabbiye’l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] der.
Peygamber Efendimizin rükûda çeşitli tesbîh duaları okuduğu nakledilir. Bunların hemen tamamı Allah’ı büyüklemek, O’nun azametini dile getirmeye yönelik ifadelerdir ki biz bunu bugün, Sübhane rabbiye’l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] diyerek ifade ediyoruz. Bu tesbîhi kaç kez söyleyeceğimize gelince, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye göre bu değişebilir; 3, 5, 500, 5.000… Bu, sevdiğimiz, hayran olduğumuz bir kimseyle ne kadar süreyle kalmak istediğimize bağlıdır.
Kul rükûda bu halet-i ruhiye içerisinde iken sanki, Allah, “Kalk, başını kaldır, karşımda dik dur!” der.
Kul başını kaldırır ve şöyle der: Semiallahu limen hamideh [Allah, Kendine hamd eden kuluna kulak verir/dikkate alır/onun isteklerini kabul eder].
Fakat kul, Allah’ın istediği gibi yaşamadığından, öyle bir Rabb’e yaraşır bir kul olamadığından daha da çok utanır. Ayakta duramaz. Bu defa yüz üstü düşer, yere kapanır: Allahu Ekber!
SECDE (!) YERE KAPANMA
Bu şart şöyle açıklanmıştır: “Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir. Secde, Allah’ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vâcibdir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidır. Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir; pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira’dan [20- 30 cm.'den] yüksek olmamalıdır.”
Halbuki secde, “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Namazda yere kapanılması, tazarrunun bir başka aşamasıdır. Allah’ı tazim ve O’na itaat etmenin en iyi göstergesidir. Allah’tan başkasının önünde kesinlikle yere kapanılmaz. Allah’tan başkasının huzurunda yere kapananlar, önünde yere kapandıkları varlığı tanrı edinmiş olurlar. Birinin karşısında yere kapanan kişi, ona karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en yüce olarak tanıyor ve ona derin sevgi duyuyor demektir. Çünkü yere kapanma, insanın kendisini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü bir hiçlik halidir.
Tarihte birçok zorba, insanları kendlerine ya da makamlarına karşı yere kapanmaya zorlamış; onların kendilerine teslimiyetlerinden ve boyun büküşlerinden zevk almışlardır.
Allah’a samimiyetle inananlar, Allah’ın dışında hiçbir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmez ve yere kapanmazlar. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerini koruyup, zorbalar karşısında onurlarını rencide etmezler. Allah’ın karşısında yere kapanmayanlar ise kibirli, burnu havada olan kimselerdir. Onlar Allah’a karşı yere kapanmayı gururlarına yediremezler, ama çıkarın, makamın ve zorba yönetimin önünde eğilirler; küçücük bir menfeat için süklüm-püklüm olurlar.
Secdenin toprağa yapılması daha anlamlıdır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi tazarru ve tevazuun, hiçliğin en güzel göstergesidir. İnsan, toprak misali kendini Rabbinin karşısında küçültürse, en büyük makama: Allah’a yakınlaşır.
Yere kapanmış halde iken kul, Sübhane Rabbiye’l-a‘lâ [Ey, her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim! Sen yüceler yücesisin, Sen, en yüce olansın] der.
Secdenin süresi ve bu tesbîhin kaç defa söyleneceği kişinin takdirine kalmıştır.
SON OTURUŞ
Bu şart da İlmihal kitaplarında, “Kıldığı namaza göre son rekâtın bitiminde tahiyyât okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyâtı okumak ise vâcibdir” şeklinde zikredilir.
Halbuki Kur’ân’da, namazda oturmayı ve tahiyyât okumayı emreden bir âyet yoktur.
Kul yere kapanıştan sonra oturur, bir müddet de oturarak, boynunu bükerek Rabbine niyazda bulunur. Bu da Allah’ın huzurunda sürekli alçalmanın bir başka şeklidir. Bu niyazında da arzu ettiği yakarışı yapar, Allah’tan dilediğini ister.
Son oturuş ile ilgili olarak konulan kuralların tahlili:
TEŞEHHÜD/TAHİYYAT
Teşehhüd, sözlükte “şehadet getirmek” demektir. Bundan maksat, Kelime-i Şehadet denilen, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu cümlesini söylemektir.
Terim olarak ise, namaz kılarken ‘ka’de’ denilen oturmada, içerisinde Kelime-i Şehadet’in de bulunduğu et-Tahıyyatu lillahi ve’s-salâvâtu ve’t-tayyibatu… cümlelerini okumaktır.
Biz, içerisinde Kelime-i Şehâdet bulunan, et-Tahiyyâtu lillahi ve’s-salâvâtu… diye devam eden sözcüklerin tahlili üzerinde duracağız.
Önce tahiyyât’ın metnini aktaralım:
et-Tahıyyâtu lillahi ve’s-salevâtu ve’t-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasuluh.
Tahiyyâtın anlamı:
Tahiyyât [dil ile yapılan karşılama övgüleri], salâvât [yapılan maddî ve manevî destekler] ve tayyibât [temiz mallar ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey Peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın rasûlüdür.
Şâfii mezhebine göre bu tahiyyâtın giriş bölümü farklıdır. Onlar şöyle okurlar:
et-Tahıyyâtü’l-mübârekâtü’s-salavâtü’t-tayyibâtü lillâh [tüm mübarek dil ile yapılan karşılama övgüleri, tüm temiz hoş destekler, Allah içindir].
Yukarıda, genel olarak dua’nın ne olup olmadığını, Allah’tan başkasına dua edilemeyeceğini, namazın da Allah’ın huzurunda sürekli alçalarak niyazda bulunmak olduğunu ve namazda iken muhatabın sadece Allah olduğunu ve olması gerektiğini açıklamıştık.
İşin gerçeği ve olması lazım geleni bu olmasına rağmen, tahiyyât metninde de görüldüğü üzere müslümanlar, es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü [sana selâm olsun ey Peygamber] diye namazda Peygamber’i de muhatap almakta ve o’na da seslenmektedirler.
Arapça bilenimiz de bilmeyenimiz de namaz kılarken ağzından çıkanı kulağı duymuyor; ne dediğini ne okuduğunu bilmiyor.
Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyât metni, İbn Mes‘ûd kanalıyla rivâyet edilenidir. Daha başka rivâyetler de vardır. Ama hepsinde de, es-Selâmü aleyke… [Selâm sana ey peygamber...] ibaresi mevcuttur.
Bu ravilerin, konuya tevhid ve namazın esprisi açısından bakmadıkları anlaşılıyor.
Bir de ‘et-Tahiyyatü’ metnine daha bir kutsallık verenler var. Onlara göre güya bu, Mirac’ta Allah ile Muhammed arasında geçen diyalogmuş. Şöyle ki:
Hz. Muhammed Allah’ın karşısına varınca selâm verir:
– et-Tahıyyâtü lillahi vesalâvâtü ve’t-tayyibâtü.
Allah da Hz. Muhammed’e karşılık verir:
– es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtuhu.
Hz. Muhammed sadece kendisinin esenlikte olmasına pek râzı olmayarak şöyle der:
– es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn.
Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve melekler de şöyle derler:
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu.
İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, –başta tarikatlar tarafından olmak üzere– malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Said Nursî, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi; İsmâîl Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan, c. 5, s. 121.
Teşehhüd/tahiyyât konusunda en doğru yaklaşımı İmam Mâlik göstermiştir. Meşhur hadis kitabı Muvatta‘da İbn Ömer’den şu rivâyeti görüyoruz:
Nafi der ki: İbn Ömer (r.a) şöyle teşehhüt okurdu:
Bismillahi, et-tahıyyâtu lillahi ve’s-salâvâtu lillahi. ez-Zakiyatü lillahi es-selâmü ale’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillahi’s-sâlihîn. Şehidtü enlâ ilâhe illallahu ve şehidtü enne muhammeden rasûlillahi.
Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüd de bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı yapardı. Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:
es-Selâmü ale’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu. es-Selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillahi’s-sâlihîn.
Sonra sağına, ‘es-selâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık olarak ona da selâm verirdi.
Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) böyle yapılmasını emretti.”
Bazı sözcük farklılıkları da olsa, (duâ olduğu için hiçbir şey fark etmez) es-selâmü ale’n-nebiyyi [Peygamber'e selâm olsun] diye gramerde muhatap/ikinci şahıs olarak değil, ğaib/üçüncü şahıs ibaresiyle aktarılır. Yine muteber hadis kitaplarından Sünen-i Ebû Dâvûd’da da böyle yer alır.
Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında İbn Mes‘ûd’un rivâyetindeki hitabın Peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye Peygamber’e yönelmediklerini, ‘Allah Peygamber’e selâmet versin’ tarzında okuduklarını yazarlar. Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.
Namaz, Peygamber’e de farzdı. O da namaz kılardı. Peki o nasıl okurdu?
Kaynaklardaki bilgilere göre, Rasûlullah teşehhüdü gizli okurmuş, hiç kimse Peygamber’in namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamış. Bugün okunan teşehhüd, rivâyet edenlerin namaz dışında öğrendikleri teşehhüdmüş.
Yapılan hatalar, sadece namazdaki tahiyyâtla sınırlı değildir. Cum‘a günleri öğleyin, kandil gecelerinde yatsı vakitleri ve cenazelerde minarelerden okunan salâda da aynı hatalar yapılmakta; es-Salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ rasûlallah [salât ve selâm senin üzerine olun ey Allah'ın Elçisi] diye seslenilmektedir. Asırlar evvel dünyadan irtihal etmiş olan Peygamber’e, sağmış ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece Peygamber Efendimize, beşer üstü bir sıfat yakıştırılmaktadır ki bu da şirke sürükler. Salâda da salât ve selâmı, tahiyyâttaki gibi gaybî olarak ifade etmek gerekir. Meselâ, es-Salâtü ves-selâmü alâ rasûlillah veya Allahümme salli ve sellim alâ muhahammed veya Eyyühe’l-mü’minûn sallû ve sellimû alâ Muhammed gibi.
Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak, yanlış ve günahtır. O nedenle, es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü bölümünü, es-Selâmü ale’n-nebiyyi diye değiştirerek okunmalı veya herkes gönlünden geldiği gibi Allah’a niyazda bulunmalıdır.
NAMAZ KAÇ REKÂTTIR?
Kur’ân’da namazın kaç rekât olduğu yer almaz. Bunu, niyazda bulunan kişiler, psikolojik durumlarına göre yaparlar. Namaz, tekbirden oturuşa hudû ve tazarru ile uzun süreli olabileceği gibi, şekilciliğe düşmemek şartıyla arzu edildiği kadar uzatabilir.
Ayrıca bu niyazda, konu ettiğimiz aşamaların hepsini yapmak da gerekmez. İmkân ölçüsünde ortama göre birkaçı yapıldığı zaman da tazarru yerine gelmiş olur.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere dua; hudû [eğilmek, bükülmek, küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek; tevazu göstermek] ile namaz da tazarru [sürekli alçalma] ile yapılmalıdır. Bunlar, en önemli özelliklerdir. Hudû ve tazarru, şekilciliğin bilince ermesidir.
Yukarıda tekrar tekrar açıklamıştık ki namaz, “tazarrulu duâ” demektir. Duâ da, “kulun, ihtiyacını, gönlünden gelen düşünce ve isteği Allah’a arzetmesi”dir. Onun için duâ, kulluk görevlerinin en hasıdır. Hiç şüphesiz Allah, kalplerden geçeni, dertleri, sıkıntıları, istek ve ihtiyaçları bilir. Onun için insan onu, saygı ve edep çerçevesinde Allah’a arz edip O’ndan istekte bulunmalıdır. Bunu yaparken en fazla dikkat edilecek husus, samimiyet ve saygıdır.
Namazın mahiyeti ve nasıl kılınacağı, hudû ve tazarru yönünden bilinmediğinden, namaz kılanların sayısı azalmıştır. Profesyonel namaz kılanlar ve imamlar türemiştir. Ruhsuz kılınması sebebiyle namaz anlamsız hareketlere dönüşmüş, kılanların da namazı niçin kıldıkları tartışılır ve merak edilir olmuştur.
Bu âyet indiği zamanlarda da şimdiki gibi riyakâr, ısmarlama duâ yapan, süslü sözlerle emir verir gibi bağırıp çağırarak duâ yapan duâcılar vardı. Bu âyetle Cenâb-ı Hakk, duânın nasıl yapılması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla, bağırarak, çağırarak, emreder gibi, hele hele ne denildiği bilinmeden yapılan duâlar duâ olmadığı gibi Allah’a karşı da saygısızlık, edepsizlik ve haddi aşmaktır. Allah ise haddi aşanları, saygısızları ve edepsizleri sevmez. Burada, Kütüb-i Sitte‘de yer alan sahih bir rivâyeti nakletmek istiyorum:
Ebû Mûsa el-Eş‘ari şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah’ın maiyyetinde bir gazvede bulunduk. Yolda ilerlerken yüksek bir mevkie çıktıkça, bir yüksek yola yükseldikçe, bir vâdi içine indikçe buralarda tekbir getirerek seslerimizi yükseltmeye başladık. Rasûlullah bizim yanımıza yaklaştı ve dedi ki:
– Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [seslerinizi çok yükseltmeyin]! Şüphesiz ki, sizler bir sağırı ve bir gâibi çağırmıyorsunuz. Sizler şüphesiz semî‘ ve basîr olan Allah’a duâ ediyorsunuz.
Evet, kulluğun özü ve göstergesi duâdır. Duânın özü ve göstergesi de hudû ve tazarrudur. Namaz, yapılabilecek duâların en üstünü olduğundan [hem gönül hem beden hem de dil ile yapılan komple bir duâ olduğundan], hudû ve tazarrusuz olmamalıdır. Hudû ve tazarru namazın ruhudur. Hudû ve tazarrusuz namazın yararı olmak şöyle dursun, insana yük bile olur.
Gösteriş olarak yapılan hudû ve tazarru hiçbir işe yaramaz.
HUDÛ ve TAZARRU NASIL SAĞLANIR?
Hudû ve tazarrunun ne olduğuna dair izahattan sonra sıra, nasıl sağlanabileceği hususuna geldi. Burada, psikoloji’de, “Bir ferdin, neyi gözleyeceğine dair bir seçme faaliyeti” olarak tanımlanan “dikkat” konusu ön plana çıkmaktadır. Öyleyse, hudû ve tazarru için namazda dikkati dağıtan iç ve dış faktörleri uzaklaştırmak, dikkati celbeden iç ve dış amilleri de oluşturmak gerekir. Şöyle ki:
Önce amaçladığımız şeyi belirlememiz ve onu diğer şeylerden ayırıp ilk sıraya koymamız gerekir. Vakti geldiğinde yapacağımız en önemli görev namaz olmalı, diğer iş ve ihtiyaçlarımız geri plana itilmelidir.
Fıtratı gereği insan, duyduğu, gördüğü, dokunduğu, kokladığı ve tattığı her şeye ilgi duyar ve akıl yürütür. Onlarla ilgili olumlu-olumsuz birçok düşünce üretir. Onun için, dua ederken, namaz kılarken, birşey duymamalı, dikkat çekici birşey görmemelidir. Namaz kıldığı yer sakin ve sade olmalıdır. Özellikle önünde ve namaz kıldığı yerin zemininde renkli, motifli, desenli halılar, seccadeler, duvarlarda yazılar, süslemeler, kilise çanı gibi dan dan vuran saatler bulunmamalıdır. Namaz kıldığı yer bir sanat galerisi niteliğinde olmamalıdır. Sakin bir yerde olup değişik seslerden, gürültü ve patırtıdan uzak durmalıdır.
Müslümanlar evlerinin bir noktasını namaz için tahsis etmeli, bu mekânda sık sık değişiklik yapmamalıdır. Zira insan her gördüğü yeni şey için de fikir yürütür, namaz kılarken zihni Allah’tan başka şeylere yönelir. Dolayısıyla dikkati dağılır, hudû ve tazarruu bozulur. Oysa, alıştığı ve âşina olduğu eski şeyler dikkatini fazla dağıtmaz.
Toplu, cemaat halinde namaz kılmaya gayret etmelidir. Birlik ve beraberlik içindeki hazırlık da hudu’ ve huşu’ oluşmasına yardım edecektir. Safta durmak insanın psikolojisini etkiler. Zira namaz safında, insanlar arasındaki zenginlik-fakirlik, şahlık-gedalık, âlimlik-câhillik, gençlik-ihtiyarlık, dil, ırk, makam ve mevki farkları yok olur. Kral ile hizmetçi, beyaz ile zenci vs. omuz omuza durur. Bunlar da hudû ve tazarrua neden olur.
Namaz kılınacağı zaman zihinsel birçok düşünce altında kalınacağı, onların da hudû ve tazarruyu bozacağı dikkate alınmalıdır. Bu bilince sahip olanlar, hazırlıklı olduklarından kolay kolay dikkatleri dağılmaz.
Dikkatin dağılmamasını temin eden bir yol da şudur: Namazda okunan her kelimenin anlamı düşünülmeli, sözcükler yavaş okunmalı ve sözcük ile anlamı aynı anda düşünülmelidir. Bir kelimenin anlamı zihinde canlanmadan diğer sözcüğe geçilmemelidir.
Namaz kılarken Rasûlullah Efendimizin de önerdiği gibi göz yere kapanılan yere odaklanmalıdır. Çünkü duyular bir yere yoğunlaştığı zaman diğer duyular zayıflar dış âlemden etkilenmez.
“Kıraat” bahsinde açıkladığımız gibi, namazda dua mahiyetindeki âyetler okunmalı, kıssa ve ahkâm âyetleri okunmamalıdır. Kıssa âyetlerinde zihin târihin derinliklerine, ahkâm âyetlerinde de sosyolojik düşüncelere dalar; namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih ve sosyoloji dersine dönüşür.
En önemlisi de, biz Allah’ı görmüyorsak da O şüphesiz bizi görüyor. Öyleyse O’nu görüyormuş ve önünde duruyormuşuzcasına namaz kılmalı, dua etmeliyiz.
Gerektiğinde bir psikologdan destek almalıyız. Bu hususu ciddiye alıp sorun haline getirmeliyiz. Zira bu, basit takıntı ve saplantılardan daha önemlidir.
Hudû ve tazarrunun temini şüphesiz zordur, ama mümkündür. Sadece devamlılık ve çaba ister. Allah yardımcımız olsun!
ÖRNEK DUALAR
 
En iyi dua örnekleri Kur’ân’da bulunmaktadır. Kur’ân’da dua sözleri içeren 200 civarında âyet mevcuttur. Meselâ, Fâtiha sûresi, önce Allah’ı veciz bir şekilde niteleyen, sonra da tevhid ilkesini özümsemiş bir kul olarak insanlığın en çok muhtaç olduğu hidâyeti [doğru yola ulaşmayı] samimiyetle dileyen eşsiz üsluptaki ifadesiyle müslümanların en çok okudukları dua metnidir. Fâtiha’dan sonra en çok okunan dua ise, yine bir Kur’ân âyeti olan, Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver; bizi cehennem azabından koru! (Bakara/201) mealindeki ifadedir.
 
 
RABB İSMİ İLE DUA :
 
Kur’ân’da, Yüce Allah’ın yapılacak dualarda “Rabb” sıfatının kullanılmasını emrettiği görülür. Bütün peygamberler buna uygun davranmış ve dualarını daima Allah’ın “Rabb” sıfatına yöneltmişlerdir.
 
Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Allah’ın “rabb” sıfatı, O’nun her şey üzerindeki “belirleyiciliği” anlamına gelir. Bu belirleyicilik, bir şeyin ilk var oluşundan varlık âlemindeki son noktasına kadar devam eden mutlak bir durumdur. Hiçbir varlık O’nun belirlediği programın dışına çıkamaz. Bu sebeple “rabb”, Esma-i Hüsna’daki anlamların hepsini kapsayan bir sıfattır.
Kur’ân’da tam 903 kez yer alan “rabb” sıfatı, Allah’ın Kendisi hakkında en çok kullandığı sıfatıdır. Kur’ân’da bu sıfat kullanılarak yapılan duaların bazı örnekleri şunlardır:
“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5)
“Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların rabbine sığınırım” de! (Nas/1-6)
İşte hakk olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı acele etme ve “Rabbim, bana bilgiyi artır!” de. (Tâ-Hâ/114)
Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et!” (İsrâ/24)
Ve de ki: “Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca ikramda bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin.” (Mü’minûn/29)
Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın.” (Mü’minun/118)
PEYGAMBER DUALARINDAN ÖRNEKLER:
ÂDEM
(Onlar/her ikisi,) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (A‘râf/23)
NÛH
O [Nuh], “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı Sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi. (Hûd/47)
O [Nuh], “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece-gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı” dedi. (Nûh/5-6)
Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et! Zâlimlere de sadece yok oluşu arttır. (Nûh/28)
İBRÂHÎM
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızklandır. Umulur ki şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)
Ve o [İbrâhîm], “Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet” demişti. (Saffat/99-100)
Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Allah,) “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. (İbrâhîm,) “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260)
Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince (Rabbi o’na,) “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım.” demişti. O da; “Zürriyetimden de ( yap!)” dedi. (Rabbi o’na,) “Benim ahdim zâlimlere nail olmaz!” dedi. Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrâhîm’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri [Allah'a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!” Ve hani İbrâhîm, Beyt’ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz azîz Sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan] Sensin.” Ve İbrâhîm’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. Rabbi o’na, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrâhîm], “Ben âlemlerin Rabbi için İslâm oldum” dedi. (Bakara/124-131)
YÛSUF
Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların/sözlerin] te’vîlinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen, benim velîm Sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni dünya ve âhirette sâlihler arasına kat! (Yûsuf/101)
MÛSÂ
Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o’na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)
O [Mûsâ], “Rabbim! Şüphesiz kendime zulmettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], o’nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Mûsâ], “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. (Kasas/16-17)
(Mûsâ) dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A‘râf/151)
DÂVÛD
Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlanma diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü. (Sâd/24)
SÜLEYMÂN
Andolsun ki Biz Süleyman’ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi. (Sâd/34-35)
ZEKERİYYÂ
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim, karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, o’nu Sen rızanı kazanan biri kıl!” (Meryem/3-6)
Orada Zekeriyyâ, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin” dedi. (Âl-i İmrân/38)
ÎSÂ
Meryemoğlu Îsâ; “Allahım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızklandır. Ve sen rızklandıranların en hayırlısısın!” dedi. (Mâide/114)
MUHAMMED
Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım!” (Mü’minûn/97)
Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın.” (Mü’minun/118)
MÜ’MİNLERİN YAPTIKLARI DUA ÖRNEKLERİ:
O kişiler ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi ateşe girdirisen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)
Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Ve onun için âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/200-201)
O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler. (Âl-i İmrân/17)
Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlamızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize. (Bakara/286)
FİRAVUN’UN KARISININ DUASI:
Allah, inananlara da Firavun’un karısını örnek gösterdi. Bir zaman o demişti ki: “Rabbim! Bana nezdinde cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler toplumundan kurtar!” (Tahrîm/11)
Kur’ân’da Allah’ın “rabb” sıfatının geçtiği daha birçok dua örneği mevcuttur. Bu dualardan biri de mü’minlerin cennette, suçluların ise cehennemde “Rabbim!” diyerek ettikleri duadır. İblis’in aynı hitapla başlayan duaları da yine Kur’ân’da yer alan dualar arasındadır:
(İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut/mühlet ver]” dedi. (Sâd/79)
O [İblis], “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet ver]” dedi. (Hicr/36)
Allah’a, Esma-i Hüsna’sındaki özel isimleri ile dua etmek de mümkündür. Meselâ bir kişi;
• Hasta ise, “Yâ Şâfi” [ey şifa veren]!
• Geçim sıkıntısı çekiyorsa, “Yâ Rezzâk” [rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren]!
• Günahlarının bağışlanmasını istiyorsa, “Yâ Gaffâr” [günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan]!
• Tevbe ediyorsa, “Yâ Tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren]!”
• Ayıplarının örtülmesini istiyorsa, “Yâ Settâra’l-Uyub” [ayıpları örten]!
• Nimet ihsanı istiyorsa, “Yâ Vehhâb” [karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi] şeklinde de dua edebilir. Allah’a bu isimleriyle dua etmek uygun bir davranıştır.
Kur’ân’da dua mahiyetinde olan âyetlerin siyâkına dikkat edildiğinde görülür ki, o dua sahipleri daima içinde bulundukları koşul ve ortama göre niyazda bulunmuşlardır. O hâlde müslümanlar da bunu örnek alarak kendi şart ve ortamlarına göre niyazda bulunmalıdırlar. Başka bir ifade ile müslümanlar, ısmarlama, basmakalıp, bir çoğu uydurma, yalan-yanlış şablon dualar [Ramazan Duası, Kenzü'l-Arş Duası, İsm-i A‘zam Duası, Hacet Duası, Karınca Duası, Bereket Duası, İstihare Duası, Nazar Duası, ağrı-sancı duaları] yerine, kendi dil ve üsluplarıyla özel durumlarını dile getirdikleri, duygu ve düşüncelerini seslendirdikleri dualar etmelidirler.
Kur’ân’da dua mahiyetinde 200 civarında âyet vardır. Bazı sûre ve âyetler örnek dua mahiyetindir. Dua konusu hadislerde de önemli bir yer tutar. Dua ile ilgili birçok hadis kitapları oluşturulmuştur. Ayrıca “Me’sur Dualar” adıyla birçok örnek belirlenmiş, bunların çoğu da kitaplaşmıştır. Burada şunu bir kez daha vurgulayalım: Dua; okunmaz, edilir/yapılır; yani bilinçli olarak Allah’a yakarılır.
Yukarıda bir kısmını arzettiğimiz yüzlerce âyetten dua örnekleri alabiliriz: Fâtiha sûresi, A‘râf/23, 47, 89, 126, 143, 151, 155; Furkân/65, 74; Tâ-Hâ 25-35, 114; Şu‘arâ/83, 169; Neml/19; Kasas/16, 21; İsrâ/24, 80; Yûnus 85; Hûd/47, Yûsuf/01; Saffat/100; Mü’min/7-9; Duhân/12; Ahkâf/15; Nûh/26-28; İbrâhîm/35-41; Enbiyâ/83, 87, 89; Mü’minûn/26, 29, 93-94, 97-98, 109, 118; Ankebût/30; Bakara/126-129, 201, 285-286; Âl-i İmrân/8-9, 16, 38, 53, 147, 191-194; Haşr/10; Tahrim/8; Mâide/114; Mümtehine/4-5.
NAMAZIN CEMAATLE KILINMASI:
Yukarıda “cemaat” kavramını ve İslâm’daki yerini açıklamıştık. Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneklerinden biri topluca namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâm cemaati olmanın temelini atar, cemaat olma bilincini kazandırır. Hudû ve tazarru bölümlerinde açıkladığımız gibi, seferberlik halindeki uygulama, hudû ve tazarruyu da artırır. Toplu uygulamalarda, insanlar, düşüncelerini Allah’a doğru yükselterek adale ve uzuvlarını dinlendirme, zihinlerinin gerginliğini giderme, fikirlerini billurlaştırma ve medeniyetin ezici bir yük haline getirdiği çetin hayata tahammül kuvvetini kazanma imkânını bulabilmektedir.
Cemaat düzeni, bir eşitlik ve kardeşlik düzenidir. İslâm toplumunda soylular, seçkinler sınıfı yoktur; hiç kimse diğerinden üstün değildir.
Mescidde toplanan müslümanlar, Kur’ân’ı en iyi okuma, dini en iyi şekilde yaşama, takvâ, yaş gibi özellikleri göz önüne alarak aralarında, en uygun olan kişiyi “namaz imamı” olarak seçer ve onun arkasında saf tutarlar. İmamın işaretleriyle (bir nevi komut ki tekbir ile yapılır) tazarru aşamalarını gerçekleştirirler.
Cemaatle namazdaki imaj, müslümanların oluşturması gereken toplum düzenine bir işarettir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir. Sadece görevi gereği diğerlerinden bir adım önde durmaktadır.
NAMAZIN BOZULMASI
İlmihal kitaplarında, “Namazı bozan şeyler” başlığı altında yüze yakın davranışın namazı bozduğu yer alır. Bunların tümü, özünden uzaklaştırılıp sırf şekle hasredilen namaza ait şeylerdir. İlmihalciler, namaz kılanları, sürekli düşme korkusu taşıyan ip üstündeki cambaza dönüştürmüşlerdir. Namaza duran kişi, “namazım ha bozuldu ha bozulacak” derken aklında ne Allah kalır, ne niyaz kalır ne de hudû ve tazarru kalır. Kur’ân’daki namaz ise ya icra edilir, ya icra edilmez; icra edildiği zaman da kesinlikle bozulmaz. Çünkü İslâm’daki namazın bozulacak bir yapısı yoktur.