Murat Menteş:Kapitalizm Aşkı imkansızlaştırdı...

GENCEBAY ÇALARKEN ARABADAN İNİLMEZ KAPTAN

VAN 7.04.2013 12:57:08 0
Murat Menteş:Kapitalizm Aşkı imkansızlaştırdı...
Tarih: 01.01.0001 00:00

Herkeslerin hakkında söze "müthiş" diye başladığı bir yazarı okumamayı bir tür direnişe çevirebilir insan, kendimden biliyorum. Hele arka kapakta "böyle bir kitabın yazıldığına inanamıyorum" diyen bir görüş varsa... Bazılarının reklamlara karnı toktur, hele entelektüel olanlara.

Dublörün Dilemması'nı iki yıl masamın üzerinde bekletme sebebim budur, şimdi yatağımın başucunda olmasının sebebi ise Murat Menteş... İkinci kitabı Korkma Ben Varım'ı beklemekle geçen kara günlerin sebebi de...

Kurtuluş Savaşının son gazisi, 100 yaşındaki Ruhi Mücerret, Menteş'in son kitabının kahramanı, kitap da kahramanının ismini taşıyor. Çocuklarını elleriyle toprağa veren Mücerret, artık bu dünyadan kurtulmak isterken, giderayak "dünyayı kurtarması" gerekiyor. Haklısınız, üstelik Amerikalı da değil.

Coca-Cola treninin, Pepsi gemisine toslamasıyla başlayan Ruhi Mücerret'i bitirdiğinizde, kitaptaki en akla yakın şeyin açılıştaki toslama olduğunu düşünebilirsiniz. Ama mucizeler kaderi değiştiriyor mu diye sorarsanız, hayır; peki bizi gerçeğe yaklaştırıyorlar mı diye sorarsanız; evet, bunu fena halde yapıyorlar derim.

Unutmadan, böyle bir kitabın yazıldığına inanamıyorum...

Yüz yaşındaki Kurtuluş Savaşının son gazisini, meçhul bir hedefin peşine salan Murat Menteş, yeni bir kurtuluş savaşı mecrası mı işaret ediyor?

Hayat memat meseleleri çok çeşitlidir. Kimileri, yaşanmaya değmez bir hayatın, ölümden daha iyi olduğunu iddia edebilir. Albert Camus, intihar etmek ile yaşamaya devam etmek arasında bir karar verilmesi gerektiğini söylüyordu. Halbuki çoğu kimse bunu aklına bile getirmeksizin yaşamayı sürdürür. Ben, kurtuluşun dünyada mümkün olduğundan emin değilim. Zaten, Ruhi Mücerret de dünyayı kurtarmaktan ziyade, dünyadan kurtulmayı arzuluyor. Ha, bir şey işaret ettiğim yok. Sadece, bazı dertlerden bahsediyorum. Herkesi kuşatan, fakat çoğu kimsenin tınlamadığı, kaliteli dertlerden.

EN AZINDAN BİR ŞAHİT LAZIM...

“Hayat anlattıklarımızdan ibaret değil” diyor ya gizemli kadın Serpil Silahlıperi. Gerçek nerede bitiyor fantezi nerede başlıyor?  Ve asıl önemlisi hangisi hakikate daha yakın sizce?

A-ha? İşte şimdi kendimi, kendi romanımdan sınava tâbi tutuluyor gibi hissettim. Bu hoş bir duygu. Yaşamaktayken, hayatı kavramamız zor. Kierkegaard “Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye bakarak anlaşılır” diyor. Dikkat edin, geriye bakınca her şeyi anlayabiliriz, demek değil bu. Şahsen, hayatın rüyadan farksız olduğu duygusundayım. Her şey hayal. Bu hayalin içinde, gerçeği ancak “değer” sayesinde hissediyoruz. Yani temaslarla. İki insan birbiriyle bağ kurabildiğinde ortaya çıkan değer, gerçeği anlamlı, yani mevcut kılıyor. Hiç kimse dünyayı tek başına kurtaramaz. En azından bir şahit lazım.

HATASIZ KUL OLMAZ OLSUN!

Mücerret'in son anlarındaki canyoldaşı Civan Kazanova “İyi niyet ile masumiyetin bir alakası yok” diyor bir yerde. Murat Menteş'in “iyi adam” rolü ile büyük bir kapışma içinde olduğunu düşündürtüyor. “Günaha kapılmadan Allah yolunda ilerleyemezsin” sözünü de kılavuz edersek, bu çağda “günahsız” olmak ne kadar ve nasıl mümkün olabilir?

Pişmanlık, hemen daima bir aydınlanma ihtiva eder. “Yanılmışım, doğrusu şuymuş” dersin. Hatanı görürsün. Bir dostum “Hatasız kul olmaz olsun!” diyordu. Günah işlememek mümkün mü? Hataya düşmemek? Yanılmamak? Sanırım, kusursuzluk insanlık dışı bir konum. Asla kötü adam olmayı veya günahkarlığı övmüyorum. Fakat hayatında hiç hata yapmadığını zannetmekten daha büyük bir hata olamaz. Jung’a sorsaydınız, o da size buna benzer bir cevap verirdi eminim.

HİÇBİR ŞEY, HEPİMİZ İÇİN AYNI ANLAMA GELMİYOR

“Olaylara hep aynı açıdan bakarsan gerçek kararır” diyor kötü adam Bedri Dubara. Bunun için mi karakterleriniz sırayla romanın asıl kahramanına dönüşüyor ve onları kendi ağızlarından tanıyoruz?

İlginç bir tespit. Dikkatinizden ötürü kutluyorum. Ben, gerçeğin değişkenliğini vurgulamayı deniyorum. Hiçbir şey, hepimiz için aynı anlama gelmiyor. Biz neredeysek, anlam oraya gelene kadar değişime uğruyor. Zaten, anlam verilen bir şeydir. Senin ne anladığındır. Mana ise olayın, eşyanın aslıdır. Anlama da, manaya da ancak yeni bakış açıları deneyerek yaklaşabiliriz. Önemli bir husus da şu: Olayları farklı kişilerin, birinci tekil şahıs anlatımıyla sunması, hikayeye sıcaklık katıyor.

İNSANIN ACİZLİKTEN KURTULDUĞU TEK BİR AN YOK

“Bize sıradan veya doğal görünen varlıkların ve olayların tümü mucizedir” diyor Mücerret'in cami arkadaşı Avni Vav. Ne yani Hollywood imzalı olmayan mucizeler de mi var, neden farkında değiliz?

Sizin şu soruyu sormanız ve benim de bu cevabı verebilmem sizce ilginç değil mi? Böyle bir şey nasıl olabilir? Fakat bugüne dek katrilyonlarca soru sorulup cevap verildiği için sıradan görünüyor. Eğer sorunuz insanlık tarihinin ilk sorusu olsaydı, o zaman herkes ikimize bakardı. Halbuki soru aynı soru, cevap aynı cevap. Bundan başka, mucize, insanı aciz bırakan şey demektir. Bence insanın acizlikten kurtulduğu tek bir an yoktur. Sınırlarımız çok dar, kapasitemiz çok kısıtlı, ömrümüz çok az.

KAPİTALİZM AŞKI İMKANSIZLAŞTIRDI

“Aşk kimin kollarında öleceğine karar vermektir.” diyor Mücerret, “Bilginin ve sanatın ötelendiği, duygu inanç ve düşüncenin geçersizleştiği bir çağda” aşkın payına ne düşer?

La Rochefoucauld, “İnsanların çoğu, aşk diye bir şeyden bahsedildiğini duymasalar, asla âşık olmazlardı” der. Gerçek aşkı, doğru kişiyi, ruh ikizini filan bulmak büyük mesele. Şahsen, kapitalizmin aşkı da kavuşmayı da imkansızlaştırdığını düşünüyorum. Meşru, hatta yüceltilmiş bencilliği içselleştirmiş toplumlarda aşk ancak bir tüketim döngüsü içinde konumlanmış, kötücül stratejilerin yörüngesindeki, göstermelik bir fiyaka zımbırtısına dönüşüyor. Amma abarttım. Fakat mutlu ailelere hemen hiç rastlanmadığını göz ardı edemeyiz. Evlatlarını, eşini sevemeyen insanlarla dolu dünya.

GÖKYÜZÜNDEN EVLİYALAR İNSE HABERLERDE REKLAMSIZ İZLEYEMEZSİN

Reklamlar ekseninde bir hikaye anlatıyorsunuz ve bazı tespitlerde bulunuyorsunuz. Reklam bahsi, romanın omurgasını oluşturuyor. Reklamlarla ilgili sorun ne sizce?

Reklamlar, sanatın ve düşüncenin işleme konduğu alanlar gibi görünüyor. Hiçbirimiz reklamdan kaçamıyoruz. Metropolde yaşayan bir vatandaş, günde ortalama 18 bin reklam iletisine maruz kalıyor. Reklamlarda umut, espri, sevecenlik, ılımlılık, mutluluk, zeka… var gibi görünüyor. Halbuki, doymak bilmeyen sektörlerin, dinmek bilmeyen rekabetin, yıkıcı bir hırsın ucuna eklenen bir efektten ibaretler. Reklam mesajlarındaki yalanlar şöyle dursun. Hepimizi kuşatan yanlışın fark edilmesini önleyen bir fonksiyon icra ediyor reklamlar. Salvador Dali, Einstein, Atatürk… gibi figürler reklamlarda kullanılıyor. Burada ahlakçı bir tavırla birilerini suçladığım sanılmasın. Kültür zannettiğimiz, ezici bir kısırdöngüden söz ediyorum. Edebiyat, düşünce, inanç, felsefe, bilim… hepsi reklamların gerisinde bırakılıyor.

“Bütün kanallarda lanet reklamlar” yani...

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD’de, Freud’un yeğeni ve “PR’ın Babası” Edward Bernays büyük şirketlere danışmanlık yapmaya başladı. Müşteriyi tüketiciye çeviren adamdır Bernays. Onun izinden gitmemeliydik. Hayatımızda, paradan daha değerli şeyler olmalıydı. Kandırılmaya fit olmamalıydık. Mutluluk, gerçekte mutluluk değildir. Bunu bile anlayamadık. Ne zaman düşünmeye başlasak, araya reklam giriyor. Ne zaman diyalog kurmayı başarsak, reklamlar sözümüzü kesiyor. Çocukça konuşuyor gibi görünüyorum belki. Fakat zalimce bir işleyişe karşı konuştuğum gözden kaçsın istemem. Gökyüzünden evliyalar inse, haberlerde bu olayı reklamsız izleyemezsin. Kutsala saygısızlıktan bahsetmiyorum, insanı hiçe saymaktan söz ediyorum.

İnsanı hiçe saymayan reklam olmaz mı?

Çocukluğumda annemle semt pazarlarına giderdik. Hâlâ uğrarım semt pazarlarına. Çok artistik sahneler olur. Mesela adam “Kavun tatlı ben n’apiym?!” diye seslenir. Mesela, şöyle bir sahne görmüştüm: Uzun sakallı ve cübbeli, ciddi görünümlü bir adam, pembe ‘bebek tulumları’ ve patikleri satıyordu. Kimse ondan alışveriş yapmıyordu, üzgündü. Mesela bir sebzeci, giysi satan adama sesleniyordu: “Hey Zenci, senin sorunun ne?” Öteki cevap veriyor: “Senin maydanoz satman!”

ŞEHİR NEDİR ÖĞRENEMEDİK

Mücerret'in dediği gibi, kendini kandırmadan akşam eden bir Allah'ın kulu olmayan, rüyalarını çalan, sana hayaller hediye eden İstanbul'a maruz kalmamamın bir yolu var mı?

Bilemiyorum. 1999’da, depremden sonra araştırdım ve öğrendim ki Konya’da deprem riski yokmuş. Deprem sırasında ailemin bir kısmı Gölcük’teydi. Büyük acılar yaşadık. Tüm o cesetleri, şehri saran kokuyu unutmam zor. Dedim, Konya’ya yerleşelim. Konya’yı bilen arkadaşlarımla konuştum. Derken, Konya’da bir bina kendiliğinden çöktü! İstanbul’da kaldık yine. İstanbul’un tabiatı bir harika. Fakat biz, bu tabiat harikasını, medeniyet harikalarıyla dengeleyemedik. Türkiye’de bir tane bile planlı şehir yok. Şehir nedir öğrenemedik henüz. Şehir demek kültür, sanat, akademi… demektir. Şehirde tiyatro olur, dergi çıkar, beste yapılır, kitabevleri bulunur… Bu anlamda da şehirlerimiz üzücü durumda. İstanbul’dan kaçmak, Türkiye’den kaçmayı gerektiriyor. Eh, o da zor. Millet olarak… söylemesi hoş değil, fakat kendi çiğliğimizden kaynaklanan sorunların arasında sıkışıp kaldık. Gene de olumlu bakıyorum. İnanıyorum ki, şehirlerimizi planlamayı akıl ettiğimizde, bu işi başarabileceğiz.

GENCEBAY ÇALARKEN ARABADAN İNİLMEZ KAPTAN

Dublörün Dilemma'sı bir Cüneyt Arkın repliğiyle açılıyordu; “Canımın içi böyle şeyler yalnızca romanlarda olur”. “Orhan Gencebay çalarken arabadan inilmez kaptan” demişti İbrahim Kurban yine Dilemma'da. Korkma Ben Varım'da ise Müntekim Gıcırbey “Gencebay dinledikten sonra gelen sessizlik de Gencebay'dır” diyordu. Ruhi Mücerret ise Arkın ve Gencebay'ı sayfalardan kapağa taşıdı. Sahi neden inilmez taksiden Gencebay çalarken?

Saygıdan. Cüneyt Arkın ve Orhan Gencebay, bizim çocukluğumuzu ve gençliğimizi şekillendirmiş sanatçılar. Her ikisi de çok çalışkan ve üretken. İşin gerçeği, ben popüler kültüre ait kimi unsurları, anlattığım hikayeye canlılık katacak şekilde işliyorum. Cüneyt Arkın ve Orhan Gencebay’ı benim gözümde değerli kılan nitelikleri eserimde işaret ediyorum. Kimileri diyebilir ki, “Tarantino da eski filmlere göndermeler yapıyor, eski şarkıları anıyor.” Halbuki benim Jean Baudrillard’dan bahsettiğim de oluyor, Rahmaninov’dan da. Fakat, normal olarak Cüneyt Arkın’ı, Gencebay’ı romanda görmek insanların dikkatini çekiyor ve sanırım şaşırmalarına da neden oluyor.

 (Devrim Acaroğlu/EVRENSEL)