ŞAHİT

A. BİROL ULAŞ

VAN 5.05.2015 10:02:28 0
ŞAHİT
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Evet! Göz önünde olanın bir kurama ihtiyacı yoktur; iktidar olmanın da bir kuramı zaten olamaz. Bu durumda kuram ile kural arasındaki zorunlu birliktelik/örtüşürlük de yok edilecek güya herkes kuramsız ve bir o kadar da kuralsız olabilecektir. Peki, bu durumda insan ne olacaktır?
… Hira’dan çıkıp koşa koşa Uhud’dan aşağı iner:
Kendisine bir şahit bulma derdindedir; yaşadıklarına bir anlam verecek, darmadağın olan zihnini bir düzene koyacak bir tanık… Bir anlamda şahit/tanık yaşadıklarını/yaşadıklarımızı insanlığın zihin haritasında gösteren kişidir: Bizi ecinnilerden koruyan kişi…
Çoğunluk en yakınımızdadır şahit… Bazen hiç beklemediğimiz biri de olabilir elbette. Anlamlandıramadığımız ya da zihnimizde bir yere koymak da zorlandığımız her olayda yanımızda/yamacımızda bulduğumuz kişi… Öyle ki her geçen gün biraz daha ezildiğimiz biraz daha büzüldüğümüz şu koca dünyada bir uyarana dönüşüp; bizi, bizim adımıza yorumlayan kişidir şahit
En yakınlarını uyar: ki bu zaten kaçınılmaz olandır; yeter ki şahitleri olabilmeli Adem oğlunun… Şahidi yoksa zaten ya katildir; ya maktül… Kabil’in Habil’i öldürdüğünde, toprağı eşeleyen kargadan ders çıkarması, yaptığına bir şahit bulma telaşından kaynaklanır daha çok… Değil mi ki bir şahit bizi, bizden kurtaran tek kişi olabilir. Öyle ki ben zamanda kaybolduğum gibi zeminde de kaybolmuş olabilirim. Bu noktada ben karanlıktayım cümlesi ile ben karanlığım cümlesi arasında bir fark yoktur. Bir cümledir insan ve zamanda/zeminde kaybolmuşsa, kurabileceği cümlede yoktur artık.
Her cümle bir yargı; her yargı da dünyadan bir kopuşu ifade eder ve her kopuş bir var oluş… Aksi takdir de karanlığın bütün ana yayılması mukadder… Demek ki var oluş bir şahidi gerektirir. Şahidin yoksa sen yoksun; o halde her var oluş bir karşı var oluşla mümkün… Bu durumda şahidin varlığı kaçınılmaz olur.
Beşeri gerçekliğin üretimi bir şahidi zorunlu kılar. Evet, bir şahit zorunlu ama yeterli değil çünkü var oluş göreceli dir. Benim için hiç durmamacasına sonsuza bir yürüyüş olabilir; bir başkası için anda bir bekleyiş belki… Bana göre olanı sana dayatamam; birine göre/gibi olmayı da kendime yediremem. Hiç kimsenin emir kipi değilim. Her ikisinin de ucu ilahlık iddiasına ve kula kul olmaya çıkar.
Dünya bir açıklamadır ve bu açıklama ne derece kişinin kendisine aitse o kadar hayat kendine ait olabilir. Ya açıklanamazsa; ya sorular cevabını bulmuyor söylenenler yetmiyorsa… Kişi düşündükleri ile kendine yetmiyorsa karşısına çıkan sadece ecinniler olabilir. Kişinin kendisini bulmadığı ve karşısındakini görmediği bir trajedidir bu. Kim bilir, saklanıp örtünmek; örtünüp görünmemek ve görmemek gerekebilir. Görünse de bilinmeyecek; görse de bilmeyecektir nasılsa… Her örtü farklı bir renktedir ve bu yönü ile bir şahide işaret eder. Onu örten şahitleridir. Özne Zeyd’e göre kırmızı renkte bir örtüye bürünmüşse eğer Ali’ye göre mavi renkte bir örtü olabilir. Özneyi tanımlayan kaçınılmaz olarak şahitleridir kendisi değil. Bu durumda özne her bir şahit tarafından bir yönü ile tanımlanmak da sınır çizgileri hep birileri tarafından çizilmiş olmaktadır. Öyle ise özne örtülerinden kurtulmak için herkesi karşısında toplayacak ve gerçekliği Ali’ye, Hatice’ye, Zeyd’e göre olmaktan çıkaracaktır. Bu anda gerçeklik Muhammed’in ellerinde bile değildir artık. Bazı gözler sanki devirecekmiş gibi tepedeki adama çevrilir: Bir melek indirmeli değil miydi sesleri yükselir. Cümlenin hedefi her ne kadar tepedeki adam gibi görünse de asıl hedef şahitlerdir. Öyle ya, meleğin şahidi melekler olabilir ancak; insanlar değil…
Bu noktada gerçeklik Muhammed’e özgü/göre olmadığı gibi en yakınlarının tekelinde de değildir. Bir kişiden saklanmış olsa dahi Muhammed artık Muhammed değildir.
Küresel kapitalizm binbeşyüz yıllık hınzırlıktan bir ders çıkarmaktan geri durmaz. Şehadet kavramını şehitliğe indirger. Tam bir göz boyacılığıdır: Büyücüler yine iş başında: Hakikatin, kuramla/teoriyle olan zorunlu bağlantısı kopartılmış ve sanki göz önünde olan hakikat olabilirmiş gibi insana dayatılmıştır. Her şey göz önünde ise herkes şahittir, öyle ise şahide gerek yok. Oysa tam bir Ali Cengiz oyunudur: Hakikat zorunlu olarak kuramsal/teorik iken ampirik/görgül olanın hakikat gibi dayatılması; teorik/zihinsel olanın ampirik ve bir o kadar da somut olana emdirilmesi ile şahit kapı dışarı edilirken, insanın anâ olan şahitliği de yok edilmiş ve insan hayatın bir seyircisi kılınmıştır. İnsan hayatın bir seyircisi değilse bile olmalı hatta oldurulmalıdır. Bu durumda III. Dünya da Kürt olmak-Türk olmak; Sünni olmak- Şii olmak yani yapay karşıtlıklar bağlamında gerçeklik zaten göz önünde olacak; göz önünde olana güya herkes şahit olurken gayri ihtiyari hiçkimse herhangi bir teorik çerçeveye, bir kurama zaten ihtiyaç duymayacak; böylece ‘herkes mevcut olurken hiçkimse var olamayacaktır’ (A. Müftüoğlu).
Evet! Göz önünde olanın bir kurama ihtiyacı yoktur; iktidar olmanın da bir kuramı zaten olamaz. Bu durumda kuram ile kural arasındaki zorunlu birliktelik/örtüşürlük de yok edilecek güya herkes kuramsız ve bir o kadar da kuralsız olabilecektir. Peki, bu durumda insan ne olacaktır? Ne kadar kuramsızsa o derece ahlaksız, yani beşer altına yakın ve kural tanımazlığı da kuvvetle muhtemel öyle ki burnunun yukarındalığı ile boynundaki demir halka birebir uyum içerisinde; bütün bildiği zaten gördüğünden ibaret; oysa teoriden uzak ne ahlak inşa edilebilir ne de bilgi; bilmek zaten bir teoriye/kurama göre kendini yoklayabilmek, kendindeki yanlışlıkları, görelilikleri ayırabilmek; o halde kuramsız/teorisz, bilgi asla mümkün değil, bu durumda geriye kalan bütün varlığı ile koskoca bir zan… Oysa şahit kuram ile kural birlikteliğinde kuvveden fiile çıkar. O, bir bilenden fazla bilen kişidir; çünkü kuramsız, kural olmaz ayrıca kuram gelenekten/geçmişten ödünç alınamaz ve birilerinden taklit edilemez, ancak; üretilirse/üretildiğinde var olabilir.
İktidar olmanın bir kuramı olamaz; kim hangi hakla iktidar olacaktır? Bu soru kaçınılmaz olarak kibre, üstünlük taslamaya işaret eder. İnsana üstünlük taslamanın en güzel ifadesi bir kulenin tepesinden ona bakmak olabilir. Trajıkomik bir durumla karşı karşıyayızdır: Ahlaki bir zaafiyettir bu, entellektüel bir acizlik: İşte güya hakikatin ampirik /görgül ifadesi: Ha-man, bana bir kule yap: ve an elle tutulur gözle görülür somutluğa emdirilip yok edilmiştir; ancak, bir aptal, bir ebleh insanlara ilahlık/büyüklük taslayabilir.
Kuramsız kural olmaz ayrıca kafasına/keyfine göre kuram üretilemeyeceği gibi kural da konulamaz. Bu noktada kaçınılmaz olarak iktidar, ilah kavramı etrafında kümelenecek ve gayri ihtiyari Mekke’nin Müşriği putlara Allah’a yakınlaşmak için tapındığını söylemekten de geri durmayacaktır.
İşte tam burada sormak gerekir: Herkesin Türk, Kürt, Şii, Sünni veya Fransız olduğu bir ortamda şahit olmak gerçekte ne olmaktır? Pasteur’u bütün dünyaya tanıtan bir Fransız olması değil; aksine kendini bütün Fransızlardan ayıran bir yol bulmasında yatar. O, sadece mikrobu keşfetmekle kalmaz, Kuduz virüsüne karşı aşı da icat eder. Pasteur o an Dünya’yı yeni baştan kuran kişidir. O dönemde daha elektron mikroskobunun icat edilmediğini, oysa bu virüsün sadece elektron mikroskobunda görülebileceğini buraya eklersek şahidin nerede durduğunu, kendisini diğer insanlardan nasıl ayırdığını anlamamız daha da kolaylaşır. Hakikat gözle görülmez olandır ve ancak kuramla, teorik çerçeve ile görülebilir. Bu yönü ile şahit kendisine hiçkimsenin bulunamayacağı bir nokta inşa etmiş ve kendisini kendi çabasıyla var etmiştir. Öyle ki orada kendisinden ve Allah’tan başka hiçkimse yoktur.
Bu bitimsiz çaba İbrahim’de de görülebilir. Kendisini bir şahit olarak bütün toplumundan ayırır. İbrahim gece kendine doğru bir yürüyüşe çıkar: Yıldız, Ay ve Güneş’le ilgili öne sürdüğü önermeler İbrahim’in kendi toplumundan uzaklaşma, kendine evren de bir yer inşa etme azminden kaynaklanır. Öyle ki Güneş benim Rabb’imdir cümlesinde toplumunun bir kopyası, babasının bir uzantısı olduğunun farkındadır. Bu noktada her bir önermenin somut olana/ampirik /görgül olana işaret ettiğine-burada Ha-man’a söyleneni hatırlatmalıyım- dikkat etmek gerekir. Kavramlar yoktur, nesneler vardır; oysa kavramlar olmadan muhakeme yapılamaz. Değil mi ki ‘Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil (Vittgenstain). Ancak kavramlar arasındaki bağlar, ilişkiler ortaya konulduğu zaman muhakemeden; zihin teorik çerçeveyi çizebilmiş kuramı üretebilmişse bir var oluştan bahsedebiliriz. Şeylerden değil kavramlardan yola çıkarsak; ‘Tanrı varsa birdir’ (K. Cangızbay) denilebilir. İbrahim, sahip olduğu bilinci bir adım öteye taşımasaydı kendi kavminden hiçbir farkı kalmayacak ve asla kendi olamayacaktı. Asıl zirve toplumuna geri dönüp yanlışlarını onlara gösterdiğinde yaşanır. Şahit başladığı yere geri döner ve herkes etrafında bir yerlerde iken gerçekte hiç kimse yanında değildir; aralarında bir an kadar yakın ve sonsuz uzak bir mesafe bulunur. Şahit tek başınadır ve bu tek başınalığa bütün bir toplum şahittir.
Üstünlük kuleye çıkmakla değil takva iledir ve takva sahip olduklarımıza değil düşünce dünyamıza işaret eder. Kuram, düşünce dünyamızın omurgasıdır; bizi başkalarından farklı kılan şey ve farklı kılmışlığı ile bizi var eden bütüncül düşünce… Nasıl ki bir hayvan için diğer hayvanın hakkını gözetmek düşünülemez; çünkü hayvanlar içgüdüleri ile davranırlar ve içgüdüsel olan kuramsal olamaz. Kedi içgüdüsel olarak kedidir ve kedici olması nasıl mümkün değilse kuşlara kıyak geçmesi, farelere göz yumması da mümkün değildir. Zaten olması gerektiği gibi ise herhangi bir kuramdan da bahsedemeyiz. İnsan ise kalıp/nelik aşarlığı ile insan(K. Cangızbay) ve kalıpların dışına çıkmak- şehadetin la ile başladığına dikkat edelim- ancak kuram üretmekle mümkün olabilir. O, eşrefi mahlukat olarak kalıpların dışına çıkacak fakat bunu kalıp parçalıyorum da parçalıyorum adına yapmayacaktır. Bir tek kalıbın ürünü olmak nasıl ki beşer altının ve putperestliğin seviyesine inmektir, bütün kalıpları parçalayacağını iddia etmekte aynı seviyeye tersten düşmek anlamına gelir. Peki, ne yapacaktır insan? Elbette sakınacaktır.
Bu nokta da kuramın insan özgürlüğünün garantisi ve var oluşun zorunlu temeli olduğunu yakalarız. Hayat kuramsız yaşanılamaz ve hiçbir kuram bir başkasına dayatılamaz, elbette her kuram olgularla denetlenmeli ve yoklanmalıdır; yalnız somutluktan, ampirik olandan yola çıkılarak kuram üretilemeyeceğini asla unutmamak ve bilmediğinin peşinde olmaktan da sakınmak gerekir.
Elbette sakınacaktır; sakınarak bilincini uyanık tutacak ve kendisini sürekli üretecektir. Değil mi ki tamam, erdim dediği yer bittiği yerdir, insanın; tarihselliğinin, beşeriliğinin, insanlığın inkârı… Şahidin takva sahibi olması, var oluşunun zorunluluğudur, yoksa şahit olamaz, olunamaz.
Evet! İktidarın kuramı olmaz, ancak ve ancak kuramın iktidarı olabilir; yani ulu’l emir… Şahidin kelimesi ulu’l emre işaret eder. Oysa üçüncü dünya da her cemaat lideri kendini ulu’l emir zannetmek de ve sağa sola emirler yağdırmaktadır. Hazır halife de çıkarılmıştır zaten… Söz burada anlamını yitirmiş, şahitler yok edilmiş, bütün gözler anlamdan uzaklaşıp söyleyene yani ezbere yani tekrara çevrilmiştir. Ses vardır elbette ama sözün olduğunu söyleyemeyiz. Bu noktada ses ile söz yer değiştirmiş ve anlam sesin içinde kaybolup gitmiştir. Ses sahibi, söz sahibinin de önüne geçmiş ve sesin/gücün/yetkenin sahibi ulu’l emir zannedilir olmuştur, oysa ulu’l emir, söyleyen olmayıp tam aksine sözün ağırlığı, sözün gücü ve derinliğidir; fikrin tutarlığına ve kavramsal çerçeveye yani kurama işaret eder. Artık kuram yoktur; işi belirli kişilere yıkan/belirli kişileri öne çıkaran stratejik akıl vardır. Herkes birbirinin adamı/yandaşı ya da karşıt yandaşıdır.
Evet! Artık kuram yoktur, kurgu vardır, algı vardır. Oysa algılama ile hakikate ulaşılamaz. Kuram bütün insanlara açık ve hepsini kucaklayıcı iken kurgu hep birilerine işaret etmek de ve gerçeklik eğilip bükülmektedir. Ayrıca kuram tümele işaret ederken kurgu parçaya gönderme yapar ve varlığını ikame ettirmek için kendisini içinde bulunulan şartlara, koşullara eklemler. Neden, bir sürü İslam vardır? Kuram, Tur Dağı’na ulaşmak için bir yol çizme çabası iken kurgu bu yoldan bir parçadır sadece… Değil mi ki şartların, koşulların ürünü ancak Samiri olabilir; ürettiği/üretebileceği de böğürüp duran buzağı… Buzağının böğürtüsü Samiri’nin içini yakan iktidar ateşidir. İnsan açısından zorunlu olan, ses ve söz arasındaki mutlak örtüşürlük yok edilmiş geriye bir böğürtü kamıştır.
Böğürtü sözün anlamı bastırmak da anlam sesin içinde eriyip gitmektedir. Bu noktada herkes bir stratejinin parçasıdır en nihayetinde… Hayat artık bu büyük iktidar savaşlarının merkezi haline gelmiş, Firavun kim; Musa kim; Büyücü kim birbirine karışır olmuştur. Bir hedef peşindedir ya stratejist; öyle ise herkes o hedefin içinde konumlandırılabilir. Bu durumda güya yüce bir amaç uğruna herkes nesneleştirilmek de, herkes bu amaç uğruna şehit olmayı göze almak da, fakat; herkesin yaşadığı ânâ şahit olamayışına ne hikmetse hiç kimse şaşırmamaktadır. Allah’ım! hayretimi arttır. Oysa ancak ampirik olana/göz önünde olana; inandığını güya gözüyle gördüğüne kimse şaşırmaz.
Ne büyük rahatlıktır bulunduğumuz yer… Mümkünse en önden ve locadan lütfen! Hangisiyiz zamana tanıklık etme babında: Seyirci mi yoksa şahit mi? Oysa insan: seyircisi değil şahidi olduğu şeydir; çünkü şahitlik de görecelidir ve herkes her şeyin şahidi olamaz. Arena da Firavun neyin şahididir Musa neyin şahidi? Büyücüler ne yapmak da ve büyücülüklerine rağmen nelere şahit oluyorlar ki Musa’nın Rabb’ine inanıyorlar? İnsan ancak yaptığının/eylediğinin şahidi; kendisine gösterileninse seyircisi olabilir. Bu noktada her gösterinin bir göstereni kaçınılmaz ise seyircinin de kula kul olması mukadder; demek ki seyirci şahidin tam karşısında; aralarındaki benzerlik ve yakınlık ancak görgül düzeyde; bu ontolojik benzerliğin ancak epistemolojik/kuramsal düzeyde gün yüzüne çıkarılabileceğinin de kanıtı haline gelir. Büyücüler ve seyirciler arasındaki mesafe kah yakınlaşıp kah sonsuza çıkmaktadır. Arena da seyirciler neyin şahididir sahi? Firavunun kulları her zaman locada oturanlardır. Bir stratejinin içinde kurgulanan biz neyin şahidiyiz?
Kurgunun varlığı kuramın üretilmesini önler ve bu kurgusal/stratejik akıl, kuramın (ulu’l emir) üretilmesinde en büyük engeldir. Bir şey ne kadar stratejik değere sahipse o derece birilerine işaret eder ve diğerlerini es geçer. Oysa, ne kadar çok kişi es geçiliyorsa o oranda da hakikatten/adaletten sapılmış olur. Değil mi ki: ‘Akıllı ya da aptal adam yoktur; haysiyetli/şerefli/ onurlu/ izzetli adam ya da haysiyetsiz adam vardır’ (K. Cangızbay).
İzzet/şeref/onur/haysiyet/güç; Allah’ın, Peygamber’inin ve müminlerindir.
Bu anda ve burada sorabiliriz: Nedir Kelime-i Şehadet? Nasıl kılınırsa namaz, dosdoğru namaz olur?iktibas dergisi