Osmanlı'da Millet ve Kulluk sistemi

Osmanlının bütün unsurlarıyla olmasa da aslında bir İslam devleti olduğunu söylerken millet kelimesinin geçirdiği anlam ve bağlam evrimini göz önüne aldığımızda ne demek istediğimiz daha anlaşılır olur.

VAN 5.12.2017 09:22:54 0
 Osmanlı
Tarih: 01.01.0001 00:00

 
OSMANLI’DA MİLLET VE KULLUK SİSTEMİ VE GÜNÜMÜZ
 
Hüseyin Alan
 
1.Osmanlı imparatorluğu bütün unsurlarıyla olmasa da bir İslam ‘devleti’ydi. Osmanlıda siyaset alanı, sultanlık hukuku ve geleneği üzerine teşkilatlanmış bir devlet biçimi olup, toplumsal alanı İslam şeri hukuk sistemi üzerine düzenlenmişti. Dolayısıyla millet sisteminde insan toplulukları dini inançlarına göre tasnif edilir, ahalinin Müslüman olan kısmı “Beraya”, gayri Müslim olan kısmı “Reaya” olarak sınıflanırdı. 
 
Beraya sınıfı devletin kendisine dayandığı, varlığını borçlu olduğu Müslüman milletti. Bu milletin bütün işleri Şeyhü’l İslamlık kurumu denetiminde, ülkenin her tarafına yayılmış müderris, kadı, müftü, imam, muhsip, lonca sistemindeki ahilik gibi yetkilendirilmiş kadrolarla, şeri hukuka dayalı olarak düzenlenirdi. 
 
Beraya’nın özelliği, devleti hesaba çekme ve denetleme yetkisinin olmasıdır. Bunlar devlete biat bağı ile bağlı, ilim üreten, askerlik yapan, cihada çıkan, fetih yapan, bürokrasiyi temsil edenlerdir. Bu nitelikleriyle diğer milletlerden statü ve hukuk olarak üstündüler. Normal zamanlarında kendi mülkiyetindeki ‘çifti ve çubuğunda’ çalışır, esnaflık yapar, zekat verir, cihada hazırlanırdı...   
 
Reaya sınıfı Yahudi, Hıristiyan, Süryani, Ermeni gibi kendi içlerinde dini inançlarına göre ayrılmış bir milletti. Bunların özelliği, devlete zimmet akdiyle bağlanan, itaat eden, ödedikleri haraç yahut cizye vergisiyle güvenlikleri teminat altına alınmış olmalarıdır. Statü olarak ikinci derecede sayılırlar. Dönemsel olarak değişse de genelde şehirlerde sınırlı yetkilerle ticari ve mali işler, sanat ve imalat gibi işlerle uğraşabilirlerdi.  
 
Reaya, devletin atadığı dini önderleri aracılığıyla yönetilir, denetlenir, siyaseten sorumluluk taşırlardı. Kendi içlerinde özerktiler. Dini cemaat olarak teşkilatlanır, eğitimlerini, hukuk düzenlerini, ailevi ve medeni tasarruflarını ve yaşam biçimlerini kendi dinlerine göre tanzim ederlerdi...
 
Osmanlı millet sistemindeki belirgin özellik, insanların dini ölçülere göre tasnif edilmesidir. Beraya, biat akdiyle bağlı, zekat veren, devletin sahibi olarak onu denetleme ve hesaba çekme yetkisine sahip olandır. Reaya, zimmet akdiyle bağlı, cizye veren, itaat eden, güvenliği teminat altına alınandır. 
 
2. Osmanlıda nasıl iki kategoriye ayrılmış millet sistemi varsa, onun uzantısı olarak iki tür kulluk/teba sistemi vardır. İlki ‘sultanın kulları’, ikincisi ‘Allah’ın kulları’dır.
 
Sultanın kulları bütünüyle devlet memurlarıdır. Merkezde, eyaletlerde ve vilayetlerdeki yönetici kadrodur. Genel tasniflemede, uğraşı alanları ve vazifeleri bakımından ‘kalemiyye (bürokrasi), ilmiyye (medrese), askeriye (ordu)’ olarak ayrışmıştır. 
 
Sultanın kulları veya çağdaş deyimle devletin adamları, atanması, azli, katli, mallarının müsaderesi bakımından bütünüyle yönetime bağlı olanlardır. Bu katmanın velileri yahut patronları, yönetimdir. Bu alanda hukuk, örfi sultani yasalar ve kurucu atalardan beri devam eden ama şartlara göre yenilenen geleneklerdir. Tasarruflar, sultana özeldir, sultanın yetkisindedir. Gerek kurucu yasalar gerekse buna bağlı olarak çıkartılan düzenlemeler, teorik olarak şeriata bağlıdır, uygulamada sultanın aldığı kararların şeriata uyarlanması söz konusu olsa da... 
 
Allah’ın kulları, Müslim Gayri Müslim yönetilen milletlerin toplamıdır. Bu alanda her milletin kendi ‘şer’i’ yasaları geçerlidir. Müslüman milletin işlerini şeyhü’l İslamlık, Gayri Müslimlerin işlerini dini önderleri yürütür. Sultan buraya müdahale edemez, yetki alanı dışındadır. Yüksek derecede görevlileri atayabilir ama azletme yetkisi yoktur. Azil, suçlu bulunduğu takdirde her cemaatin kendi kadısına aittir.
 
3. Tanzimat devri, devletin yeniden ‘tanzim’ edilmeye başlandığı devirdir. Yayımlanan fermanla devlet, kendi yapısında yeniden teşkilatlanmaya, yönettiği ahalinin sınıflanmasında modern ölçüye göre yeniden tasniflemeye başlar. “Gavur Patişah” tabiriyle tepki verilen Batılılaşma dediğimiz hadise böylece ve resen başlar.
 
Tanzimat’la birlikte devlet kendisini İslam’ın dışında tanımlamaya, İslam’la bağını koparmaya, Batıdan ithal edilen reformlarla kurumsal olarak yeniden düzenlemeye gider. Önemli bir ara durak olan cumhuriyetle devam eder, adı konarak laikliğe geçer, aynı istikamette üzerine koyarak günümüze kadar gelir... 
 
Devletin yeniden tanzim edilmesi, yazılı anayasa sistemine geçerek yeniden teşkilatlanması, doğal olarak millet sisteminin de yenilenmesini getirir. Daha önceki dini dayanaklı millet sistemi kalkar, yerine Batı tipi ‘eşit vatandaşlık’ statüsü gelir. Vergi, askerlik, meslek, eğitim, kazanç, adli ve hukuki statüde eşitlik vs, tek tipleşme veya standartlaşma gelir...  
 
Bütün bu işler, keskin dönüşler halinde devlet katında kararlaştırılır, devlet eliyle, yukardan yapılır. Aynı reform hareketleri birbirini tamamlayacak ve bütünleştirecek muhteva ve biçimde olmak üzere 2. Mahmut ve Atatürk’ün yöntemleriyle sert ve dayatmacı biçimde, 2. Abdulhamid ve sağcı partilerin yöntemiyle yumuşak ve ikna yöntemiyle yapılır. İş aynıdır ama yöntemler farklıdır.
 
4. Günümüze gelindiğinde üç ayrı kırılmadan bahsedilmelidir. Birincisi, Osmanlı düzeninde siyaset alanı yahut devlet sistemi, pratik olarak sultani örfi yasalara dayansa da teorik olarak İslami ve şer’i sisteme dayalıdır. Buna karşılık toplumsal alan, bütünüyle hem teorik olarak ve hem de pratik olarak İslami ve şer’i sisteme dayalıdır.
 
İkincisi, Tanzimat devriyle başlayan kırılmada, siyaset ve devlet alanı esastan, teoriden ve pratikten başlayarak İslam’dan ve şeri hukuk sisteminden bütünüyle kopmuştur. Buna karşılık toplumsal alanda, siyasi alanın reformları bu alana da yansımaya başlamıştır. 
 
Üçüncüsü, cumhuriyetle başlayan ve günümüze kadar gelen kırılmada, siyasal alanının yanında toplumsal alanın da, bütünüyle İslami ve şeri hukuk sisteminden kopuş gerçekleşmiştir. Dinin kişiselleşmesi, özelleşmesi, vicdani alana gönderilmesi, bütün dinlerin devlet nezdinde eşit muameleye tabi tutulması bu kırılmanın sonucudur.
 
Üçlü kırılmadan sonra söylenebilir ki, mevcut hal, referans yeri ve çevresi olarak Medine İslam devleti ve dört raşit halife devri ile kıyaslandığında, Müslümanların tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir düşüş, İslam milleti olarak insanlık tarihinden çıkış devresidir.
 
5. Başından beri “millet” kelimesi ve tanımı, iki farklı manada ve çerçevede kullanıldı. Kelime, Tanzimat’a kadar olan devrede, doğrudan dini referansla, din bağıyla bağlı olarak bir araya gelmiş insan topluluklarının siyasi birliğini ve bütünlüğünü ifade etti. Bu manada millet, dünyevi işlerini de İslam’a göre düzenleyenleri temsil etti. 
 
Kelime, Tanzimat’tan sonra ve günümüzde, dil, tarih, kültür, vatan ve din ortak bağlarıyla bağlı insan topluluklarının birliğini ve bütünlüğünü ifade etti. Son kullanımda din, belirleyici ve düzenleyici olarak değil, modern kimliğin bir parçası olarak kaldı, millileşti. Dolayısıyla millet artık, dünyevi işlerini İslam’dan bağımsız olarak düzenleyenleri temsil etti. 
 
Türkçe lisanı eski haliyle dini bağı, gramer, alfabe ve kelime yapısından kopartılarak, değiştirilmiş haliyle modern akıl ve bilim referansıyla Latin alfabesine geçince, kelimelerde muhteva ve çağrıştırdığı mana ve pratik karşılık olarak değişti. Dolayısıyla bu gün bazı kelimeler şeklen kullanılıyor olsa da, zihinlerde çağrıştırdığı anlam ve referans bağlamı bakımından artık aynı değildir.
 
Millet kelimesi bu sebeple değişimin tipik örneğidir. Dini bağlamı ve anlamı bakımından millet, doğrudan Müslümanlıkla alakalıdır. Tevhid inancıyla bağlantılıdır. Kelime, siyasi, iktisadi, hukuki kamusal işlerini, meslek, sanat, edebiyat, aile, komşu, mahalle, şehir gibi toplumsal işlerini İslam şeri nizamına göre düzenleyen, bunun için bir araya gelmiş ve bütünleşmiş insan topluluğunu ifade eder. 
 
Oysa lisan değiştikten sonra aynı kelime bambaşka anlamı ifade ediyor. Burada, inanç, ahlak, ibadet, dua, maneviyat, ilahiyat, ruhaniyat, vicdan gibi kişisel bir inancı benimsemiş bireylerden müteşekkil milliyetçi bir topluluk söz konusudur. Bu topluluk, toplumsal ve kamusal işler olan siyaset, iktisat, hukuk, meslek, sanat, edebiyat, aile, komşu, site, kent gibi işlerini çağdaş şartlara, akla, bilime göre düzenleyen topluluktur. 
 
Millet meclisi, milletin hakimiyeti, milli irade, şura’yı meclis, icma, itaat, biat, siyaset, Hilafet vs kelimeleri de, benzer biçimde değişikliğe uğrayan kelimelerdir. Günümüzde dillerde sıkça dolaşıma sürülen bu kelimeler gerçekte, zihinlerde aynı manayı çağrıştırmıyor, aynı tavırlara ve tepkilere yol açmıyor dolayısıyla.
 
Osmanlı millet ve kulluk sistemi burada ufuk açıcı ve çarpıcı bir misaldir. Osmanlının bütün unsurlarıyla olmasa da aslında bir İslam devleti olduğunu söylerken millet kelimesinin geçirdiği anlam ve bağlam evrimini göz önüne aldığımızda ne demek istediğimiz daha anlaşılır olur. 
 
6. Osmanlı sistemini özetlerken belirli bir yerden sonra başlayan ve halen süregelen reform süreci özetlenirken aslında, Müslümanların bu süreçte zihinsel olarak, düşünüş biçimi olarak ciddi seviyede değişime uğradığını, kendi kavramları ve düşünce kodlarıyla düşünmekten, bu düşünceye uygun davranışlardan ve tepkilerden bu sebeple koptuğunu söylemek gerekir. 
 
Misalen, Müslümanlar neden bir araya gelemezler sorusu, duyarlı her Mü’min’in canını acıtan, içini yakan ama cevabını da bir türlü bulamadığı bir sorudur. O halde söylenmeli ki en temel sebep, tarihsel süreçte oluşan bu zihinsel değişimdir, bu değişimin kavranamamasıdır. Yakın tarih olsun bir tarih bilinci olmayan milletin, hafızasız kalması ve trendlere göre sürüklenmesi bu sebeple mukadderdir. 
 
Osmanlıyı şu veya bu sebeple eleştirmek, onların doğrusunu yanlışını ortaya koyup buraya nasıl gelindiğine, bu gün neler olduğunu sebepleriyle birlikte anlamaya ve gereğini yapmaya bağlanacaksa şayet anlamlı, gerekli ve yararlıdır. Değilse anlamsız ve gereksizdir!
 
Hz. Muhammed’in ve dört raşit Halife döneminin referans yeri ve çerçevesi olduğunu unutmuş, orayı bir şekilde tarihselleştirmiş ve değersizleştirmiş bir dönemi yaşıyoruz. Oysa tarihsel çizgide dönemsel eksikliklerin nedenlerini anlamak, günümüzün neden buraya geldiğini, geleceğimizin nasıl olması gerektiğini anlamak için dahi, o referansa ihtiyacımız var. Bunu kavrayabilir, eksik gediğimizi sebepleriyle değerlendirebilirsek, ne yapmamız gerektiğine de doğru şekliyle yönelebiliriz. 
 
Söylenmeli ki vaziyet ve istikamet iyiye işaret etmiyor! Osmanlıya ve daha başka geçmişe kızıp durmak, iki kalemde üstünden geçip gitmek, psikolojik rahatlamayı sağlayabilir ama derde derman olmaz! 
 
İktibas Dergisi