Mustafa AKMAN YAZDI!

HASBİHAL VE HAYRETTİN KARAMAN’IN TUTUMU

VAN 17.05.2012 23:18:34 0
Mustafa AKMAN YAZDI!
Tarih: 01.01.0001 00:00
 
Selamla başlarken öncelikle şunu ifade etmek isterim. Vansiyaseti moderatörlerinden sitede yazmak hususunda teklif aldığımda cevap vermede bir süre tereddüt ettim. Zira teklif edenlerin sahip oldukları birikim ve bilinç düzeyini düşününce bunların hitap ettiği kitleyi tatmin edecek düzey ve mahiyeti yeterince kodlayabilecek olmanın zorluğu beni tedirgin etmişti. Ne var ki böyle bir zorluğa mukabil, bu kez kalemimin elverdiği kadar, toplumu aydınlatma sorumluluğu, bana siz değerli okuyucuların karşısına çıkma cesareti sağladı. Bu vesileyle site yöneticilerine müteşekkir olduğumu ve diğer emektarlarına muvaffakiyetler dilediğimi ifade etmek isterim.
Bundan evvel yayımlanan ilk yazım, Kutlu Doğum ayı olarak tespit edilmiş Nisan ayının bitimine denk geldiğinden bu ayda icra edilen faaliyetlere fazla da uzaklaşmadan öncelikle bahsi geçen kutlamaların anlam ve önemine dair uzunca bir yazıyla karşınıza çıkmayı uygun gördüm. Bir eğitimci–ilahiyatçı olarak bundan sonraki yazılarımda, alanımla ilgili konularda araştırmalarımla ulaştığım sonuçları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Burada eğitim ve dinî mevzulara dair çeşitli konularda laf ederken temel parametremiz toplumumuzu oluşturan herhangi bir kitleye (buna cemaat veya meşrep de diyebilirsiniz) kara çalmadan ve fakat kimi zaman bunların dinamiklerine dair değerlendirmelerimizi de içeren geniş bir yelpazede ilmî usulü takip etmek olacaktır. Zira yazacağımız konular kimi zaman bazı çevrelerin ilgi alanına kayabilecektir. Böyle olsa bile biz asla ilmî usul çerçevesini zorlamayacak ve saygı zeminini yitirmeyeceğiz. Biz gündemi takip ederek günlük siyaset hakkında konuşmayı pek düşünmediğimizden okuyucuyu haberdar etmeyi gerekli gördüğümüz, kendilerine bahsetmeye değer bulduğumuz alanımızla ilgili hususları daha bir yeğleyeceğiz. Elbette burada vahiy kültürü temel referansımız olacaktır.
Bilindiği gibi eğitim ve ilahiyat, toplumun bütün katmanlarını ilgilendiren konulardır. Bu nedenle hemen herkesin bu sahalara dair artık temelli veya temelsiz bir söylemi vardır. İşte biz bazen de olsa tartışmalı birtakım konulara değinirken bu çerçevede mesnetsiz söylemlere işaret etmek durumunda kaldığımızda gereğini imlemekten çekinmeyeceğimizi belirtmek isteriz.
Sözgelimi nadiren de olsa halk nezdinde itibarı olan bazı kimselere ve yazıp çizdiklerine dair tespitler yapmamız söz konusu olabilecektir. Çünkü bunların topluma yaydığı düşüncelerin ne demeye geldiğini belirlemeye gayret etmek bir gereklilik halini aldığında, görmezden gelmek doğru olmasa gerektir.
Esasen biz insan olmak hasebiyle herkesin söz ve davranış olarak yanlışlarının da doğrularının da olabileceğini peşinen kabul ediyoruz. Şüphesiz bunların ölçeği de vahyî iletide mevcut mesajların toplamının belirlediği kıstaslar olacağı açıktır. Hak olan budur ve hakkın hatırı her hatırdan daha üstün tutulmalıdır. Aynı doğrultuda diyoruz ki kimden olursa olsun doğrular övgüye ve tabiî ki yanlışlar yergiye mahkûmdur. Şimdi şayet kimileri birilerini ayrıcalıklı görüyor, referans değer atfediyorsa keza bunlara yönelik değerlendirmeleri hakaret kabilinden sayıyorsa burada bir problemin olduğu açıktır. Problemlere projektör tutmak da bize düşen bir görevdir.
Bu bağlamda bundan önceki yazımda, asla doğru bulmadığım ve dolayısıyla yanlışladığım peygamber algısına değindiğim Hayrettin Karaman’ın bu yılda ‘Kutlu Doğum’ nedeniyle Yeni Şafak’ta yazdığı yazısında aynı minvalde bir yazı kaleme aldığını görünce buna değinmeden geçmenin doğru olmayacağını düşündüm. Dahası o, daha önce inşad ettiği ve tasvibe devam ettiği şiirlerinde de, Kur’an’ın peygamber algısı ve özelde Muhammed aleyhisselamı konumlandırdığı pozisyondan çok uzaklarda beşerüstü bir ‘peygamber anlayışı’na sahip olduğu görülmektedir. Bu belki de tasavvuf dünyasının söyleminden etkilenmiş olduğu halde farkında olmamaktan kaynaklanıyordur. Bilindiği gibi bahsi geçen dünyanın peygamber algısı daha sonra üzerinde uzunca durmayı gerektirecek denli kabul edilemez bir tarzdadır.
Onun dediğine göre Tasavvuf yoluyla iyi Müslüman, halis kul olmak isteyenler, irfan âleminde pek çok anlayış ve uygulamaya temel kıldıkları, hadisçiler sahih bulmasalar da kutsî hadis olarak rivayet edilen: ‘Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi sevdim/istedim; bu sebeple halkı yarattım ki, beni bilsinler’ mealinde bir söze çok önem verirler. Kemale doğru ilerleyen mertebelerin zirvesinde bulunan ‘hubb-i sırf-ı zâtî’ mefhumu, makamı ve hakikati, o rivayetin içinde geçen ‘bilinmeyi sevdim’ cümleciğine dayanmaktadır. Daha yaratılmış bir şey yok, ama Allah onu yaratmayı seviyor; o ise, evvel âhir Allah'ın sevgilisi ve insanlık için de sevgi rehberi olarak ‘Seçilmiş Zât’. Bir sonraki aşamada onun özünü, ruhunu yaratıyor. Mevlid-i Şerif’te dile getirilen ‘intikal’, o nurun batından batına taşınarak en sonunda sahibini bulduğunu anlatıyor. Bu irfana ve ona bina edilen özel râbıtaya dayanak kılmak için ‘hadisçilerin sıhhatini onaylamadıkları’rivayete ihtiyaç da yok sayılır.
Bu sırra ermeye senden şefâat ya Resûlallah
Buna şahid ve bürhandır hitabı Rabbimin ‘levlâk’
İrfan ehli dediği kimselerin dayanak kaygısını da anlamsız bulan Karaman’ın bu anlattıklarından, devasa Hadis Usûl İlmi'nin öğreti ve kriterlerinin güme gittiği ve yanı sıra tamamen tasavvufî bir inanç ve anlayışa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuya daha sonraki bir yazıda dönmek üzere onun son günlerde Kürt Sorunu ile ilgili verdiği fetvalara geçmek istiyorum. Zira onun bu konuya dair yazdığı yazılarda da akla ziyan tespitlerde bulunduğu müşahade edilmektedir.
Karaman, A. Zeydan’ın Kerkük’ün Irak'tan ayrılarak Kürdistan'a bağlanmasıyla ilgili verdiği; federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, meşru olmayan bir tasarruftur. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardandır, şeklindeki fetvasına istinaden sorduğu, ümmetin mülkü durumundaki bu toprakları daha fazla bölmek meşru olmadığına göre Müslümanların, ecdad yadigârı olan bu toprakları bölmeye karşı tavır almaları gerekmez mi? sorusuna bir sonraki yazısında yine kendisi, ilgisiz bir ayetten destekle ümmeti daha fazla bölmenin ve birbirine düşürmenin İslam'da yeri olduğunu kimse iddia edemez, demektedir. Sanki Kürtlerin dışındaki diğer bütün Müslümanlar için, daha önce din kardeşliğinin ve ümmet birlik ve çıkarının önüne geçen 'ulusal egoizm' zemininde ayrı ulus devletler kurunca bölünüp parçalanma normaldi de sıra Kürtlere gelince kabul edilemez oldu gibi. Tabiî ki toprak bölünmeleri toplumsal ayrılığa ve o da yabancılığa götüren bir süreçtir. Bu ise, hayra işaret değildir. Ancak bu realite sadece Kürtler konu olduğunda böyle ise hiç bir hayra işaret olmayacaktır. Keza İslam coğrafyasında sadece Kürtler mağdur ve mazlum olduğunda mı görmezden gelmek caiz ve hatta sevaptır.
Bir kere Karaman’ın bu yazısında, asla hıyanet etmemiş, aksine kendi tabiî haklarından mahrum kılınmış bir halkın (Kürtlerin), arkadan hançerleyenler olarak lanse edilmesi, kesinlikle kabul edilir bir yaklaşım değildir. Öncelikle bunu deklere etmek icap etmektedir. Sonra -en azından bu konuda- Arapçılık zemininde duran Iraklı Zeydan ile ecdad Türkçülüğünde kaybolan Karaman gibi fıkıhçılara göre; Kürtlerin, ümmetin parçalanmaması, İslam topraklarının keferenin eline düşmemesi için katlandığı onca cefaya karşılık, kendilerinin sahip olduğu, sahip olmak için İttihad Terakki ve Arap aşiretleri örneğinde görüldüğü gibi -Karaman’ın tabiriyle ümmeti ancak aslında- Osmanlı’yı yıkıp dağıtmaktan geri durmayan kendileri oldukları halde, bütün bu vefakârlıklarına karşılık mazlumiyet yaşayan ve bundan kurtulma mücadelesi veren Kürtlerin bölücülükle yaftalanması, ya sevap ya da farz olsa gerektir.
Evet, halen de, ülkeleri bütün dinamikleriyle Amerikan güdümünde olmasına rağmen bekası adına dinî, millî ve siyasî dili kullanmaktan geri durmayan Türk ve Arap âlimlerinin/ saray ulemasının, ümmet mefhumunu en çok Kürtler üzerinde tebellür etmeleri çok manidardır. Oysa bunların, Kürtlere, kardeşlerinin! hediyesi olan, 182 000 Kürd’ün neredeyse yarısının canlı gömülerek öldürüldüğü Enfal Operasyonları, Halepçe vb. katliamlar hakkında da böylesi galeyana gelmeler veya Kerkük ve Musul’un Türkiye’ye ilhakı konusu sık sık gündeme getirildiği günlerde Karaman’ın ‘yok, olmaz. Oralar Irak topraklarıdır, bizlere haramdır’ türünden fetvalar vermesi beklenirdi. Yoksa o, oraları ‘gasp edilmiş ecdad yadigârı’ olarak bildiğinden, laik demokratik Türkiye’ye ilhaklarını dinî ve fıkhî bir müktesep hak olarak mı görmekteydi. Karaman öncelikle neyin ve kimin yüce ve ali menfaatlerini gözettiğinin hesabını vermelidir. Çünkü bu tavrıyla o, Suriye’de kendisini Baas/ Esad zulmüne adamış Said Ramazan el-Buti’nin konumuna düşmüş gibidir. Bu kişi neredeyse bütün ömrünü/ ilmini Suriye’de Hafız’dan Beşşar’a payanda olmakla geçirmiştir. Neyse ki Türkiye’dekinin yaptıkları mevziî ve dönemsel kalmaktadır.
Elbette bugün Kürtlerin süregelen mazlumiyetinde haklarını arama peşinde olan saha oyuncularının önemli bir kısmının ateist zeminde mücadele veriyor olması büyük bir kayıptır. Ancak unutmayalım ki namaz niyazında olan Kürtlerin kahir ekseriyetini onların kucağına iten de yine bahsi geçen zihniyete sahip bu alim denilenlerdir. Zira yine onlardır, ‘bu kardeşlerinin’ onca mağduriyetlerine rağmen dertleriyle dertlenmeyen, ümmetin mensubu olan bu insanların ümmetin yetimleri haline gelmesine aldırmayanlar. Oysa ta baştan itibaren Kürtlerin; Türkler de Araplar da ümmeti ve topraklarını bölüp parçalarken, ayrılık ve kimlik dertleri olmamıştı. Bilindiği gibi Kürtler, kurulan ulus devletlerin kendilerini asimile sürecinde maruz kaldıkları zulüm, hak ve özgürlük kaybından sonra çaresizlikten kaynaklanan bir başkaldırı teşebbüsünde bulunmuşlardır sadece.
Şu bilinmelidir ki bir âlime yaraşan; yakın durduğu iktidarın politikalarına paralel yazı ve fetvalar inşa etmek değil, iktidarın politikaları sonucu mağdur edilen kesimlerin tercümanı olmaktır. Şimdi devlet politikasıyla yaşatılan mahrumiyetler dolayısıyla verilen kısmî hakların, mevcut hükûmetin değil, yaşanan süreç ve önlenemez küresel değişim sonucu olduğu malumdur. Mevcut hükûmetin, kendisine kadar devam eden ittihat terakki politikalarını bir nebze durdurduğu doğrudur. Ancak kendisinin de ‘değişim’ ve ‘açılım’ adına hemen hiçbir adım atmadığı ve buna pek hevesli olmadığı da diğer bir doğrudur.
Kürtlerin federatif veya bağımsız bir yapıya sahip olmalarının ‘ümmet adına’ doğurabileceği muhtemel tehlikeler, şu anda var olan İslam ülkelerinin fiilen neden olduğu tehlikelerden daha fazla değildir. Hal böyle iken kimsenin bu fiili tehlike ve tahribatları dert ettiği yok, ne de olsa her bir halk kendi ‘misak-ı milli’ sınırları içinde başı dik!, mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşıyor. Varsa yoksa Kürtler ve Kürdistan. Reel-politik durumu kendileri için caiz görenlerin, bunu Kürtlere haram kılmalarındaki hikmet ne ola ki? Sormazlar mı adama, ümmetin düşünsel ve coğrafik birlikteliği sağlandı da Kürtler mi buna engel oldu? Şu halde bırakın, Kürtler de kendi kimlikleri ile kendi topraklarında serbestçe yaşasınlar; misafir veya ikinci dereceden vatandaşlar olarak değil.
Elbette herkesin, bulunduğu noktadan olayı görme açısı ve buna bağlı olarak değerlendirip hüküm vermesi farklılık arz edebilmektedir. Dolayısıyla böylesi fıkhî hükümler de çoğu zaman sübjektif olup, kişilerin olaylara bakış zaviyelerine göre şekillenebilmektedir. Fakat, yine de bu hocaların popülist bir siyasî kavramı baz alarak İslam fıkhından kendi anlayışlarına paralel biçimde argümanlar kullanması tasvip edilemez. Çünkü burada esas gaye, hakikatin kendisine işaret eden adil bir hükme varmak değil; düpedüz uyduruk bir sonuca İslam Hukuk kavramlarını alet etmek gibi gözükmektedir. Bu nedenle mevcut siyasî sınırlara bu tarz fıkhî bir meşruiyet arayışı tam da bir faciadır. Demek ittihadı İslam, İslam kardeşliği vs. siyasî ve sosyal politikalara karşılık gelen kavramlar yetmiyor olacak ki işi artık direkt fıkhı araç kılarak avamın da anlayabileceği bir dille helal ve haram kavramlarına dayandırmaktadırlar.
Şimdi İslam dünyasındaki mevcut ulus devletlerin sınırları vahiyle veya bu ülke halklarının ortak iradesiyle belirlenmiş değil ki yeni bir taksimat da haram olsun. Tam aksine bunlar, bir zümreyi kayıran ve ötekilerini mağdur eden İngiliz emperyalistlerince belirlenmiş sınırlardır.
Esasen kanımca bugün artık devletlerin bölünüp parçalanması, yeni ulus devletlerin kurulması ve hatta mevcut ulusal devletlerin varlığı bile kabul edilemezdir. Ve hedef insan onuruna yaraşan ‘Hak ve Adalet’ zemininde evrensel dünya devleti ve toplumuna doğru gitmek olmalıdır. Bütün ırkların, bütün düşüncelerin vs. kendilerini ifade edebildiği, tahkir ve inkâr edilmediği, haklarını kullanabildiği vs. bir birlik.
Hal böyle iken şekvam, ulemamızın Kürt Sorununa dair şoven ve insafa sığmayan duruşlarınadır. Oysa bu zevat, Kürtlerin geçmişte -kısmen de olsa- şu an yaşadıklarına, maruz kaldıkları zulme hiç değilse değinip gündemleştirmek suretiyle de olsa sahiplenmeliydiler. Zira ortada, devasa bir insan kitlesine bugün bile etkileri görülen fiili bir zulüm, asimilasyon, şiddet ve inkâr politikası vardı(r). Sırf bu nedenle daha sonraki bir yazıda uzunca ele almayı düşündüğüm bu sorunun bu hale gelmesinde onların, benzeri kimselerin mesela dinî cemaat ve kanaat önderlerinin sorumluluğu/vebali olsa gerektir.
Son olarak şunu kaydetmek istiyorum: Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi kendinden sonraki nesillere birçok konuda düşünmeyi, muhakeme etmeyi öğrettiğine, yayımladığı mesela Reşid Rıza’dan çevirdiği ‘Gerçek İslam'da Birlik’ gibi kitaplarla yayın ve okur dünyasına ciddi katkılarda bulunduğuna inandığım bir Karaman Hoca imajı vardır zihinlerde. İşte böylesi bir vizyona sahip olduğunu düşündüğüm birinden beklenen, daha isabetli ve makul değerlendirmeler olmaktadır. Bu beklentiyle örtüşmeyen değerlendirmeler ortaya konunca da insanı bir hüzün kaplamaktadır. Ne diyelim, Allah akıbetimizi hayreylesin, diyelim.
 
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=31956&y=HayrettinKaraman
http://www.hinishaber.net/islamci-bir-alimin-hakikate-mugayir-emelleri-makale,1354.html