Rahatsızlık, Çin Füzesi’nden Değil; Türkiye’nin Dik Durma Çabasından..

Selahaddin E. Çakırgil

VAN 24.10.2013 12:51:29 0
Rahatsızlık, Çin Füzesi’nden Değil; Türkiye’nin Dik Durma Çabasından..
Tarih: 01.01.0001 00:00

Türkiye’nin kendisini savunmak için, Çin’den füze almak ve ortaklaşa füze yapmak üzere bir anlaşma yapması üzerine, -tabiatiyle- Amerika başta olmak üzere, NATO çevrelerinden gelen açıklamalar, bu projenin Türkiye ile NATO arasındaki ilişkileri yokuşa süreceğini gösteriyor. Çünkü, Türkiye, NATO üyesi olduğuna göre, savunması da, NATO’dan ayrı planlanamaz.

Bu gerekçe, ilk planda doğru gibi gözükebilir de..

Ama, daha da ilginç olan, NATO ile Türkiye arasında esen bu bu soğuk rüzgârların yan etkilerinin de ortaya çıkıvermesi.. 

Bunların en başında İsrail rejiminin Dışişleri Bakan Yard. Ayalon’un ‘Türkiye NATO’dan atılmalıdır..’  görüşünü ortaya atması geliyor..

Halbuki, İsrail rejimi, NATO üyesi de değil.. Öyle bir rejimin, Türkiye’nin NATO’dan atılmasını istemesi ‘dışardan gazel okumak’  gibi değerlendirilebilir. Ama, bu aynı zamanda, NATO’nun bütün mes’elelerinin ve genel stratejisi ve siyaset planlamasının sadece Amerika tarafından değil, onun yapışık kardeşi durumundaki İsrail rejimi tarafından da dikkatle takib edildiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Mâlûmun ilâmı..

Arkasından, MİT Musteşarı Hakan Fidan’ın iki-üç yıl öncelerde, İsrail rejimi tarafından  resmen suçlanışından sonra, Amerikan yahudilerinin çıkardığı bir gazetede, Jewiss Press gazetesinde hedef tahtasına konulması merhalesine gelindi. Ki, geçmişte, Türkiye’nin dışarıya yansıyan simaları olarak, C.Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı ve bir de dışardaki diplomatları dış merkezlerde eleştiri konusu olabilirdi; ama, istihbarat biriminin, yani tamamen iç bürokrasiyle ilgili bir birimin başında olan bir ismin böylesine hedef tahtasına konulması, herhalde ilk kez oluyor. Demek ki, Türkiye’ye NATO odaklarından dikte edilenin dışında işler yapılmaya, geçmişe göre nisbeten bağımsız hareket eden bir istihbarat birimini devreye sokulmaya başlanabilmiştir.  Budur, rahatsızlık konusu..

NATO’dan yükselen eleştirileri, Rusya Lideri Putin’in, ‘Türkiye’nin Rusya ile daha yakın ilişkiler içinde olmasının daha faydalı olacağı’  şeklindeki sözleri takib etti.

Gelişmelerin, bir daha hatırlattığı gerçek şuydu:

Dışsiyaset, adı üstünde, dış etkenlerin hâkim olduğu bir alandır. Sadece ideallerinizi gözetirseniz, yolunuz üzerindeki hendeklere düşmek kaçınılmaz olabilir. ‘İdeali iste, realiteyi gör..’ prensibine göre hareket etmek gerekliliği, hele de dışsiyaset için daha bir geçerlidir.

*

Türkiye, NATO dünyası ile böyle bir çekişme noktasına durup dururken mi veya nasıl geldi? 

Türkiye’nin Çin’den füze almak istemesi ve Çin’le ortak füze yapımı projesi açıktır ki, NATO’nun silah sistematiğine uymayan silahların NATO üyesi bir ülkenin ordusunda yer alması gibi bir uyumsuzluğu beraberinde getirecektir. Halbuki, NATO’nun patronu Amerika olduğundan, NATO ordularının silahlarının Amerikan silah sistematiğine göre şekillenmesi öngörülmüştü. Bu önkabule aykırı davranıldığında ise, herşeyden önce, sanayiinin temelini silah sanayiine dayamış olan Amerikan emperyalizmi elbette rahatsız olacaktı. 

Tayyîb Erdoğan ise, zâhiren mâkul gibi gözüken NATO kaynaklı itirazlara karşı, ‘biz NATO üyesi ülkelerin ordularının silah envanterlerinde, NATO sistematiğinde bulunmayan silahların olduğunu yakînen biliyoruz..’ diyordu, özetle. Bu, tabiî idi de..

Çünkü, geçmişte, Soğuk Savaş döneminin iki kutublu dünyasında NATO karşısındaki Varşova Paktı üyesi olan bir çok ülke şimdi NATO üyesi olmuş bulunmakta.. Ama, onların silahları, hâlâ da geçmişteki Sovyet Rusya’nın silah sistematiğine göre şekillenmiştir.

Türkiye de, almak istediği Çin füzeleri için, bu örnekleri göstermekte..

Ama, asıl önemlisi, Türkiye’nin bu noktaya niçin ve nasıl geldiği hususudur.

Türkiye ile Suriye rejimlerinin ilişkileri, 2000’li yılların başına kadar 70-80 sene, sadece soğuk değil, düşmanca idi..

Suriye Buhranı patlak verince.. Ve de, Türkiye ile Suriye rejimlerinin arası, önce soğudu, sonra da husûmet derecesinde yeni bir merhaleye gelince.. Suriye’nin oldukça güçlü bir Rus füze savunma sistemine sahib olduğu hatırlandı..

İki ülke rejiminin arası soğudukça, ‘Türkiye’ye de bir saldırı olur mu?’ suali gündeme geldi.

Pekiy, böyle bir durum olursa, NATO ne yapabilirdi?

Üyesi olan Türkiye’yi savunur muydu NATO?

NATO Andlaşması’nın 4-5’nci maddelerinde, ‘üyelerin herhangi birisi bir dış saldırıya uğradığında, NATO o saldırıya karşı bütünüyle o üyenin savunmasına koşar..’ deniliyordu, özetle.. Hattâ, öylesine ki, B. Amerika’nın dışardan değil, kendi içinden ve sırf iç güvenlik zaaflarından dolayı uğradığı 11 Eylûl 2001 Saldırıları sonrasında, Amerikan Hükûmeti, bu iç saldırıyı bile, bir dışsaldırı gibi gösterip, NATO ülkelerinin herbirisinin kendi yanında yer alması gerektiğini NATO üyelerine dayatma yoluyla kabul ettirmişti.

Ama, şimdi, Suriye Buhranı’nda Türkiye’ye bir saldırı olursa, NATO ne yapacaktı, üyesi olan Türkiye’yi koruyacak mıydı?

İşte o zaman NATO ve onun patronu B. Amerika tarafından yapılan açıklamalar, ortada bir kararsızlığın ve hattâ ‘ipe un serme’ halinin sergilendiğini gösteriyordu. Öyle bir saldırı olursa, NATO Konseyi’nin toplanıp istişarelerden  sonra, neler yapılabileceği konusunda gerekli karar alınacaktı..

Halbuki, NATO, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’yla direkt bir ilgisinin hiç bir delili ortaya konulamamışken, Amerika’nın Afganistan’a saldırımasına da destek vermişti, Irak’a saldırmasına da..

Ama, Irak konusunda Türkiye bir fire vermişti..

*

USA emperyalizmi, Türkiye’yi cezalandırmayı unutmayacaktı..

Evet,  Türkiye, Meclisi, 1 Mart 2003 Tezkeresi’ni reddederek, Amerika’nın Irak’ı işgaline müdahalesine ve işgaline katılmayacağına karar verince.. Beklenmiyen bir durum meydana gelmiş, NATO’da Amerika’ya ‘hayır’ diyebilen bir kabul edilemez irade ortaya çıkmıştı!.

O zaman USA emperyalizminin sözcüsü durumundaki New York Times gazetesi, Türkiye Meclisi’nin o kararının hemen ertesinde, başyazarı Wiliam Saphire’in kaleminden  ‘Affet, ama unutma!.’  başlığı ile yayımladığı başyazıda, o günün şartları ve hassasiyeti açısından Türkiye’nin bu ‘suç’unun affedilmesini, ama, unutulmamasını; yeri geldiğinde faturasının ödetilmesi gerektiğini açıkça dile getirmişti.

Hatırlayalım, Irak’a saldırının planlandığı 2002 yılı yazında, dönemin TC. başbakanı Ecevit, ‘Amerika bizim müttefikimizdir, biz onun iddialarının doğruluğuna güveniriz..’ diyerek, 11 Eylûl Saldırıları’nda Saddam Irakı’nın dahlinin olduğu ve ayrıca kitle imha silahları sahibi bulunduğuna dair iddialar dolayısiyle cezalandırılmasına  yeşil ışık yakmıştı..

Ama, Ecevit Hükûmeti, 3 Kasım 2002’de, seçim yenilgisiyle sona ermiş ve Erdoğan’ın lideri olduğu AK Parti, bütün beklentileri alt-üst ederek, tek başına iktidara gelmişti.

Ama, AK Parti’nin lideri olan Tayyîb Erdoğan kanunî yasaklar dolayısiyle henüz Meclis’de m.vekili bile olmadığından, Abdullah Gül başbakan olmuş ve, Ecevit Hükûmeti’nin Irak’a müdahale etmesi halinde, Amerika’yla işbirliği yapılacağına dair vaadlerini, bir ateş topu halinde avucunda bulmuştu. Yine de, Türkiye Meclisi 1 Mart Tezkeresi’ni reddediyordu.

Bu ağır bir durumdu. Çünkü, Amerika’ya daha önceden sözverilmişti.. Nitekim, Meclis bu  tezkereyi reddettiği zaman, Ecevit, ‘Amerika’ya verilen sözlerin yerine getirilmemesinin bedeli ağır olur..’ derken, eski Cumhurbaşkanı Demirel de, ‘Abdullah Gül Hükûmeti’nin derhal istifa etmesi gerektiğini’ söylüyor; Amerika’nın hışmından korkuluyordu.. Tayyîb Erdoğan ise, ‘Biz elimizden geleni yaptık ama, nasıl ki, Amerikan Kongresi (Meclisi) önüne gelen her tasarıyı kabul etmeyebiliyorsa, bizim Meclisimiz de aynı şekilde kullanmıştır  yetkisini..’  diye geçiştirmeye çalışıyordu, ortaya çıkan sıkıntılı durumu..

Ama, Amerikalılar bu reddin, gerçekte, ‘iyi bir teşkilatçı olan Tayyîb Erdoğan’ın ince bir planlamasınının sonucu olduğunu’ uzun yıllar, defalarca açıkça dile getirecekler ve Irak’da işlerin istedikleri gibi gitmemesini, Kuzey’den müdahale edememelerine, bunun da  Türkiye’nin izin vermemesi dolayısiyle böyle olduğuna bağlıyacaklardı.

*

Tabiatiyle, Amerika, o hassas anda, Türkiye’yle daha sert bir sürtüşmeye girmemiş gibi görünmüştü, ama, ‘ihanete uğradığı’nı düşünerek, gereken cezalandırmayı da unutmamış ve Bağdad’da oluşturulan yeni Hükûmet’in Türkiye’yle ilişkilerini istediği gibi yönlendirdiği gibi; kuzeyde, Irak Kürdistanı’nda Barzanî liderliğinde oluşturduğu ‘Bölgesel Kürdistan Hükûmeti’nin sınırları içinde olan Kandil Dağları’nı da o Bölgesel Hükûmet’in kontrolü dışında tutup, o mıntıkayı PKK’nın merkez karargah üssü haline getirtmişti. Ki, o bölge, hâlâ, o statüde ve Türkiye için bir çıbanbaşı olarak durmakta.. Türkiye, elbette Amerika’nın izniyle ve hatâ onun AVACS’larının verdiği bilgilere göre o dağlara karşı, yıllarca hava akınları yaptı ama, aynı bilgiler Amerika ve İsrail aracılığıyla karşı tarafa da verildiğinden, hiç bir netice alamadı, boş dağlar yıllarca bombalandı-durdu..

Evet, Amerikan emperyalizmi affetmiş gibi gözükmüş, ama unutmamıştı..

*

Ve devreye bir de Suriye Buhranı girince.. Türkiye, Beşşar Esed rejimine, 4-5 ay kadar, karşı karşıya kaldığı iç buhranhı atlatması için neler yapması gerektiğine dair tavsiyeler yaptıysa da, bunlar netice vermemiş ve Baasçı Esed rejimi, şehirlere, yerleşim birimlerine ve sivil halk kitlelerinin üzerine hava bombardımanlarıyla ölüm yağdırmaya başlayınca ipler kopmuştu. Bunu fırsat bilen NATO dünyası, Türkiye’yi Suriye’ye bir saldırı için yüreklendirdiyse de, Türkiye gaz’a da gelmemiş ve sadece Suriye’den ülkesine sığınan yüzbinlerce sivil insana kapılarını açmakla ve korkunç şekilde kan dökmekten çekinmeyen Baas rejimine karşı olan muhaliflere psikolojik destek vermekle yetinmişti.

Ancak, Suriye tarafında, bütün ülkeye yayılan iç-savaşta atılan bazı mermiler, Türkiye sınırına da ulaşmaya başlayınca.. Türkiye, bir saldırıya uğraması halinde NATO’nun nasıl bir tavır takınacağını öğrenmek istiyordu.. Çünkü, ortada fiilen ciddî bir güven bunalımı vardı..

NATO, Türkiye’nin bir saldırıya uğraması halinde, ânında ve yerinde karşılık vermek yerine, nasıl bir tepki vereceğini karara bağlıyacak, o zamana kadar da birçok şey alt-üst olabilecekti..

Türkiye bir bakıma, NATO’yu test etmek istercesine, Suriye’den kendisine gelebilecek muhtemel bir füze saldırısına karşı Patriot Savunma sistemi istiyordu.. Uzuun müzakerelerden sonra, NATO, bu isteği kabul etti ve Suriye sınırına Patriot sistemi yerleştirmeye karar verdi.

Ancak, bu sistemin yerleştirilmesi bile 2,5 ay sürdü..

Dahası, Avrupa’daki NATO Başkomutanı olan Amerikalı general, yerleştirilen bu Patriot sistemlerinin kısa menzilli füzeleri yakalayabileceğini, uzun menzilli füzeleri ise, asla yakalayamıyacağını açıklıyordu. Yani, Türkiye, Afganistan ve diğer yerlerde NATO’nun emrine hemen koşacak, ama, NATO, Türkiye’nin saldırıya uğraması halinde, durumu değerlendirip, ona göre bir tavır takınacaktı.

Türkiye’yi Çin’le füze alımı ve ortak füze yapımı üzerinde anlaşma imzalamaya zorlayan durum bu idi.

*

Pekiy, Çin’e ne kadar güvenilir?  

Ancak, bu noktada unutulmaması gereken bir diğer nokta var.

Çin, Türkiye ile yapacağı bir anlaşmayı, Amerika’nın baskısı üzerine bozmayacak mıdır?

Bu hususta, Çin’in de, Rusya’nın da anlaşmalarına bağlılık noktasında Amerika’dan ve emperyalist dünyanın diğer ülkelerinden daha iyi durumda olmadığı unutulmamalıdır.

Hatırlayalım, İran’ın güneydeki Bûşehr kentinde kurulmakta olan nükleer reaktörün yapımı 30 yıl boyunca yılan hikayesine dönüşmüş, sadece Japonya değil, Rusya da Amerika’nın baskısı üzerine, milyarlarca dolar harcanan o tesisleri yarıda bırakmışlardı.

Çin’in de, NATO ve Amerikan baskısı üzerine yarınlarda geri adım atmıyacağını kimse garanti edemez.

 

Bu vesileyle bir ilginç örneği burada tekrarlamak yerinde olsa gerek..

1980-88 arasındaki İran - Irak Savaşı yıllarında,  Saddam Huseyn zorlandıkça.. Körfez’in güneyindeki  Bahreyn, Kuveyt gibi küçücük şeyhlikler, uluslararası hukuk açısından devlet statüsünde olmanın imkanını kullanıyorlar ve bağımsız devletler olarak Amerika’yla savunma işbirliği anlaşmaları yapıyorlardı. Bunun üzerine, Amerika da, 80 kadar savaş gemisinden oluşan bir filoyu İran Körfezi’ne göndermeye karar vermişti.

İran ise, bu körfezin bölge ülkeleri arasındaki bir iç sular olduğunu belirtip, buna şiddetle karşıydı.

Ama, Amerika donanmasını oraya göndermeye kararlı gözüküyordu.

Bunun üzerine, İran da Amerikan savaş gemilerinin Hürmüz Boğazı’ndan geçmeye kalkışması halinde vurulacağını açıklamıştı. belirtmişti..

Bunun için de, Çin’in ünlü silkworm / ipekböceği’  füzeleri satın alınmış ve bunlar Hürmüz Boğazı’nın İran tarafındaki yamaçlarda, oyuklara yerleştirilmişti. 

1987 yılında Amerikan gemileri Körfez’e girmeye başladığında ise.. Bu füzeler ateşlenmişti.

Amerikan savaş gemileri Körfez sularına gark olacaktı..

Ama, (o dönemde yazılıp çizilenlere göre) atılan ilk füze, havada parçalanmıştı.. İkincisi, üçüncüsü de..  Ve o zaman mes’elenin içinde bir oyun olduğu anlaşılmıştı. Üstelik, Amerika tarafından bir karşı füze filan da atılmamıştı.

Sonra anlaşılmıştı ki, Amerika Çin’e baskı yapınca, Çin, füzelerini İran’a satarken, onların nasıl etkisiz hale getirileceğinin bilgisini de Amerikalılara vermişti. Buna göre, Amerikan savaş gemilerinin güvertelerine küçücük düzenekler yerleştirilecek ve füze atıldığı radarla görüldüğü anda, hemen o düzeneklerden gökyüzüne, yüzlerce çivi, metal parçası fırlatılacaktı. O ipekböceği füzelerinin elektronik gözleri metallerin üzerine gittiğinden, havada onlara çarpınca parçalanıyordu.

İran, kendi füzelerini bizzat yapması gerektiğini bu acı denemelerden sonra öğrenmişti.

Şimdi, Çin, Türkiye’ye, ânında müdahale imkanı sağlayan füzeler verecek..

Ama, Türkiye şimdi benzer bir oyuna getirilmeyecek midir? Türkiye herhalde bu ihtimali önlemek için, sözkonusu füzeleri sadece satın almakla yetinmeyip, bunun teknolojisini de öğrenmek ve Türkiye’de de üretmek için bir anlaşma yapıyor.

Bu da, NATO ve Amerika tarafından da kabul edilebilecek bir durum değil.. Çünkü, Çin silah teknolojisi, NATO silah sistematiğine aykırı.. Bu da, NATO bünyesinde bir gedik açılmasına yol açabilirmiş..

Tayyîb Erdoğan iç ve dışsiyasette ‘dikleşmemek değil, dik durmak’ prensibini esas aldıklarını söylüyor, ama, dik duruşun bile, Amerikan emperyalizmince bir dikleşme olarak değerlendirileceğini de unutmamak gerekir.

Bu gelişmelerin, Türkiye’nin 1953’lerde Sovyet Rusya tehdidi üzerine, üyeliğine zorla sürüklendiği NATO’dan hayırlısıyla çıkması gibi bir netice getirmesi temennisiyle..

Kolay değil, ama, olmayacak şey de değil..