“Öcalan günün birinde parlamentoya girecek”

'Dünün teröristi, bugünün muteber adamı...Erdoğan bu memleketi prangalarından kurtardı...Kürt bir yazar çok yakında Nobel alacak...Kürtçe hala tutsak...Erdoğan'ın işi Öcalan'a göre daha zor...Herşey Türk devletini taklit ediyor...

VAN 14.06.2014 10:37:27 0
“Öcalan günün birinde parlamentoya girecek”
Tarih: 01.01.0001 00:00

"O bir Hesis...Gizli ses...Gizli kelam...Ezilmiş, ufalanmış değerli bir taşın tozu o... Öyle bir ruh ki, bedeni onun ayaklarının altına serilmiş, öyle bir ruh ki, başka vücutlarda da yaşamış...Öyle bir ruh ki, tekrar geldiğinde dünyaya yine kendi sefilliğini seçmiş...Çünkü içinin zenginliği yetmiş ona...Bir kelimesi için ödediğim bedelden anladım ki, benim gibi fakire çok gelir Muhsin Kızılkaya...ama anlayana bedava!"

“HERKESİN CENNETİ ÇOCUKLUĞUDUR”

"BAYRAK DİREĞİ BİZİM İÇİN, HIZLI ÇOCUKLARIN TIRMANDIĞI BİR DİREKTEN İBARETTİ"

1963’de Hakkari’nin Kürtçe adı Çele; Çukurca kazasının, Kürtçe adı Guzereş, değiştirilmiş adıyla Cevizli köyünün bir mezrasında geldiniz dünyaya. Bütün doğulu çocuklar gibi büyük adam gibi mi görünüyordunuz yoksa adam olacak çocuk gibi mi duruyordunuz?

Aslında ikisinin karışımı. Çünkü oralarda çok çocuk kalamıyorsun. Hayat çok çetrefil ve acımasız olduğu için bir an önce emekleyip, bir yere tutunmak zorundasın, onun için şımarık çocukluğa vakit yok. Çocukluk, hızlı ve bir dönemdir. Aslında bugünün çocukları için uzun bir dönemdir çünkü el bebek gül bebek, aman yavrum üşütme, başına bir şey gelmesin gibi kaygılarla büyüyorlar. Hayat sana, doğa salıp, kendi türlerinin dışındaki düşünmeyen insan gibi oraya tutunmayı öğretiyor. Benimki de öyleydi. Çocukluk herkesin cennetim dediği dönemdir. Herkesin cenneti çocukluğudur. Roland Barthes’ın bir lafıdır, “Bir tek anayurt vardır, o da çocukluğun anayurtudur” onun dışında mülteci olarak yaşarsın, çocukluk yerleşik hayattır, gerisi mültecidir. Benim doğduğum köyde okul vardı, ağabeylerim gidiyordu ama ben okula gidecek yaşta değildim, ben okul yaşına geldiğimde, göç ettiğimiz köyde okul yoktu. Abilerim beni de beraberinde götürüyordu, tek derslikti 5 sınıflı bir okuldu, birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar diziliyorlardı, her bir derste öğretmen birilerine ders anlatıyordu, köyün tek çatılı binasıydı, önünde kırmızı al bayrak dalgalanan tek binaydı. Farklı bir mimari olarak, bize dışarıdan gelmiş, hayallerimizin yetişemediği bir kutu gibiydi. Bayrak direği bizim için, çok hızlı çocukların tırmanıp tepesine çıktıkları bir direkten ibaretti. Zemin tahtaydı, tahtaların altında da bir bodrum katı vardı, öğretmenin masasının olduğu yerde bir kapak açılırdı, o kapakla aşağı inilirdi. Ona çocuklar, “Tahta altı” diyorlardı, öğretmen ceza alan çocukları ortaya gönderirdi. Öğretmen beni kendi masasına oturturdu. Bir bahar günü, okul pikniğe giderken ben en öndeyim, kıvırcık saçlarım vardı, Eskişehir marşı söyleniyordu, kafamda hayaller…

“EKSİK BABALIK KÖTÜ BİR ŞEYDİR”

“YILMAZ ÖZDİL’İN KAÇAKÇILIK DEDİĞİ, ORADAKİ İNSANLARIN TİCARET DEDİĞİ BİR ŞEY”

Yılmaz Özdil’in "Babası eşek. Anası attır. Eşşek atı becerir katır doğar (...) Kaçakçılık katırdır. 50 liracık canını tehlikeye atmak zorunda kalan masum köylü filan deniyor. Haftada iki sefer yaptığında 15 bin lira kazanıyor o masum!" satırlarına cevabınız: “Benim babam bir kaçakçıydı” oldu. Bu işi yaparken nezarethaneye atılan, tırnakları çekilen bir baba, sizden bir şeyinizi kaçırmış olabilir mi, zaman… sevgi?

Kaçırmaz olur mu? Zaten eksik babalık kötü bir şeydir. Babamın kötü bir şey yaptığını söylemiyorum ama….Benim babam bir mülteciydi. İngilizlerin Irak’a girmesiyle beraber, İngilizlere karşı savaşırken bedeninde üç tane kurşun yarası taşıyordu. İngilizler, Irak’a girdiklerinde Araplar çok çabuk İngilizlere teslim oldular. Kürtler, İngilizlere karşı direnişe geçti çünkü halifenin ordusuna karşı gelip densizlik yapıyordu. Direniş sırasında Kürtler fena dayak yedi, babam da üç kurşun yemişti. Irak Kürdistan’ını İngilizler ele geçirince, “Bize burada ekmek yok” deyip, Türkiye tarafına göç ediyor. O sırada sınırlar çizilmediği için Hakkari’ye geliyor. Nasturilere tehcir kararı çıkartılmış, ülkenin doğusunda azınlıklara karşı birkaç katliam yaşandı. Ermeni tehciri sırasında yaşandı. Onların toprakları bomboş kaldı. Hepsi sürüldüler, katledildiler. Ve dışarıdan gelen Kürtler de onların topraklarının üstüne kondu. Benim babam da o sırada Hakkari’ye geldi, Süryanilerin bomboş arazileri vardı, fakat o Kürdistan’a İngilizler geldiğinde, kendi topraklarından kaçmak zorunda kalan bir mülteci olduğu için, Hakkari’de kendisine verilen Nastüri toprağını kabul etmedi. Yaşar Kemal’in kendisine söylediği gibi, “Bozulmuş bir yuva başka bir kuşa yuva olmaz” Süryanilerin topraklarını bozulmuş yuvaları olarak görüyordu, kendisine yanaşmış olan Irak’lı bir akrabası ve kardeşi Yasin ile beraber hayvancılık yapıyordu, sonra aşk kıskançlığı yüzünden amcam Yasin’i öldürüyor, babam da kardeşinin katilini takip ediyor, aylar süren bir takip sonucu intikamını alıyor, kardeşinin öldürüldüğü yerde durmama kararı alıyor, evleniyor ve Çukurca kasabasına gidiyor, orada annemin babası tarla veriyor, o sırada karısı ölüyor, annemle evleniyor, bizler doğuyoruz, 9 kardeşiz, abi ve ablalarım büyümeye başlayınca tek tarla yetmiyor ve babam ticaret yapıyor. Yılmaz Özdil’in kaçakçılık dediği, oradaki insanların ticaret dediği bir şey. Sınırın çekiliş tarihi yeni bir tarih(1920’den sonrası). Musul’dan bir şey alıp, Hakkari’de satmak ticaret onlar için. Kaldı ki sınır kimin umurunda, dayı öbür tarafta kalmış, yeğen bu tarafta…köylerin bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Türkiye’de kalmış, damlarda birbirlerine ekmek uzatan insanların arasına sınır çektiğin zaman, ondan sonra da bunun adına kaçakçılık dersen, “Çüş” derim. Tarih bilgisinden, sosyolojikten gerçeklikten bihaber olduğun zaman bütün dünyayı at gözlüğü ile görürsün. Balıklar için kara sularında sınır diye bir şey var mıdır, bir lüfer için ege kara suları umrunda mı, sular onun yurdudur, kuşların hava sahası derdi yoktur. Bu tür şeyler bizim gibi b…tan yaratıkların bulduğu şeyler. Doğaya karşı bir şeyi feth edebileceğimiz duygusunu içimize yerleştirdiğimiz andan itibaren doğa kirlenmeye başladı. Biz kendimizi her şeyin merkezinde görmeye başladığımız andan itibaren sınır diye bir şey bulduk. Uzaydan baktığın zaman bizim gibi karıncaya benzer yaratıkların çizdiği sınırların hiçbir anlamı yok. Babamı bir akrabamız şikayet etti…

“ÜMMETTEN MİLLETE GEÇİŞİMİZİ SAĞLAYAN BARZANİ HAREKETİ OLDU”

Sonra babanızın tırnakları çekildi, amcanız aklını yitirdi….İçinde yüzdüğünüz suda kabullenmekte en çok zorlandığınız şey ne oldu? Müslüman olmasaydınız, Müslümanlığı kabullenmek Türklüğü kabullenmek kadar zor olur muydu sizin için?

Biz Müslüman doğduk ama Türk doğmadık. Biz doğduğumuz andan itibaren kulağımıza ezan okudu, andımız okunmadı. 1900’lerin başında Milliyetçilik denen virüs icat edilmiş ama bizim kanımıza bulaşmamıştı. 1960’lı yıllara geldiğimizde bu hadiselerin bize yansıması 50 sene aldı, ben doğduğum yıllarda biz hala ümmettik. Ümmeti Muhammediye idik. Bizi birleştiren şey de oydu. Bizim köyümüze gelip ders veren öğretmen Türk değildi, Müslüman’dı. Ama bu Müslümanlık, İslamcılık ya da siyasal bir felsefe değil, Osmanlı imparatorluğunda hepimizi birleştiren o İslam birliği felsefesinden yola çıkan ümmete mensup olmak. Bizim ümmetten millete geçişimizi sağlayan Barzani hareketi oldu. Benim doğduğum yılların başı Irak’ta ulusal kurtuluş savaşının ayyuka çıktığı dönemdir, ezanda çıkan ikinci ses de top gürlemesidir. Bizim yanı başımıza toplar patlıyordu, cephe radyosundan haberler geliyordu, o zaman anladık ki Kürt diye bir millet var. Aynı sorunu biz de çekiyoruz, toplarımızın yönünü Hakkari’ye çevirip burada bir savaş başlatalım demedik. Bizim için millet fikrini benimsetecek ve onu var edecek tek bir güç varsa Barzani’dir, o orada savaşı kazanırsa belki bizde içinde yer alabiliriz ya da yer almayabiliriz, dedik ama bizden büyüklerin hafızasında ise daha korkunç olaylar var. Çünkü onlar Türkiye’de cereyan eden olayları bire bir yaşamışlar, jandarma baskısını görmüşler, yasaklanmış bir dilden azade olmuştur. Türkçe eğitimle, yabancı öğretmenleri gördüğüm zaman bir zenginliğin içine girdiğimizi, olmayan bir dünyanın kapılarının açılması olarak görüyorum. Bir haritanın üzerinde kırmızı oklarla Anadolu’yu işaret eden ve at üstünde pala bıyıklı, atı koşturan bir figür. O haritaya baktığın zaman, at üstündeki insanların pala bıyıkları ve kalkanların üzerindeki Arapça yazılar da bizi ümmet fikriyle tuttu. Bütün bunları zenginlik olarak görüyorum. Ta ki ben yatılı okula gidince durum değişti.

“YÜKSEKLERE SÜRÜNEREK GİDENLERDENİM”

“TÜRKÇEYE ÖFKEM HİÇ OLMADI”

“NE KAZANDIYSAM TÜRKÇEDEN KAZANDIM”

“KÜRTÇE KONUŞTUĞUM İÇİN BENİ DÖVEN ÖĞRETMENİ, TÜRKÇEYİ ONDAN DAHA İYİ ÖĞRENEREK CEZALANDIRDIM”

Artık belki de duygular işin içine girdi…hatta beceriler....Akif beki sizi bir yazısında: “Muhsin Kızılakaya telaffuz ettiği her cümleyi sarfa helalinden hak kazanmış, her kelimesinin bedelini kahır çekerek ödemiş biri.” diye tarif etmiş…Kelimelerinizin bedeli neler oldu? acılarınızı sevdiniz mi?

Birebir yeniden bir hayat sunsalar, ben eski hayatı yeğelerim… Daha steril, daha problemsiz, daha acısız bir hayat önerirlerse de çocukluğumu tercih ederim. Kendi çocuklarınızın mı, çocuklarınızın çocukluğunu mu tercih edersin deseler, kendi çocukluğumu, derim. İnsan acıların içinde büyür, onunla hayatın farkına varır, o zaman da elde ettiklerinin kıymetini daha iyi anlarsın. Yüksek yerlerde kuşlar da yaşar, sürüngenler de yaşar…Sürüngenler oraya sürünerek, kuşlar da uçarak gitmişlerdir. Uçarak gitmek bir maharettir ama sürünerek gitmek daha büyük efor gerektirir. Ben galiba sürünerek gidenlerdenim. Herkesin hayatı romandır ama hiçbir roman da insan hayatından çıkmaz, hayatın içinden bir cümleden roman çıkar. Herkes kendi hayatını roman görür ama bunlar çok yanıltıcı şeylerdir. Kelimelerin bedelini ödemek, hepsine değer vererek elde etmek kolay olmadı ama benim arkadaşlarımla anlaşmamı sağlayan onların dilidir, ben onların dilinden kendimi anlatmayı becerdim. Yatılı bölge okulunda Kürtçe konuştuğum için annemin gözlerinin önünde dövüldüğümde, beni döven öğretmene söz vermiştim: “Günün birinde senin dilini senden daha iyi öğreneceğim” diye. Çünkü onun dilini konuşmadığım için o zulmü gördüm. Ona vereceğim en büyük ceza da, onun dilini ondan daha güzel konuşmaktı. Benim hiçbir zaman Türkçeye öfkem olmadı, hep minnettar kaldım. Çünkü bana bir hayat verdi. Ne kazandıysam Türkçeden kazandım.

“ARKADAŞ ÇEVREMDE “KÜRTÇÜLÜK YAPAN MUHSİN” OLARAK GÖRÜLÜRÜM”

Öğretmeninizi utandırmak için onun dilini ondan daha iyi kullanma çabasında oldunuz ama ‘Bölücü’, ‘Kürtçü’, ‘Hain’ diyenlere aynı cevabı vermediniz….bu sıfatlarına katlanarak, bugüne kadar tutunmaya çalıştım hayata!” dediniz. Bu sıfatlar sizden alındı mı, bu anlamda bir hafifleme yaşıyor musunuz?

Çok uzun bir süre sonrasında buraya geldim. 90’lı yıllarda, çalıştığım yerlerde, arkadaş çevremde hep “Kürtçülük yapan Muhsin” olarak görüldüğüm için, onların nezdinde tehlikeli bir adamdım. Şimdi de onlar kadar Kürtçü olmadığım için suçlanıyorum. Oysa ben hiç değişmedim…Ben 90’lı yıllarda Kürt meselesi hakkında ne diyorsam aynısını diyorum ama onlar daha radikalleştiği için beni öbür kampa geçmiş bir adam olarak gördüler. Onların böyle söylemeleri zoruma gitmiyor çünkü ben Kürt meselesi hakkında konuştuğum zaman bu konuları böyle konuşan insan sayısı çok azdı. 90’lı yıllarda Radikal Gazetesi’nde yazılar yazıyordum bilerek yazımın içine Kürtçe bir dörtlük koyuyordum. Bir gün yayın yönetmeni Tuğrul Eryılmaz’a, gazetenin genel yayın yönetmeni demiş ki: “Tuğrul bey her hafta Kürtçe bir şey okuyacak mıyız?” o da beni uyardı, her hafta gazetemizden Kürtçe bir kelime çıkacak mı diye. Ben de yazı yazdığım sürece her yazımda Kürtçe bir cümle geçireceğim, dedim. O kadro değişmedi, ben onların nezdinde Kürtlerin tarafında yer almayan, onlarsa Kürtlerin kurtuluşunu silahlı mücadelede araçlarla devam etmesini sağlayan Kürtçü arkadaşlar oldular. Böyle davranmaları iyidir.

“FAZLA DAYAK YEMEMİN TEMELİNDE ARAFLIK VE ÜÇÜNCÜ TARAFLIK VAR”

“TÜRKİYE’DE KÜRTLER TÜRKİYELİDİR”

“BU MEMLEKETTE OLAN HER ŞEYDE BENİ ŞAHİT YAZSINLAR İSTİYORUM”

“POPÜLER KÜLTÜRDE DAYAK YERSİN”

Kürt halkının nerede öncülüğünü yaptığınızı soracağım…Ahmet Hakan sizi, “Muhsin Kızılkaya... Kürt popüler kültürünün bir numaralı ismi...” diye tanımlamıştı. Popüler kültür, genel, alt, maddi, manevi kültürlerin temsilcisi olmaktan daha mı iyiydi ya da yorucuydu? Hangi kesimin temsilcileri daha fazla yara aldı?

Ben bir şeyin temsilcisi olduğumu düşünmüyorum. Bir şeylere katkı sunmaya çalışan bir neferim. Ama popüler kültür daha zor olan alandır, orada dayak yersin çünkü öbüründe bilimsel ölçütler var, seni daha oturaklı görürler, onlar anlar ya da anlamaz, süslü cümleler kurdukça onların gözünde çok şey bilen adam, alim pozisyonuna girersin. Popüler kültür yavşak bir alan gibi görünüyor. Yani ağır meseleleri popüler kültür üzerinden ifade etmeye çalışmak, riskli bir alandır, her an her yere kayabilirsin. Ya hiç ciddiye alınmazsın ya da bir süre sonra medya maymununa dönme tehliken de vardır, sadece Kürt türküleri üzerinden anlatmak bir süre sonra hiçbir işe yaramayabilir, ya da Kürt atasözleri ve Kürt popüler kültürü üzerinden bir dil geliştirmeye çalıştırırsan…Yılmaz Erdoğan popüler kültürün önemli ikonlarından bir tanesidir. Ama bir Kürt olarak kat ettiği yolu anlatan bir kitap yazdım, bu kitap Hakkari’de doğmuş bir Kürdün, bir memleketin starı olma yolculuğunun nasıl bir yolculuk olduğunu anlatan bir kitap. Bu aynı zamanda bir şeyin de temsili. Bu aynı zamanda şunu da gösterir, “Türkiye’de Kürtler Türkiyelidir” ama başka yerlerde oralı değildir, Irak’taki Kürtler oralı değil, Iraklı sayılmışlar. Irak’ta Yılmaz Erdoğan, İbrahim Tatlıses benzeri sanatçılar yok ama burada var, aradaki farkı anlatmaya soyunduğun zaman hem popüler kültür alanında bir iş yapmış oluyorsun, hem de bunun üstünden giderek daha hafifleterek anlatma yolunu bulmuş oluyorsun. Çok fazla Kürtçülüğe bulaşmış biri için benim yaptığım o kitabın 5 paralık bir değeri yoktur. Ama Kürt meselesinden hiç haberi olmayan bir Türk için Yılmaz Erdoğan’ın çok büyük değeri vardır. Benim derdim de o aradaki köprüyü kurmak. Yılmaz Erdoğan, şöhreti elinin tersiyle itip, militan bir adam olarak ortaya çıkıp, her mitingde haykıran, her gecede sahneye çıkan, devrimci bir sanatçı pozisyon alsaydı öbürü için daha kıymetli bir hal alacaktı. Ama ikisin arasında bir köprü olabilme işi zordur, ama orası da araftır, orada çok fazla dayak yersin. Bizim fazla dayak yememizin temelinde Araflık, Araflığın ötesinde üçüncü taraf olma meselesi yatıyor. İki kişi sokakta kavga eder, sen araya girersin, dayağı sen yersin, karakolda ifadeyi sen verirsin, senin üstüne kalır. Kavga edenlerin arasına kolay kolay girilmez, “Beni şahit yazarlar” derler. Bu memlekette olan her şeyde beni şahit yazsınlar istiyorum.

“İBRAHİM TATLISES’İ SESİNDEN VURDULAR”

“SİYASETTE BU KADAR KIYICI OLMAMIZIN SEBEBİ, TÜRKÜLERİN EKSİKLİĞİDİR”

Bir Kürdün şöhretle imtihanı, dediniz. İbrahim Tatlıses’i de yazdınız. Yaşam öyküsünü kaleme aldığınız kişiler var, portrelerini yaptığınız insanların içine sığdıkları kabı avuçlarınızda tutma yeteneği nereden?

Herkesin hikayesi yüzünden yansır. Hepimizin yazısı alnındadır. Alın yazısını okuyabilmek Allah’ın işidir. İbrahim Tatlıses’e baktığın zaman; halinden, tavrından, oturuşundan, kelimeleri seçişinden, tınısına….geldiği yerle ilgili sana o kadar çok malzeme sunan birisi ki…Onun için derinlemesine bir şey araştırmanın anlamı yok. Bu biraz yazarlık yeteneği ile ilgili bir şey. Keşke büyük yazarlar gibi iyi bir yazar olabilseydim. Çünkü onların kitaplarını okuduğum zaman insan ruhuna bu kadar nüfuz edebilme yeteneğini nasıl kazanmışlar diye hayret ediyorum. Daha çok benim için insanın konuşma biçimi ve mimiklerine yansıyan duygusu onun hayatını ele veriyor. Bu özellikle İbrahim Tatlıses üzerinden gittiğin zaman böyle. Ben İbrahim Tatlıses’e, “Konuşma, türkü söyle” diye bir yazı yazmıştım. Atatürk ile Hitleri karşılaştıran bir konuşma yapmıştı, bilmeden “Onların Hitleri varsa bizim de Atatürk’ümüz var” gibi bir laf etmişti, sonrada başı belaya girmişti. Keşke İbrahim Tatlıses sadece türkü söyleseydi, keşke hiç harici işlere bulaşmamış olsaydı, onun sesi dünyanın en büyük sermayesiydi, bize 15 sene daha türkü söyleyecekti. İbrahim Tatlıses’i sesinden vurdular ve bizim hayatımızın bir yerinden türküler eksik oldu. Türküler var ama herkes İbrahim Tatlıses gibi türkü söyleyemez. Neşet Ertaş’ı, İbrahim Tatlıses’i sesinden vurdular. Bizim siyaset mevzusunda birbirimize bu kadar kıyıcı olmamızın sebebi, hayatımızda türkülerin eksikliğidir.

“TANER YILDIZ, YAZDIĞIM PORTRE İÇİN BENİ ARADI”

“HEPİMİZİN BİRER HİKAYESİ VAR AMA BİRER ŞİİRİ YOK”

“AK PARTİ İKTİDARDA OLMASAYDI DA SOMA’DA O İŞÇİLER ÖLECEKTİ”

“ERDOĞAN, BU MEMLEKETİ PRANGALARINDAN KURTARDI”

Portreler konusunu kapatmadan sormak istediğim bir şey var. Kürtlerin hayatlarına çok iyi fokuslanabildiğiniz bir gerçek. Tayyip Erdoğan nasıl bir portre, ona da İbrahim Tatlıses gibi daha mı az konuşmasını tavsiye edersiniz?

İlginç ben hiç Erdoğan portresi yazmadım ama yazacağım. Geçenlerde Taner Yıldız portresi yaptım, hayatımda bu kadar çok hakaret işittiğimi hatırlamıyorum ama hayatımda bu kadar çok övgü aldığımı da hatırlamıyorum. Taner Yıldız beni aradı: “Muhsin bey, kırk yıllık arkadaşlarım var, bana diyorlar ki bu adam seni nereden tanıyor” biz hiç karşılaşmadık ve üstelik ben o yazıyı 20 dk gibi kısa bir sürede yazdım. “Bu bilgileri nereden biliyorsun?” dedi, “Bilmiyorum ki bunları ben yaşadım, bir Anadolu insanlarının sadece bir tane hikayesi var, hepimizin ayrı ayrı hikayeleri yoktur. Aslında hepimizin ayrı ayrı hikayeleri ama hepimizin birer şiiri yoktur. Eksik olan da bu. Ben Taner Yıldız’ın, Soma faciasındaki tavrını, içinde merhamet duygusu olan bir adamın davranışı olarak gördüm. Allah korkusu yaşayan bir adam. Ölen 300 kişinin günahının kendi boynuna bindiğini ve mahşer günü bunun kendisinden sorulabileceği tavrını gördüm. Onu yazarken Ragıp Duran, “Haysiyetsizlik” gibi laflarla beni eleştirdi. Yazgülü Aldoğan, “Bunlar bilmem ne yoluna gitmiş Niyazi” dedi, Yazgülü Aldoğan’ın tavrını doğru bulan Ragıp Duran, Taner Yıldız’a “Yas evinin ev sahibi” dediğim için haysiyetsizlikle suçlandım. Allah’ınızdan bulun demekten başka bir şey demek gelmiyor içimden. Ak Parti iktidarda olmasaydı, Taner Yıldız enerji bakanı olmasaydı, Soma’da o işçiler ölmeyecek miydi? Onlar iktidarda olduğu için mi öldü, daha önce ölmediler mi? 1993 yılında Grizu faciasında ölen işçilerin cesetlerine 1997 yılında ulaşıldı. Bu anlı, şanlı medyamızın hiçbiri de o cesetlerin takipçisi olmadı. Ben burada hükümetin dahili yok, onlar suçsuzdur, demiyorum. Bu hadise karşısında bir, bunu siyasete nasıl tahvil edebiliriz noktasından bakanlar, bir de hakikaten bu konuda benim dahilim nedir ne kadar azap çekebilirim ve bu günahımı nasıl telafi edebilirim gibi bir tedirginlik penceresinden bakanlar tarafı var. Yoksa bu memleket zaten berbat bir memleket. Bu memlekette sizin sevdiğiniz adamlar da iktidara gelse, sizin komünist düzeninizi getirirseniz getirin buralarda madenler patlayacak, trafik kazaları olacak…Ta ki siz bütün bunları çağdaş demokrasinin imkanları ile bu ülkeyi yeniden biçimlendirip yeniden kalkındırana kadar….Tayyip Erdoğan’ın yaptığı en önemli şey, bu memleketin ayaklarına bağlı olan prangayı açmış olmasıdır. Bunun karşısında Tayyip Erdoğan’ın konuşuyor olması normal. Bir Başbakan konuşur ama dilinin nobranlığı, kıyıcılığı, ötekileştiriciliği sorulur, portresini yaparsam ilk söyleyeceğim şeylerden bir tanesi bu. Fakat şunun farkına varmış: Halil İnalcık’ı çok iyi okuduğunu zannediyorum. Halil İnalcık’ı okuduğun zaman şunu görüyorsun, Osmanlı imparatorluğunun tarihi darbeler tarihidir. 36 Padişahın 11’i darbe yoluyla iktidardan uzaklaştırılmış. Bunlardan sadece 3 tanesi direnmiş, diğerleri öldürülmüşler. Ve bütün darbe tarihlerine baktığın zaman, talepler küçük yerlerden başlamış, bir tane memurun kellesini istemişler, sonra bir üsttekinin, sonra paşa, sonra vezir, sonra padişahı istemişler. Hiç taviz vermeyen kelleyi kurtarmış, taviz veren de kelleyi vermiş. Erdoğan’ın bu meselede taviz vermemesinin temelinde, günün birinde sıranın kendisine geleceğini bilmesindendir.

“ERDOĞAN’IN KARŞISINDAKİLER ÇOK DAHA FAZLA DİKTATÖR”

“EN ZOR OLAN, İKTİDARIN İYİSİNE İYİ, KÖTÜSÜNE KÖTÜ DEMEKTİR”

Erdoğan, çok fazla diktatör heveslisi de, karşısındakiler çok mu demokrat? Karşısındakiler, fırsatı ele geçirirlerse, diktatör heveslisi dedikleri zihniyetin 5 katını ona ve yandaşlarına uygulatırlar. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Öyle olmasa iktidarda kalmaz, halk karşısındaki muhalefetin demokrat olduğuna, kendilerine özgürlük alanı açacağına inansa Erdoğan’ı satar. Erdoğan’ın etrafında insanların kenetlenmiş olmasının tek bir sebebi vardır, karşısındaki insanların Erdoğan’dan çok daha fazla diktatör heveslisi olmalarındandır. Herkes bu memlekette kendine demokrattır. Herkes bu memlekette kendi fikrinin demokratıdır. Herkes bu memlekette kendi fikrini ve ona yakın olan insanları sever. Kin üzerine büyümüş bir toplumdur, karşıtlıklar üzerine muhalefet geliştirilmiştir. Senin saçının rengi sarı olduğu için de onun saçının rengi de sarıdır. Bana ne yakışır diye düşünmez. Muhalefetin yanında yer almak en kolayıdır. En zor olan, iktidarın iyi yaptıklarına iyi, kötü yaptıklarına kötü demektir. Türkiye’de insanlar ikiye ayrılmış, Erdoğan’ın yaptığı her şeye ‘iyi’ diyenler, Erdoğan’ın yaptığı herşeye ‘kötü’ diyenler. Erdoğan’ın yaptığı şeylerden bazıları iyidir, bazıları da kötüdür. İşte burada durduğun zaman her iki taraftan da dayak yersin. Biri diyor ki, “Sen niye Erdoğan’ın yaptığı herşeye iyidir” demiyorsun, öbürü de diyor ki, “Sen niye Erdoğan’ın yaptığı herşeye iyidir diyorsun?” Bu memlekette hep siyah ve beyaz var. Bu toplum, ara renklere hiçbir zaman tahammül etmedi. Ermeni katliamının temelinde, ara renk duygusuna olan düşmanlık yatıyor. Kimliğinin inkarının temelinde ara renklere olan saldırganlık yatıyor. Düşünün, bir sabah kalkmışsınız, Kürtler ve Türkler dünyada yok olmuş. İnsanlık ne kaybeder? Bizim dünyaya armağan ettiğimiz şeyler ne? yaratıcılığımıza, buluşlarımıza dair…Yoğurt bulunmuş, içine su katıp ayran yapmayı bir buluş olarak dünyaya empoze etmişiz. İşte o zaman da tüp gaz da patlar, şofbenden de zehirlenirsin. Aletle kurulan ilişkiyi siyasete tahvil eden bir kafa. Varsayalım ki Erdoğan konuşmayı kesti. Sen bütün bunları takdir edecek misin? :İstanbul-Van arasını 36 saatten 12 saate indirdi, Şırnak havaalanını açtı, 65 yaşa maaş bağladı, onlara bakana maaş bağladı, 18 yaşına gelmiş herkesi sigortalı yaptı, bütün hastanelere elini, kolunu sallayarak gitme imkanını sağladı, Kürtlere Kürt olduğunu hissettirdi, onlarla barış olma yoluna gitti, Ermenilerin taziyesine ortak oldu, Alevilerden Dersim dolayısıyla özür diledi. Bunlar o kadar önemli şeyler ki…

“TÜRKLERE AİT BİR İSLAM VAR”

“BİZDE CAMİ İLE MEYHANE EŞİT”

“ERDOĞAN TARAFTARLARININ ALLAH KORKUSU YÜZÜNDEN TÜRKİYE DENGEDE”

İdefiks yani saplantı açısından hangisini daha tehlikeli görüyorsunuz, Erdoğan’a körü örüne bağlı olanlar mı, her yaptığını yanlış görenler mi?

İkisi de sağlıksız çünkü körü körüne bağlı olan temelinde 70 yıllık bir iktidarsızlık yatıyor. Bu iktidarını kaybetmiş olan Kemalistlerin son10 sene içindeki çırpınışına bak anlarsın. Başörtüsü mücadelesi verenler, elindeki Arapça yazı için suçlananlar, aşağılananlar, çocuğunu üniversiteye gönderemeyen mağdur insanlar, ağzı kokan, hacı yağı vs…kara çarşaflıların karga muamelesi gördüğü bir 70 yıl var geride…70 sene boyunca bu insanlara bunları yaptılar, iktidara geldiler ve modernistlerden intikamlarını alıyorlar. Ama intikamı o kadar kanlı olmuyor çünkü Allah korkusu öbür tarafta daha fazla. Körü körüne bağlı olanların Allah korkusu öbürkülerden daha fazla olduğu için Türkiye dengede. Tersi olmuş olsaydı iç savaşa giderdik, insanlar birbirlerine selam vermezlerdi. Tersi olsaydı, öbürküler intikamlarını alsaydı, iç sava giderdik. Türklere ait bir İslam vardır. Cami ile meyhanenin eşit olduğu bir toplumuz biz. Biz, ilk defa yüzleşiyoruz, birbirimizle yüzleşiyoruz, şehirli modernistlerle, her şeyi bastırılmış geniş kitlenin dışarı çıktığı zaman nasıl bir toplumsal kesim olduğunun farkına varıyoruz. Başörtüsüyle jeep kullananları aşağılıyoruz, zenginleştiği söylüyorlar, İslamiyet ticaretin 10’da 9’u kardır, diyor, din bunu helal kılıyorsa normaldir ama sen iktidara geldiğin zaman daha çok çalacaksın, bunlar –eğer çalınıyorsa- bir kısmıyla iş yapıyorlar, bir kısmıyla çalıyorlar. Çalma mevzusu da mahkemenin ve Allah ile ilişkinin alanıdır.

“KÜRT BİR YAZAR ÇOK YAKINDA NOBEL ALACAK”

Büyük yazarlar gibi olmak istediğinizi söylediniz az önce…Çevirmeni ve bacanağı olduğunuz, muhtemelen kendisini en iyi tanıyan ve hisseden biri olarak, “Sen Û Ben” diyebileceğiniz biri mi Mehmet Uzun? Mehmet Uzun, dil ile Kürt kimliğini ölümsüzleştirmek için bir tür Prometheus rolünü üstlenmiş bir yazardı. Nobel’i kendisi için değil, kimliği ve dili adına arzuluyordu. Uzun’un Nobel hayalini gerçekleştirme sözünü verdiniz mi kendinize, kimliğiniz ve diliniz için arzu ettiğiniz yerde misiniz?

Nobel yaşayan yazarlara veriliyor, Mehmet Uzun vefat etmemiş olsaydı, kısa süre içerisinde Nobel alacaktı, öyle yoğun bir faaliyet vardı, kitapları İngilizceye çevriliyordu. Daha evvel çevrilmiş olsaydı Nobeli alırdı. Ben romancı değilim. Ama bir Kürt yazarı yakın zamanda Nobel alacak. Bu konuda öngörüde bulunabilirim çünkü yer yüzünde okulu olmadan, edebiyatı yapılan tek dil Kürtçedir. Kürtçe yazarlar bir mucizeyi gerçekleştiriyorlar. Her Türk çocuğu annesinden Türkçe öğrenerek büyür fakat Kürtçeyi yazmak için okula gitmesi gerekir.

“EDEBİYAT ÇEVİRİSİ ÇOK ZORDUR”

“KÜRTLER MEHMET UZUN ÇEVİRİLERİ İÇİN BENİ ELEŞTİRİYOR”

Mehmet Uzun'un 5 bin sayfalık Kürtçe kitabını tercüme ettiniz. Shakespeare kadar güçlü bir edebi yapıt olan Mem-ü Zin, Bakanlık tarafından tercüme edildi. Sizi tercüme noktasında zorlayan hususlar neler, mesela Kürtçede içselleşen ama Türkçe’de karşılığı olmayan olgular var mı? Edebi derecesi nedir Kürtçe’nin?

Çevri dünyanın en zor işidir. İyi bir çeviri, tül perdenin arkasında güzel bir kadını öpmeye benziyor. Arada tül perde hep durur. İyi çeviride o tül perde biraz daha incelir. Bütün yazarlar da çevirmenlere çalışır. Bir okur bana dedi ki: “Mehmet Uzun’un kitabını okudum, senin dilin, Mehmet Uzun’unkine çok benziyor” Ben de,“Mehmet Uzun’u hangi dilden okudun? Dedim, “Türkçe” dedi. Benim çevirimde okumuş, benim çevirimi Mehmet Uzun’un dili zannediyor, oysa o benim dilim, Mehmet Uzun’un değil. Mehmet Uzun’un Kürtçe kitaplarında karşılaştığınız şey, ben Türkçede yarattığım bir şeydir. Ama Kürtçesi başka evrendir. Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık eseri, en iyi çevirilerden bir tanesidir. Seni Güney Amerika’ya götürüyor, seni Güney Amerika’ya götürüyor, büyülü dünyanın içerisinde Türkçe kelimelerle dolaştırıyor, Türk olarak var oluyorsun orada. Bir de düşünsene, Marquez’in hemşerisi olarak, onun diliyle o atmosfere girdiğini…Edebiyat çevirisi çok zordur çünkü bu adam bunu bu dilde yazmış olsaydı nasıl yazardıyı düşünür, onun üzerinden atmosfer yaratmaya çalışırsın. Moda mod çevirmeye çalışırsan olmuyor. Mesela Kürtçede, ezhatın destete, yani ellerinden öpüyorum, bunu moda mod Türkçeye çevirirsek, “Senin eline geliyorum” olur….Ama ellerinden öpüyorum diye çevirirsen anlam dünyası oluşur. 20 dil dolaştır, gel Türkçeye çevir, bambaşka metinle karşılaşırsın. Romanın icadından bugüne kadar oluşmuş edebi külliyet, diller arasında bir geçişgenlikler oluşturarak, hepimiz için dünya edebiyatı denilen bir şey oluşturuyor. Mehmet Uzun çevirilerim için Kürtler eleştirdiler. Çünkü Türkçeden okumak zorunda kalıyoruz, Kürtçeyi ıskalamış olduk, diyorlar. Beni bu konuda ciddi bir şekilde eleştirenler var. Çeviriler olmadığında nelerden mahrum kalacağımızı bilmiyorlar. Edebiyatta milliyetçiliğin bir b..ka yaramadığını bilmiyorlar. Dostoyevski kötü Rusça ile yazarmış, çünkü yazısını gazeteye hızlı yetiştirmesi gerekirmiş, gazeteye verdikçe de para alıyor, onun için de çala kalem yazıyor. Türkçe çevirilerinin Rusça’dan iyi olduğu söylenir.

“KÜRTÇE HALA TUTSAK BİR DİLDİR”

“Bir dil niye kanar” adlı bir eseriniz var. Hep sorduğunuz bir soruydu bu, bir dilden niye düşman yaratılır ki? Yıllarca Türkiye’nin Kürt sorunu yok dediniz, Kürtçe sorunu var, dediniz…Kürtçe tutkunuzla mı yanıtlarsınız bu sorumu bilmiyorum ama Kürtçe’nin yakası bırakıldı mı?

Bir dil niye kanar, başka bir çaresi yok da, o yüzden kanar. Keşke bu bizim gördüğümüz, başımıza gelenler bir dil kavgası olsaydı işimiz daha kolaylaşırdı, Kürtçe eğitim dili haline gelmeden, yakası bırakıldı sonucuna varamayız. Kürtçe hala tutsak bir dildir. Hala birilerinin iznine bağlıdır. Bir dilin bir faninin iznine bağlı kalması kadar büyük bir günahkarlık olamaz. Allah’ın yarattığı bir şey. Bazı faniler bir araya geliyor, onu kullanılıp kullanılmayacağına o adamlar karar veriyor.

“TÜRKLER SAVAŞI KAZANDILAR AMA BARIŞI İSTEMİYORLAR”

O adamlar dili kabul etmiyorlar, barışı da kabul etmiyorlar…“26 yıl savaşa katlandık, şimdi biraz da barışa katlanalım!” dediniz. Barış fikrinin nesi rahatsız etti insanları?

Benim yeni kitabımın adı “Barışa Katlanmak” Türkler, ne kaybettiklerse, savaş meydanlarında değil, barış masalarında kaybetmişlerdir, o yüzden Türkler barıştan korkuyor. Savaşı çok severler, hep kazanmışlar. Kürt savaşında kazandılar ama bunun bir barışla neticelenmesini istemiyorlar. Çünkü o kadar uzun süreli tarihsel geçmiş var ki, asker verip bundan muzdarip olmamak. Anadolu bir tahıl deposuydu, bir de asker deposuydu. Verin gitsin, ölsün, ne olacak deniyordu. Anadolu’nun asıl hikayesi toprağın altında gizlidir. Toprağın altında gizli olan şey, bizim madenlerimiz değil, bizim cesetlerimiz. Bütün hikayemiz orada gömülü. Her yerde kutsal bir mekana rastlarsın. Kendi siyasi emellerine bu kadar çok insan feda edebilen toplum azdır.

“ULUSAL BİLİNCİ, HALK DESTANLARI DEĞİL, ROMANLAR OLUŞTURUYOR”

“DESTANCILARIN KAFASINDAN KÜLTÜR ÜREMEZ”

“BİZİM DESTANLARIN BEŞ PARALIK DEĞERİ YOK”

“DESTANCILARA RAKİP OLDUĞU İÇİN ORHAN PAMUK VATAN HAİNİ İLAN EDİLDİ”

“BİZİ SEVMEDİ DİYE NOBEL ALINIYOR OLSAYDI, İSMAİL BEŞİKÇİ ALIRDI”

Enteresan durum tespitlerinizden bir tane daha…Sıcak bir temmuz ayında, sokakların kan koktuğu bir gün, ense üzerine kurguladığınız hikayeler aklınızdan geçerken bir düğün için alıp götürülüyorsunuz, halaya katılıyorsunuz sonra düğün yerinden ayrılan gelin ve damadın o gece dağa çıktığını öğreniyorsunuz. Çalgılı, türkülü asker uğurlamalarına gönderme olsun diye…. Düğün ile cenaze evinin bir olduğu başka bir toplum var mı bizim gibi?

Balkanlarda var. Bu doğu toplumlarına özgü bir şey. Yiğit ölüme, düğüne gider gibi gitmeli lafları bizim dinimizde var. Eline ne geçiyor? Burjuvazinin kahramanları yok, kahramanlar halkın arasından çıkıyor. Burjuvazinin bireyleri vardır. Sakatların hikayesi roman denilen şeyi üretti. Kusuru olan birey, tip roman kahramanı olur. Kusursuz yiğitlikte bir birey romana kahraman olmaz. Roman kahramanları, zaafları olan bireylerdir. Halkın destanlarında yumruğu vurduğu yerde ses getiren, kılıcı şangırdatan, kızın gözleri inci…hiçbir yerinde kusur yoktur. Ve bütün kahramanlar yine halk kültürünün ürünüdür. Burjuvazinin yarattığı edebiyatta da bunun tersi vardır. Ulusal bilinci, halk destanları değil, romanlar oluşturuyor. Halk destanları, insanların şişinmesine, öfkelerinin kabarmasına yol açar. Ama bir roman, insanların düşünmesini, hadise karşısında neyi neden yaptığını, kendisine bazı sorular sormasını sağlar….bu da milli şuuru oluşturur. Madame Bovary’e kadar Fransız kadınları öyle giyinmezdi, öyle kokular sürülmezlerdi, öyle takılar takmazlardı….Bovary onlara o kültürü yarattı. Balzac’ın yarattığı sofra geleneği İngilizlere esas oldu. Bir yazarın kafasının içinden çıktılar. Destancıların kafasından kültür üremez. Biz destan toplumuyuz. Batı roman toplumudur. Biz onlara destan satamadık. Bizim destanların beş paralık değeri yok. Nobel destana verilmez, romana verilmez. Bizim içimizden çıkan romancılar da, destancılara rakip oldukları için Orhan Pamuk’un başına bunlar geldi. Destan toplumunun temellerini sarstığı için Orhan Pamuk’un başına bunlar geldi. Destan toplumunun temellerini sarstığı için Orhan Pamuk vatan haini muamelesi gördü. Çünkü biz Nobel alabilecek bir toplum olarak görmedik kendimizi. Böyle bir şeye ulaşacağımızı tahayyül etmedik. Etmediğimiz için, Orhan Pamuk bize küfrettiği için Nobel verdiklerini zannediyoruz. Oysa küfrettiği veya bizi sevmediği için Nobel verilmiş olsaydı, bu memlekette ilk ödülü, İsmail Beşikçi’nin alması gerekiyordu.

“ÖNEMLİ OLAN BİRLİKTE ÇOĞALABİLMEKTİR”

Türk halkının korkusallığı üzerinde durmuştuk…“Bölünme olursa buradan Kürtler zararlı, Türkler kazançlı çıkar.” demiştiniz. Bölündüğümüzde daha da çoğalacağımızı mı düşünüyorsunuz?

Hiçbir bölünme, çoğalmayı getirmez. Bölünme kalabalıklaştırır. Çoğalma, çoğulculuğu da barındıran bir şey. Kalabalık olma, kötü bir şeydir, kakafoni yaratır. Önemli olan birlikte çoğalabilmektir. Bu mümkün. Bu topraklar Türklerle Kürtlerin ortak vatanı ise, Kürtler niye kendi vatanlarını bölsün? Bu toprakları beraber kurduysak, Kürtler bu kadar uğruna savaştıkları yerleri Çanakkale vs niye sana bıraksın? Buralar, Kürtlere bırakılmayacak kadar güzel, Kürtlerin yaşadığı yer de, Kürtlere bırakılmayacak kadar güzeldir. Her iki taraf, paylaşıldığı zaman güzeldir. Çünkü bizim en güzel tarafımız şu, büyük şehirlerin meydanlarında kuşlar tek dilden ötmüyor, Eminönü meydanında 4 farklı dilden bir şeyler satmaya çalışan satıcılar görürsün. Ama Amerika’ya git sadece İngilizce bağırırlar, gerçi oralarda bağırmazlar, bağırma sözlü kültür geleneğinden gelir, sözlü kültür yüksek ses ve tekrara dayalıdır, yazılı kültür; alçak ses ve tekrarı olmayan bir şey gerektirir.

“REFERANDUMDA TEK İSTEDİĞİM KENAN EVREN’İN YARGILAMA KORKUSUNU YAŞAMASIYDI”

Çok kültürlülük evet ama siz bu çok kültürlülük içinde hep bir tarafa çekildiğinizi söylüyorsunuz zaten ama normalde de olmanız beklenen tarafta da istenmeyen kişiydiniz. Abdullah Öcalan’ın sizin için “sussun” dedi, TAK “susturulacağı”nızı bildiren bir açıklama yayımladı…Siz dediniz ki: “Ben TAK gibi örgütlerin tehditlerini önemsemiyorum. Asıl önemsenmesi gereken İmralı’nın ‘Birisi bunu sustursun’ demesi. Ben Kürt sorunun çözümü ve demokratikleşme adına kendime Taksim’de yakmaya hazırım.” Neden susturulmak istendiniz ve sussanız ne değişecekti?

Kürtçede bir laf vardır, “Avlusunda yetişen ot, ev sahibi için ekşi gelir. “Giyaye hewşe jıbo xwediye male tale” Senin avlunda bir şey olsa da, başkasının avlusundakine meyledersin. Bütün doğu toplumları kapalı toplum olduğu için, herkes herkesi tanıdığı için eğer güç kullanmadan, onun üstünde tahakküm kurmadan sivriliyorsa onun için bir kıymeti yok. Bazı arkadaşlar ciddi ciddi şunu düşürüyorlar, sana ocak başında rakı içereyim, sen beni programa çıkart. Halbuki her programa çıksam, bir uyku tulumu alıp televizyonda yatmam gerekir. Öcalan bile referandumdaki tavrım dolayısıyla devletin imkanlarından yararlandığım için bütün bunları söylediğimi zannetti. Oysa benim referandumda tek istediğim Kenan Evren’in yargılama korkusunu yaşamasıydı.

“DİYARBAKIR CEZAEVİNDE SÜNNETSİZ ERMENİLERİ BIÇAKLA SÜNNET ETTİLER”

12 Eylülde ortaokul öğrencisiydim, ablamın köyünde 3 ay dağda kaldım, evden okula gidiyordum, okuldan eve gidiyordum, evimizin arkasında bir yol geçerdi, her gece evin arkasından geçen arabaların gürültüsünü duyduğumda, beni almaya gelen polis arabası zannettim, bu korkuyu ben aylarca yaşadım. Bu yaşta beni almaya gelecekler ve beni mahkemeye götürecekler korkusunu yaşamak istediğim için referandumda evet kampanyasını yürütenlerin başında yer aldım. Sadece ve sadece buydu. Başka bir sebebi yoktu. İktidarla ilgili hiçbir problemim yok, fikrimin iktidara gelmesini istemiyorum, bana yakın gelen insanın Başbakan olmasını istemiyorum. Diyarbakır cezaevinde sünnetsiz Ermenileri, herkesin gözü önünde bıçakla sünnet ettiler, böyle bir bahşet yaşandı orada, onların yaşadığı duygunun nasıl bir şey olduğunu sen hesapla. Benimki bir şey değil. Ben nasıl MHP’lilerin yaptığı gibi boykot yaparım?

“İYİ Kİ ÖCALAN VAR”

“BENİ ‘TÜRKÇE’ TEHDİT ETMELERİ ZORUMA GİTTİ”

“ÖCALAN VE ARKADAŞLARININ KÜLTÜRÜ RUSYA’DAN GELİYOR”

Öcalan’a karşı o sözünden dolayı bir hıncınız oldu mu? Eski Zaman Eşkıyaları isimli bir kitabınız var, "Bu dağ güneşinin kralı olmalı, olmalı ya da ölmeli"diyen Oremarlı Settar’ı, “Dostluk kayıp bir eşyadır, alınıp satılmıyor. Düşmanlık ise arsız bir ottur bu dağlarda,her yerde bitiyor." diye bilgece konuşan Maronısli Sadık’ı ve yol arkadaşı İsmail'e dönüp "Sınırdan öte yoldur, sınırdan öte kurtuluş... Bizi oraya Ehmede Kokel ulaştıracak" diyen Gewdanlı Qerdeş’i konu alan….Bu kitapta olabilseydi Öcalan’ı da eşkiyalar arasında saymak ister miydiniz? Varsa bilgece yönlerine vurgu yaparak…

Onlar eski zaman eşkiyalarıydı. Öcalan ve arkadaşlarının bunlarla hiçbir alakası yok. Öcalan ve arkadaşlarının yarattığı örgütün kültürü uzaktan, Rusya’dan geliyor. Stalinist bir gerilla anlayışıydı, Mao’nun koyduğu kurallarla olan bir şeydi, bu topraklara özgü bir şey değildi, giyimi, kuşamı, diliyle, dersiyle her şeyiyle farklıydı. Onların arasında dağlar kadar fark var. Öcalan’a hiçbir öfkem yok. Ben tam tersine iyi ki Öcalan var diyorum, Öcalan olmamış olsaydı, bu örgütü barışın bu noktasına getirmek de çok zor olacaktı, savaşa hükmeden kuşak, savaşın başladığı günde doğanların çocuklarıdır, ikinci kuşaktır. O ikinci kuşak, savaşın başladığı günden bugüne kadar öfkeyle büyüdüler. Onların nezdinde o öfkeyi boşa çıkartacak tek güç Öcalan’dır. Öcalan’ın bana haksızlık yapmış olması hiç bir şeydir. Daha önce karşılaştığım haksızlıkların yanında hiçbir önemi yok. Bunun bir Kürt’ten gelmiş olmasının da bir önemi yok, benim zoruma giden tek bir şey vardı, beni Türkçe tehdit etmeleri zoruma gitti, keşke Kürtçe tehdit etselerdi.

“ŞU ANDA SAVAŞ, UZLAŞMA NOKTASINDA”

“TARAFLARIN DİLLERİ YUMUŞADI”

“KÜRTLERİN ÖCALAN’A GÜVENMESİ GEREKİR”

Çözüme yönelik somut önerileriniz arasındaydı, “Savaş kiminle yapıldıysa barış da onunla yapılır.” sözü. Öcalan savaşın bir tarafı mı, onun da geriye veya dışarıya dönük uzantıları olduğu için mi gerçek muhataplar bulunamıyor? Müzakere yapılamıyor?

Ben dış güçlere bağlamıyorum bunu. Şartlardan mütevellit bir şey bu. Şuanda Türk tarafı ve Kürt tarafı uzlaşmışlar. Şu anda bu savaş, uzlaşma noktasında. Her uzlaşma barışla sonuçlanabilir ama sonuçlanmaya da bilir. Fakat uzlaşmanın şöyle bir güzel tarafı oluyor, uzlaşma tarafların birbirlerine karşı dilini değiştirmesiyle oluyor. Devlet; çocuk katili, terörist başı demekten vazgeçti, PKK da, “Faşist AKP devleti” demekten vazgeçti. Bu bir masaya oturup öpüşmekten bile daha önemli. İnsanlar için en zor olanı dilde uzlaşmalarıdır. Karı-koca kavgalarında da böyledir. Biz barışa gidebilir, demektir. Biz aslında barışmışız, insanların ölmemesi barıştır ama ötesi müzakeredir. Müzakere bazen 10 sene sürer…ama önemli olan bu barış anının kıymetini bilip bunu uzatmak, korumak ve tarafları müzakereye teşvik etmek. Biz sıradan insanları müzakere çok ilgilendirmiyor, bizim bütün hayatımızı, özgürlüklerimizi, toprağımızı tehdit etmediği sürece. Onun ötesinde bu çerçeve içinde bunu yüreteceksin dendiği anda, herkesin kendi temsilcisine güvenmesi gerekiyor. Türklerin kendi temsilcilerine, Kürtlerin de; kendi siyasi hareketine Öcalan’a güvenmesi gerekir ama şu anda tehlikeli bir durum var, Kürt tarafının bir kısmı yol kesiyor. Yol kesmek ne demek, eşkıya mısın? Yapabiliyorsan daha kitlesel eylemler yap, 2000 kişiyi Diyarbakır meydanında topla, bir yerde otur, sivil ittiatsizlik yap, 1 milyon sivil eylem yap, yola kaya koymak ne demek, seyahat özgürlüğünü kısıtlıyorsun, öyle şey mi olur?

“ERDOĞAN’IN İŞİ ÖCALAN’A GÖRE DAHA ZOR”

İki tarafın da siyasi temsilcilerine güvenmesi gerekir, dediniz. Siz en çok hangi tarafın temsilcisine güveniyorsunuz? Erdoğan’a ve Öcalan’a mı? Erdoğan, demokratik açılım konuşmasında adınızı geçirmişti. “İç içe geçmiş dilleri anlatan Muhsin Kızılkaya gibi, iç içe geçmiş, birbirine akraba olmuş, kardeş olmuş farklı etnik grupların, inanç gruplarının yeniden kardeşçe yaşamaları için somut adımlar atıyoruz” demişti. Erdoğan’ın bu konudaki samimiyetinde bir değişiklik gözlemlediniz mi?

Erdoğan kararlı olmazsa bu iş olmaz, Öcalan kararlı olmazsa da bu iş olmaz, birisi olmazsa bu iş olmaz. Birisi çekilirse, Erdoğan ne kadar kararlı olursa olsun savaş başlar. Erdoğan bu işten biraz geri teperse devletin içinde hemen savaşı başlatalım diye hazırda bekleyen ve her gün valiliklere müracatlarda bulunan askeri yetkililer var, kendi görevlerini yerine getirmedikleri için. Dolayısıyla kırılgan bir noktadayız. İki aktörün rolü bir diğerinden etkin değildir ama tek başına ele aldığınız zaman ikisi de kendi aralarında çok büyük riskler alan aktörlerdir. Ama Erdoğan’ın işi Öcalan’a göre daha zor çünkü Öcalan monolitik olmayan, bir konsorsiyum olan bir örgütü yönetiyor ama bu konsorsiyumun içinde kendisine bağlı unsurlar daha çoğunlukta olduğu bir yapı, ona hükmetmeye çalışıyor. Erdoğan; MHP’ye, CHP’ye, İran’a, Irak’a, Suriye’ye, Amerika’ya, cemaatlere dert anlatma ve ikna etme problemi ile karşı karşıya.

“HERŞEY TÜRK DEVLETİNİ TAKLİT EDİYOR”

“BDP KEŞKE KANDİL’E GİTMESEYDİ”

2007’de katıldığınız 32 gün programında “Kürt sorununu doğru dürüst konuşamadığımızdan, çözümü için çaba harcayamadığımızdan, PKK’yı ele geçirip bitiremediğimizden dolayı, en yakın ve en ulaşabildiğimiz DTP’lileri dövüyoruz.” demiştiniz. BDP, barış süreci ve yerel seçimden güçlenerek çıkmadı mı?

O şartlarda söylenmiş bir şeydi, o zaman yakıyordu, yıkıyordu. BDP, bugün bir aktör haline geldi, müzakerelerin barış ve sivil ayağını yürütüyor ama insiyatif almakta yetersiz. Ama kendi insiyatifi yok, kendisi bazı kararları alırken birilerine onaylatmak zorunda. Keşke bir sivil güç olarak Öcalan ile yaptıkları görüşmenin arkasından Kandil’e gitmek zorunda kalmasalardı. Kandil’deki birileri gelip onlarla bir yerlerde toplantı yapsaydı ve bu mesele böyle yürümüş olsaydı ama BDP’nin böyle bir tavrı yok. Çünkü BDP, PKK’dan doğdu. Oysa tersi olması gerekiyordu. Mesela İRA, Sinn Fein’den doğdu. Yani bizde tersi oldu. Önce silahlı bir örgüt var, sonra parti kurdular. Oysa legal bir Kürt partisi olmuş olsaydı, bunun içinden silahlı bir kanat üremiş olsaydı, iş kolay olacaktı. Her şey Türk devletini taklit ediyor. CHP, ordudan doğdu. Bütün üst düzey yöneticiler ordudan geliyor, aynı şey.

“DÜNÜN TERÖRİSTİ BUGÜNÜN MUTEBER ADAMIDIR”

“ÖCALAN GÜNÜN BİRİNDE PARLAMENTOYA GİRECEK”

“Öcalan özerklikten öte bir şey düşünüyor. Demokratik modernite diye bir kavram ortaya attı.” demiştiniz bir konuşmanızda. Öcalan bu kadar netse, Türk halkının Öcalan ile kuşkuları yersiz mi? Türk halkı bir gün gelir de, Öcalan’ı siyasi bir figür olarak kabul eder mi?

Günün birinde Öcalan siyasi figür olarak çıkacak, büyük bir ihtimalle de parlamentoya girecek, milletvekili olacak. Türkiye’deki insanlar bütün bunları da içselleştirecek. Mandela hapishaneden çıktığında, ilk olarak kendisini çukura atıp, üstüne işeyen gardiyanı ziyaret etti. Sonra da kendisini içeriye atan devlet başkanını ziyaret etti. Karısı ve çocukları yanından ayrıldılar, bir tane zenci kadın yanında ona hizmet etti, bütün arkadaşları sen bizi sattın, diye yanından uzaklaştılar, sonra da Mandela oldu. Benzer bir şeyden bahsetmiyorum. Dünyanın en büyük teröristi, dünyanın en önemli siyasi figürü haline geldiyse düşünmek lazım. Ben Mandela ile Öcalan birbirlerine benziyor anlamında bir şey söylemiyorum, örnek olsun diye söylüyorum, dünün teröristi bugünün muteber adamıdır. Bu kural hiçbir zaman değişmemiştir. Kimse de hapishanede ölmüş siyasi lider de yoktur. Avrupalılar, ikinci dünya savaşında birbirlerinden 26 milyon insan öldürdüler, 1945’te savaş bitti, sonra da 50’lerin başında Avrupa Birliği fikriyle bir araya geldiler. Kimse kimseye bir şey demediler, birbirlerine günahlarını, kanını bağışlayıp onun üstünden bir birlik kurdular. Onun için Türkiye’de de olacak olan bu.

“GÜLEN HAREKETİ KONSORSİYUMA DÖNÜŞEBİLİR”

“GÜLEN HAREKETİ MİLLİYETÇİ DAMARDAN BESLENİYOR”

Fethullah Gülen'in Kürt meselesine bakışını klasik Kemalist bakış açısına buluyorsunuz. Onun şahsi olarak geleceği nokta, Öcalan’dan daha mı tehlikeli?

Hayır zannetmiyorum. Halkın nefretini kazanacağını, Öcalan’ın yerine geçebileceğini zannetmiyorum. Geldiği yer neyse o yerden devam eder. Çünkü Gülen, fazlasıyla Milliyetçi bir damardan besleniyor. Zaten bir tarafının Kürt olduğuyla ilgili söylentiler de var…Ama milliyetçi gelenekten gelip, Kürdün yarattığı Nurculuk hareketinin bir tarafından tutup, zaman içinde Nurcunun Kürt damarını gizleyerek, bugüne kadar gelmiş bir hareket. Bu hareketler kendi içinde büyüdükçe kendi içinde klikler barındırmaya başlarlar. Ve bir süre sonra ona hükmetmeme gibi bir noktaya gelebilirler. Gülen hareketi şu an tek parça monolitik bir hareket değil, aynen PKK’da olduğu gibi, zaman içerisinde nasıl bir konsorsiyuma dönüştüyse, Gülen hareketi de bu tür bir muhalefet anlayışını Ak Partiye kadar sürdürürse, bir süre sonra konsorsiyuma dönüşebilir. İçinden örgütler türetebilir. İçlerinden Başbakanı dinleyebilecek bazı klikler şimdiden ürettiler. Ben Başbakanı dinleyen kliğin legal anlamda yetkisi olan birinin direktifleriyle bunları yaptığını zannetmiyorum.

“DARBE DÜNYANIN EN BÜYÜK SUÇUDUR”

PKK’dan daha mı tehlikeli yani?

Eline silah alıp birisini vurmaya kalkmadıkça, darbe yapmaya kalkmadıkça ben tehlike olarak görmem, sivil alanda bir cemaat olarak var olmak istiyorsan varsın ama içindeki darbe hevesini sürdürürse, darbe dünyanın en büyük suçudur, ona karşı müsamaha göstermemek lazım.

"YOLSUZLUK MU, DARBE Mİ, DARBEYE KARŞI OLURUM"

“HIRSIZLIĞA DUYARSIZLIĞIN TEMELİNDE KENDİSİNE HIRSIZLIK VAR”

“HIRSIZ BİR YERE ZARAR VERİR, DARBECİ BÜTÜNE ZARAR VERİR”

17 Aralık’ı bir darbe girişimi olarak gördüğünüzü belirtip, iktidarda Bahçeli de olsaydı "Bahçeli'nin yanında olmak" diye bir yazı yazardım." demiştiniz. Darbe ve yolsuzluk arasında bir tercih yapacak olsaydınız, hangisini kabullenirdiniz?

Tabi ki darbeye karşı olmak. Hırsızı elinden tutarsınız, içeri atarsınız ama bir darbeciyi yakalamak için memleket 30 senedir uğraşıyorsunuz. Hırsız bir yere zarar verir, darbeci bütüne zarar verir. Ayrıca hırsızlık dediğimiz şey ne, vergisini hakkıyla veren kaç tane birey var? Hırsızlığın küçüklüğü, büyüklüğü yoktur. Asgari ücret üzerinden maaşını göstermek için 40 takla atan 30 milyon insan vardır, bu hırsızlık değil midir? 1 milyon çalmakla, 1 milyon dolar çalmak aynıdır, hırsızlığın küçüğü, büyüğü yoktur. Hırsızlık, hırsızlıktır. Şeriatta elini kesersin. Az çaldı, çok çaldı hesabı yok. Bu memlekette hırsızlığa duyarsızlığın temelinde kendisine hırsızlık var. Eğer bu toplumda herkes kendi vergisini hakkıyla ödemiş olsaydı, biz şimdi İsveç’in yerinde olacaktık, İsveç yüzyılın başında açlıktan ölüyordu, 3 milyonluk nüfusun 1 milyonu Amerika’ya göç etti, patatesi buldular, açılıktan kurtuldular. 1920’lerde yaşanıyor bunlar. Biz neredeyiz, onlar nerede? Aradaki fark, bizim devlete karşı olan tutumumuz. Biz devleti, ana, baba olarak görüyoruz. Ana ve baba seni yetiştirir, oysa bizim devlete bakmamız lazım. Bütün bunlar bizim kültürümüzde ve biz kalkıyoruz başımızdakilere “Sen hırsızsın” diyoruz. Herkes kendi hırsızlığını kabul edecek, önce sen!...

“MAZLUM İKTİDARA GELDİĞİNDE ZALİMLEŞİR”

“BU MEMLEKETTE EZİLEN TEK SINIF, ÇOCUK SINIFIDIR”

Devlet ana…ama eylem yapan analar gündemimizde…“Eylem yapan analar konusunda ben haksızım, kabul! Ama analar haklı!” şeklinde bir tweetiniz vardı. Anaları samimi bulmuyor musunuz, bu eylemin nesi garip?

Analar samimiyetsiz bulunabilir mi? bir annenin samimiyetini sorgulamak hangi faniye düşer? Sen ana mısın? Kendini Kürt muhibi olarak görenler, “Türkiye’de çocuklar zulüm görüyor” diyor. Evet, Türkiye’de çocuklar zulüm görüyor ama bu 14-15 yaşındaki çocukların dağa götürülmesini affettirecek bir şey değil ki! Niye bir şeyi bir şeyle karşılaştırıyorsun? Ezgi Başaran, ayrıca bu yazıyı bana yazma, git Diyarbakır’a, oradaki anaların karşısına geç, yüksek sesle oku, analar seni alkışlar, “Ezgi abla sen bu yazıyı yazdın, ben ikna oldum, eve gidiyorum” diyorlarsa problem yok. Demiyorsan bana ne anlatıyorsun? Diyor ki: “Dağda öksürük şurubu var mı, benim oğlum giderken öksürüyordu” Ayrıca da 18 yaşın altındaki bir çocuğun nerede kalacağına anne-baba ayrıldığı zaman hala mahkemeler karar veriyor. Diyelim ki çocuk kendi iradesiyle gitti, nüfus cüzdanına bakarsın, eve gönderirsin. Portatif, küçük çocuk demek. Küçük çocuklara silah vermiyorlar, posta olarak kullanıyorlar. 18 yaşına geldiğinde silah alıyor, böyle bir şey olur mu? Deli misiniz siz? Bir de Ertuğrul Kürkçü: “Biz kayıp çocuk bürosu muyuz?” dedi, evet kayıp çocuk bürosusunuz. Çünkü bu memlekette ezilen tek sınıf, çocuk sınıfıdır. Gerisi fasafiso. Herkes kendi hakkını savunur; çiftçi, işçi…Çocuk, kanatsızdır, dilsizdir. Böyle bir durumda kayıp çocuk bürosu olarak çalışmazsan hiç birşey olmaz senden. Devrim de yapamazsın, hiçbir şey yapamazsın. Eylem olduğu gün o anaları alacaktınız, bir yer verecektiniz, onlara çorba pişirecektiniz, biz sizin sorunlarınızla ilgileneceğiz diyecektiniz. Şimdi kalkmış diyor ki: “Onların içinde MİT ajanlarının kışkırttığı insanlar var.” Cumartesi anneleri için de devlet öyle diyordu, “Bunların içinde PKK’nın kışkırttığı anneler var” İktidar böyle bir şey. Mazlum iktidara geldiğinde zalim kadar zalimleşir. İktidar demek ille devleti yönetmek değildir, iktidar olmak bir yerde güç olmaktır, güç olduğunda istersen mazlum ol, yine de zalimleşirsin.

“IŞİD MESELESİ OLMASAYDI BAYRAK KRİZİ BÜYÜRDÜ”

“MEZHEP ÇATIŞMASI, ETNİK ÇATIŞMALARA BENZEMİYOR”

“KÜRTLERLE, TÜRKLERİN İTTİFAKINA HER ZAMANKİNDEN DAHA ÇOK İHTİYAÇ VAR”

Bayrak indirildi, Musul konsolosluğu basıldı, IŞİD tehlike saçıyor….Neler oluyor?

Birkaç gün önce başlayan bayrak krizi, IŞİD hadisesi olmasaydı daha da büyürdü, bugün ateşin düşmüş olması Kürtler için de, Türkler için de daha büyük bir tehlikenin kapıya dayanmasıyla beraber kendi iç meselesini bir tarafa bırakıp, daha büyük bir meseleyle uğraşmalarını getirdi. Çünkü bu IŞİD hadisesi daha da büyür, bölgenin önemli yerlerine sıçrarsa, Allah muhafaza mezhep ayrışmasını beraberinde getirir. Ki bu mezhep çatışması, etnik çatışmalara benzemiyor. Böyle bir terör örgütünün bir şehri ele geçiriyor olması, çok rastlanılan bir durum değil. Amaçları son derece dar ve şiddet temelli bir yapının bölgede güç kazanması, korkunç sonuçlara yol açabilir. Ortadoğu’da kendi geleceklerini birlikte yaşamakta gören Kürtler ile Türkler şimdi her zamankinden daha çok ittifaklarını güçlendirmeleri gerekiyor. Irak Kürtleri ve Suriye Kürtleri ile olan problemleri Türkiye bir problem olarak görüyorsa, bu problemleri bir an önce bir tarafa bırakıp, laiksizime açık ama aynı zamanda Müslüman değerleri de koruyan Kürtleri kendi yanına alarak, böylesine tehlikeli bir gidişatın bir yerinden müdahale etmesi gerekir. Bayrak hadisesini bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Her zamankinden çok Kürtlerle, Türklerin ittifakına ihtiyaç var.

Irak hükümetle işbirliği yapamıyor, Maliki ile arası açık, Kürtlerle işbirliği yapsa Barzani PYD çelişkisine oynamış, savaşa çıksa ne olacağı belli değil şeklinde yorumlar oldu….sizin öneriniz de dayanışma galiba?

Evet dayanışma, Suriye Kürtlerini de, Irak Kürtlerini de düşman gibi görmeme, kucaklama…Çünkü görüyoruz ki, burada hepimizin çıkarları ortaktır. Böylesine korkunç bir terör örgütüne karşı ittifak yolu buradan geçer.

“IRAK SAÇMA SAPAN BİR DEVLET”

Musul konsolosluğunun güvenliğinin sağlanamaması dış politikaların yanlışlığı mı?

Konsolosluğunuzu hangi devletteyse, o korur. Yani siz kendi duvarlarınızın etrafında güvenlik zinciri oluşturabilirsiniz ama birilerinin gelip sizin kapınıza dayanmasını engelleyecek olan o ülkenin güvenliğidir. Irak saçma sapan bir devlet. Böyle devlet mi olur? Bir terör örgütüne ağır silahlarını terk edip kaçan bir ordudan ordu olmaz. Oradaki güvenlik meselesinde, her şeyden sorumlu olan Irak hükümetidir. Bayrak krizi ikincil mesele artık. Büyük mesele IŞİD olayıdır.

“BEN HALKA ÇOK GÜVENİYORUM”

“BAŞKANLIK SİSTEMİNDEN SONRA MEMLEKET YOLUNU BULACAK”

Biraz daha ışık isimli kitabınızda: “O ışık ya büyüyecek ya da yavaş yavaş sönecek, hepimiz aynı daracık tünelin içinde koyu, bıçak işlemez karanlığa mahkûm olacağız... Halbuki o ışığa o kadar çok ihtiyacımız var ki. O halde hep bir ağızdan haykıralım: ‘Işık, biraz daha ışık!.” demiştiniz. Güneşi gördünüz mü? Cumhurbaşkanlığı ile başlayacak süreçte Türkiye’yi ne bekliyor?

Türkiye çok güzel bir yere gidiyor, şu anda olan “Etyen Mahcupyan’ın deyimiyle halk devriminin sancılarını yaşıyoruz, zihniyet devriminin sancılarını yaşıyoruz. Bu kadar çok öfkeleniyor olmak, bu kadar çok kamplara bölünmüş olmak bile sağlıklı olmanın belirtisidir. Türkiye hiç olmadığı kadar özgür bir noktada. Türkiye televizyonlarında; bağımsız Kürdistan konuşuluyor, Ermeni soykırımı, alevi meselesi konuşuluyor, Erdoğan’a halk tvlerde istediğin kadar küfredebiliyorsun. Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi, “Mezarının başında TOMA bekleyecek, gelip senin mezarına tükürmesinler” diyebilecek kadar memleketin en büyük gazetelerinde yazı yazabiliyorsun. Diktatör geldi, basın kısıtlandı diyorlar, basın 1993 yılında özgür gündem gazetesi havaya uçuruldu, o basın özgürlüğünden dem vuran arkadaşların gazetesinde haber bile olmadı. Öldürülen yüzlerce gazetecinin haberi yapılmadı. Onların durumları vahim. Bu ötekileştirmenin toplumda karşılığı yok. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yeni bir sistem gelecek, önce yarı başkanlık sonra başkanlık sistemi. İşte o zaman bu memleket asıl yolunu bulacak. Sizin de gücünüz varsa Erdoğan’ı seçmezsiniz, partisinin adında “halk” geçen, devrimi halkın yapacağına inanan, halka tapan güçler kuşkulu. Benim de halktan hiç kuşkum yok. İçinde halk geçen ne bir partim var, ne kitabım var ama ben halka çok güveniyorum.

Kaynak: HÜLYA OKUR- HABERX