Mustafa AKMAN YAZDI!

HADİS - SÜNNET İLİŞKİSİ VE TOPLUMUN ALGISI - I

VAN 3.12.2012 16:40:45 0
Mustafa AKMAN YAZDI!
Tarih: 01.01.0001 00:00
HADİS - SÜNNET İLİŞKİSİ VE TOPLUMUN ALGISI - I
 
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Elçi aleyhisselam'ın güzel örnekliği (sünneti) hakkında yazı yazmak çok geniş ve derin bir kuyuya dalmak gibidir. Zira bu, bir nevi şu kadar zamana yayılmış ve en az bir o kadar zevat tarafından kaleme alınmış devasa mirası elden geçirmek ve bu mirasın kültürel kaynaklarını incelemek demektir.
Bu nedenle biz, hadis ve sünnet ilişkisine dair hazırladığımız bu yazıda, yatay ve dikey olarak ucu bucağı gayet geniş olan bu alanda en azından zaman olarak kaybolmamak, makul sürede okuyucunun istifadesine mümkün olan en iyi çalışmayı sunabilmek için çalıştık. Şüphesiz ki ‘hadis - sünnet ilişkisi’ne dair sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek ve toplumun algısı hakkında vakıayla örtüşen bir kanat sahibi olabilmek için geçmişten bu yana süregelen incelemelerimizde baktığımız temel kaynakların büyük etkisinin yanında mevzu ile ilgili çok sayıda yakın dönem kaynaklarını da gözden geçirdik. Esasen bunlar da çoğunlukla devasa külliyatı incelemiş ve böylece kanaat sahibi olmuş kişilerin ortaya koyduğu değerlendirmelerdir.
Rasulullah'ın, Kur'an'ın biçimlediği tutum ve davranışlarından oluşan model olarak algıladığımız sünnetini Kur'an ‘usve-i hasene’ (Ahzap 33/21) olarak niteler. Kitab-ı Kerim'in teyidinden geçmiş bu sünneti bize aktaran araçlardan biri de hadistir. Daha farklı bir ifade ile sünneti, siyer gibi diğer araçların yanında -nispeten- bir de hadisler yoluyla öğreniriz ya da şöyle: yerleşik genel kanaate göre sünnete, daha çok hadisler yoluyla muttali oluruz. Ancak sünnet denilenin yaşamsal olarak tevatüren bize ulaşmış peygamber pratikleri olduğu bilinmelidir. Buna göre -konumuzun da özelde toplumumuzdaki yerleşik hadis sünnet ilişkisini değerlendirmek olması hasebiyle- bunlardan birinin (hadis) ötekinin nakil araçlarından biri olduğunu söylememiz mümkündür, diye düşünüyoruz.
Keza kanaatimize göre sünnet kavramı, peygamberin şahitlik/ tanıklık sorumluluğuyla örtüştürülerek algılanmalıdır. Değilse sünnet kavramı zihinlerde sadece ibadetlerle, ahlakla ilgili bir olgu halinde duracaktır. Bilindiği gibi Kur’an, yaşadığımız sosyal, ekonomik, kültürel vb. sorunlar karşısındaki hareket modelimizi belirleyen bir rehberdir. Peygamber aleyhisselam da onu, kendisini görevlendiren Allah’ın gözetiminde yaşama aktararak şahitlik (tanıklık) sorumluluğunu yerine getirdiğine göre, bu Rehber’e muhatap olanlar, hazır durumda bizler, içinde bulunduğumuz bu toplumda şahitlik sorumluluğumuz çerçevesinde bu Kur’an vahyini nasıl sosyalleştireceğimiz hususunda O'nun (s) sünnetini, O'nun şahitliğinde aramayı esas bilmek durumundayız. Bu nedenle ‘şahitlik’ yapmakla mükellef müslümanların da klasik yaklaşımlardan farklı bir şekilde ‘sünnet’ kavramıyla alakalı olarak kendilerini şu şekilde sorgulamak durumundadırlar: Peygamber aleyhisselam içinde yaşadığı Mekke ortamında ilk inen ayetlerden itibaren, gündeme gelen ya da karşılaştığı her tür pozisyona karşı nasıl karşılık verdi (şahitlik etti)? İşte bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar bize ‘sünneti’ tanımlayacaktır. Çünkü sünnet, O’nun şahitlik sorumluluğunda sergileniyordu. Bu yüzden Kur’an Resul (s) için en güzel örneklik nitelemesinde bulunuyor. Sünnetin ibadet, ahlakla ilgili boyutu da zaten bu şahitliğin içinde mündemiçtir. Nitekim yapılan ‘siyasal eylemler’ bu yüzden ibadet olarak telakki edilmek durumundadır. Hem böylece ‘sünnet’ kavramı aslî boyutlarından biri olan ‘siyasî’ hüviyetini de elde etmiş olacaktır.
Biz bu çalışmamızda, olabildiği kadarıyla, sünnetin gerekliliği ile ona bağlılığın zorunluluğunu ve onu öğrenme yollarından biri, hatta toplum nezdinde bilinen yegâne ve dolayısıyla en makbul durumdaki rivayetlerin (hadislerin) ise hem rivayeten ve hem de manen mutlaka gözden geçirilmesi, Kur'an'ın mefhum ve mesajı doğrultusunda değerlendirme ve sağlamasının yapılması lüzumunu ifade etmekteyiz.
Bu hususun gereğine olan inancımız, halk içinde, onlarla beraber geçirdiğimiz yılların semeresi, bu halka vaziyet eden ‘büyükler’inin ifade ve kitaplarına yansıyan hadis (ve sünnet) ve resul (ve risalet) anlayışlarının taşıdığı zaaf ve garabetten kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, meslek dersleri öğretmenliği yaptığım ve daha çok dini bütün ailelerin evlatlarını gönderdikleri İHL ve Açık Öğretim İHL'lerde okuyan öğrencilerin sahip oldukları peygamber ve özellikle hadis anlayışları da etkili olmuştur.
Burada okuyucunun affına sığınarak kitlesel bir zaafiyetimiz hususunda şöylece bir serzenişte bulunmak istiyorum: İmam Hatip Liselerinde okutulan gerekli gereksiz çeşitli derslerin yanında bir de hadis dersi mevcuttur. Bu derste hadis ve sünnete dair derli toplu bilgiler verilmektedir.
Bu ders kitabındaki bilgilerin hiç değilse bir kısmı toplumumuzdaki yerleşik hadis sünnet anlayışına muhalif gibi durmaktadır. Kitapta anlatılan konular çoğunlukla herhangi bir mezhebi refleks veya tarihte oluşmuş ve izleri bugün de hissedilen herhangi bir ekolün söyleminde mahsur kalmamaktadır.
Kitap, böylesi yaklaşımlarını, kendi mantık örgüsündeki tutarlılığıyla işlediği halde, bu bilgilerin muhatabı durumundaki, öğreticisi olarak ilahiyatçı öğretmen ve de öğrencilerin dikkatini çekmemekte ve bu hususta herhangi bir duyarlılığa sevk edememektedir. Ne öğretmen ve öğrenciler ne de bunların mensup olduğu aile ve çevreler bir şekilde tepki göstermektedir. Aynı şekilde bu kitabın öğretisi yönünde etkilenme de söz konusu olmamaktadır. Kısacası ders kitabı, sadece ders kitabı olarak okunmaktadır. Bunun bir nedeni halkın, resmî dine ve dinî öğretiye mesafeli oluşunda aranabilir.
Ancak gerekçesi bu bile olsa -ki yabana atılır cinsten değildir, zira bu hususta 'idare'nin sicili hep tedirgin edici olagelmiştir- yine de bu, haberdar olunan farklı değerlendirmelere mesafeli durmayı, maziden devralınan kulaktan dolma kuru bilgiye dayanıp yeniliklere kapalı kalmayı lüzum ettirmese gerektir.
Bilindiği gibi toplum ve/ya cemaatlere vaziyet eden birçok zevat da dâhil olmak üzere geniş halk kitlelerinin sünnet ve hususen hadis konusundaki yaklaşımı problemli, hadise dair bilgileri gayet ileri derecede zayıf durumdadır. Nitekim insanların yeri geldiğinde dinî meselelerini sorup danıştıkları kişilere (imamlara) uygulanmış bir ankette, bu kimselerin çok büyük bir kesiminin uydurma rivayetlere dahi ayet veya sahih hadis demiş olması da bu durumun halkımızdaki çok derin marazi halini gösteriyor olsa gerektir.
Keza toplumumuzun geneline hâkim sofiyane düşünce ve tutumun dayanağı ve bu yaklaşım tarzının şekillenmesinde etkin çevrelerin el kitabı durumundaki Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî'nin (1813–1893) Ramuz el-Ehadis kitabı üzerinde yapılmış ilmî bir çalışmada, halk nezdinde özellikle de geniş alanda yaygın etkiye sahip bazı çevrelerin başvuru kaynağı durumundaki bu ve benzeri eserlerde nasıl bir hadis ve sünnet anlayışının enjekte edilmeye çalışıldığı görüldüğünde durumun vahameti tüm çıplaklığıyla kendini ortaya koymaktadır.
Bu negatif durumun bir diğer örneği ise Seadet-i Ebediyye olarak lanse edilen Hüseyin Hilmi Işık'ın (1911–2001) Tam İlmihal ve (yayınladığı/ yayınlattığı) diğer kitaplarıdır.* Asker emeklisi kimyager ve eczacı Işık, bu kitabında, Osmanlı dinî ve kültür hayatına etki etmiş çeşitli başucu kitaplarından sadeleştirdiği veya azıcık Arapça düzeyi ile tercüme ettiği ya da ettirdiği bilgilerle toplumun dinî ve kültürel hayatına ‘derin’ bir nizam vermiştir. M. Said Hatiboğlu'nun (1933–…) ‘Düzeltmeye Talip Bozuculuk’ olarak nitelediği bu faaliyetlerinde Işık, ‘Ehlisünnet’ üzerinden koyu bir Haneficilik yapmasının yanında özellikle Osmanlı asırları boyunca birikmiş olan her tür hurafe ve bidati ve konumuz açısından daha mühim olan uydurma hadisleri din diye halka sunmuş ve onları Kur'an ve sahih sünnet kültüründen uzak tutmak adına üstün! bir gayret sarf etmiştir. Bu yetmezmiş gibi İslam tarihi boyunca yaşamış hemen bütün tevhit/ilim önderlerini karalamayı da vazife bilmiştir.
Osmanlı halkının dinî ve kültür hayatı, diğer bir ifade ile halk inançlarının mahiyeti ve dayanakları konusunda doktora çalışması bulunan Hatice Kerpetin Arpaguş'un tespitleri de gösteriyor ki Osmanlı halk inançları, hem içerik olarak Kur'an kültüründen çok uzak ve hem de referans olarak hemen tamamıyla uydurma ve zayıf hadislere dayalıdır. Envar'ul-Aşıkin'iyle, Müzekk'in-Nüfus'uyla, Kara Davud'uyla, Tenbih'ul-Gafilin'iyle, Mevlid'un-Nebi'siyle, Mektubat'ıyla, Delail'ul-Hayrat'ıyla, Marifetname'siyle Osmanlı halk inançlarına kaynaklık eden kitaplar hemen bütünüyle zamanın biriken hurafe tortusudur. Bunlarda uçuk kaçık bir peygamber ve sahabe algısı, konu olarak da Peygamber (s) örnekliğinden uzak bir dinî hayat tasvir edilmektedir. İşte bu kitapların Osmanlı sonrası dönemini imleyenlerden birisi ve adı geçen kitapların ve dolayısıyla inancın varisi Seadet-i Ebediyye ve benzeri kitaplardır.
Geçmiş dönemler halk inançlarının en yaygın ve önemli varislerinden biri de Said Nursî'nin (1873–1960) Risaleleri'dir. Risaleler devraldığı mirasa sadık kalmakla yetinmemiş en az bir o kadarını da ilave ederek kendine özgü devasa bir inanç yumağı oluşturmuştur. Genelde doğu medrese mollalarında görülen hadis bilgisi yetersizliği ya da Kur'an'a garip sünnet anlayışının bir izdüşümü görülmektedir Said Nursî'de. Nursî, Külliyat'ında, tasavvuf felsefesi ile Şia düşüncesinin birebir örtüşen örtüşmeyen hemen bütün unsurlarını işlemenin yanında, yığınla uydurma hadise referans değer biçmiştir. Üstelik bununla yetinmemiş belki biraz da yaşadığı netameli yaşam serüveninden mütevellit olarak bir o kadar da kendini ve kitaplarını imleyen işaretler keşfetmiştir. Bu manada o, kitaplarında Ali'yi (r), asırlar sonrasında kendisini tayin ve tespitle memur kılmıştır adeta.
Bu durum, biraz da yaşadığı ortam ve konjonktürden dolayı sürüklendiği bir mecra olabileceği gibi, İslam adına söylemi olan herkesin rahatlıkla buharlaşabildiği o dönemde, bir ‘derin’ proje çerçevesinde yanına yerleş(tiril)en ve daha sonraları ‘has talebeler’ olarak nitelenen kimselerin, devletin geleceği adına sürdürülen faaliyetleri ile gelişen ‘ortak bir çalışma’ neticesi mi olduğu pek kestirilememektedir. Tasvibi olanaklı olmayan bu ‘girdab’a özellikle ikinci ihtimalin mümkün olması ve -bildiğim kadarıyla- bu konuda bahsi geçen kişilerle ilgili yapılmış arşivlere dayanan akademik bir çalışmanın bulunmayışı, bizi böyle bir ‘izah denemesi’ne sevk etmiştir. Elbette burada bir karalama ve çamur atma çabası içerisinde görülmek istemeyiz. Böyle bir ithamda bulunmanın en basitinden niyet okuyuculuk demeye geleceği malumdur. Özetle dediğimiz şudur: Hazır durumda, yaşadığımız bu toplumun genelinde sakat bir risalet/resul ve hadis/sünnet anlayışı yerleşmiş durumdadır. İşte uzun bir arka bahçesi ya da derin bir bagajı olan bu zihniyetin temel referanslarından biri olması dolayısıyla Risalelerde mevcut olan bu anlayışın, nedenlerini bulmaya çalışmak. Zira Risaleler, Osmanlı sonrası halk inançlarına kaynaklık eden temel başucu kitapları durumundadır. Dahası bunlarda kabulü imkânsız çok kapsamlı bir mistik söylem mevzubahistir ve kitleler bununla bilgilenme yolundadırlar.
İşte biz resmini çizmeye çalıştığımız bu marazî durumu ıslah ve konuya dair bir perspektif sunabilmek gayesiyle okuduğunuz çalışmayı hazırladık. Bununla okuyucuyu hadis merkezli düşünüp davranmak yerine sünnet merkezli harekete yönlendirmek için gayret ettik. Elbette bu, bir hadis aleyhtarlığı - sünnet taraftarlığı zemininde gelişen ya da buna sürükleyen bir çaba değildir. Zira yapmaya çalıştığımız, hadis kültüründen çok Kur'an kültürüne vakıf olmanın gereğine işaret etmektir.
Peygamber (s) algısının duygu merkezli ve dolayısıyla beşer üstü bir varlık olarak konumlandırılması suretiyle, Nebi aleyhisselam'ın geçmiş peygamberlerin salikleri ile yarışa girmek hususundaki uyarısını çoktan boşa çıkardığı belli olan kitlelere böylesi bir çalışmanın iletilmesi bir görev olsa gerektir.
Üzücüdür ki halkımızın büyük bir ekseriyeti tam da burada, bu yerde durmaktadır. Bu nedenle, halkın Peygamber (s) algı ve kabulünün Kur'an merkezli düşünce boyutuna taşınabilmesi için elden gelen gayreti esirgememek gerektir. Zira cumhuriyet dönemi yani bugün halk inançlarına kaynaklık eden kitaplar, ne acıdır ki Osmanlı veya daha önceki dönem halk inançlarına dayanak olan kitaplardan farksızdır. Dün Mektubat'tı, Delail'ul-Hayrat'tı; bugün onların yanında Seadet-i Ebediyye'dir, Külliyat'lar vesairedir. Toplumun, sağlıklı bir Kur'an kültürüne ve bunun yanında peygamber algısına ulaştırılması adına bu tür kaynaklarda verilen anafordan ve belki de bu kitaplardan haberdar edilip uzaklaştırılması gerektir. Çünkü ortada şöyle bir garabet vardır: O günün Mekkelileri Allah'ın Elçisi'ne insan olduğu için, insana özgü özelliklerinden dolayı itiraz ediyor, karşı geliyorlardı. Bugün biz ise var diye reddedilen O Güzel Örneğin bu evsafının olduğunu anlatmakla meşgulüz.
Keza o Mekkeliler, O'nun, -ayetin (Necm 53/2) deyimi ile- arkadaşları olduğunu görüyor, kendilerinden, kendileri gibi bir insan olduğunu bildiklerinden ona itiraz ediyor, karşı çıkıyorlardı. O'nun üstün ahlakî özelliklerini tasvip etmekle, nitekim bu nedenle O'na (s) el-Emin demekle beraber, O'na itiraz ediyor ve O'nun mecnun olduğunu, sahibi olduğu iddialarının uydurma olduğunu söylüyorlardı. Kur'an ise geçmiş peygamberlerden ve yine kendilerinin atalarından tevarüs ettikleri ve dolayısıyla yabancısı olmadıkları risalet kültüründen bahisle bu türedi anlayışlarını ıslah etmeye çabalıyordu. Bu bağlamda mesela: Muhammed, sadece bir elçidir. O'ndan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz gerisin geriye mi döneceksiniz? (Al-i İmran 3/144) diyordu Ulu Allah. Gel gör ki bugün manzara tersyüz olmuş, insanlar O'nun aleyhisselam, ‘Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnızca bana … vahyolunuyor. (Kehf 18/110) demesine aldırmıyor. O'nun adına nurlar (Nur-ı Muhammedî/ Hakikat-ı Muhammedî) icat ediyor. Kimisi bu nuru çöle indiriyor (Çöle İnen Nur) ve kimisi de tutup sonsuzlaştırıyor (Sonsuz Nur).
Son olarak şunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Biz bu çalışmamızda olabildiğince bir durum değerlendirmesi, yaşanan -bizce olumsuz- halin tespitini yapmaya çalışıyoruz. Gerek doğrudan adını açarak bir kısım düşüncelerini eleştirdiğimiz gerekse çevre/camia olarak yanlışlarını imlediğimiz, felsefik duruş ve zihinsel yapılarını olumsuzladığımız kesimlere şartlı bir yaklaşımımız olmamıştır. Her yapı ve şahsın bütün yanlış ve eğriliklerinin yanında doğru ve güzel taraflarının da bulunabileceğini peşinen kabul ettiğimizi belirtmek isteriz. Burada yapmaya çalıştığımız konumuza (hadis/sünnet ve resul/risalet) münhasır bir durum değerlendirmesi yapmak, doğru bildiklerimizi okuyucuyla paylaşmak ve paylaştığımız bu hususlara muhalif düşünen/yaklaşan bazı somut örnekler üzerinden okuyucuyu aydınlatmaya çalışmak olmuştur. Değilse okuyucuda bahsi geçen kişilere yönelik bir ön yargı oluşturmak değildir.
Bütün söylediğimiz, bahsettiğimiz konunun nasıl anlaşılacağı ve aynı mevzuda farklı söylem ve iddialara sahip kişiler/kesimlerin varlığı, hatta belirtilen -kanımızca- olumsuz yaklaşımın yaygınlığıdır. Sahih düşünce ve inanç adına dikkatli ve duyarlı olunmasını sağlamak esas gayemiz, Kur'an merkezli yaklaşımın temini, hedefimizdir.
 
* Burada okuyucuya şu hususu hatırlatmakta fayda görüyoruz: Bu ifadelerle ve anlatımla biz belli bir şahıs, kitaplar bütünü veya çevrenin dedikodusunu yapmak niyetinde değiliz. Keza bu çalışmanın amacı herhangi bir çevreyi veya ileri gelenlerini karalamak da değildir. Nitekim münhasıran bir Said Nursî veya külliyatının eleştirisini de hedeflemedik. Zaten bunu yapan konuya dair müstakil ilmî çalışmaların varlığı bilinmektedir. Burada ve çalışmamızın bütününde gayemiz bir zihniyet muhasebesi yapmaktır. Kanımızca doğru olan düşünce ve yaklaşımı anlatmak ve buna ters düşen seçenekleri daha iyi anlaşılacağı beklentisiyle örnekler üzerinden göstermeye çalışmaktır. Buna göre bu kitabımızın bütününde yeri geldiğinde isimlerini açarak kendilerinden bahsettiğimiz zevatın şahıslarına değil, yaklaşım ve algı tarzlarına yönelik bir tespitte bulunmaktayız. Değilse kendileri ve cemaatleriyle ilgili bir genel değerlendirme yapıyor değiliz. Onlara atıf yapmaktaki tek gerekçe o esnada olumsuzladığımız konuların kanımızca en uygun örneği olmalarıdır.