Mumcu’dan Selek’e

Etyen MAHÇUPYAN

VAN 7.12.2012 12:54:00 0
Mumcu’dan Selek’e
Tarih: 01.01.0001 00:00
 

Cumhuriyet’in vesayetçi mantığının doğal ürünlerinden olan eski DGM Başsavcısı Nusret Demiral, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olarak o dönem yargının yürüttüğü soruşturmayı savunmuş ve “biz çok titizdik o işte” demiş.

Hemen akabinde gelen ‘Cinayetin aydınlandığına inanıyor musunuz?’ sorusunu ise “Bak şimdi kızıyorum, ben öyle şeylerin dedikodusuna girmem.” diye cevaplamış. Buradan anlaşıldığına göre cinayetin aydınlatılması tali bir mesele iken, başsavcı asıl yapması gereken işte özellikle titiz davranmaktaymış. Diğer bir deyişle bu ülkede bir yargı mensubunun titizlik göstermesi gereken alan, suçlunun bulunması, suçun cezasız kalmaması değil. Titizliğin gerekli olduğu konunun ne olduğunu yine Demiral’dan öğrenmek mümkün: “Devletin menfaatine olan bazı konular gizli kalabilir…”

Böyle bakıldığında Cumhuriyet rejiminin tasavvurunda hukuk sistemi ve yargı mekanizmasının ‘hakemlik’ rolünün sadece devletin menfaatinin olmadığı alanlarda geçerli olduğu çıkarsamasını yapmak hiç de zor değil. Ama iş devlet menfaatinin olduğu bir konuya geldiğinde, yargıdan titiz bir çalışma ile suçun ve suçlunun üzerinin örtülmesi bekleniyor. Tabii Mumcu cinayeti gibi bir olayın aydınlanmasının nasıl olup da devlet menfaatini ilgilendirdiğini ve niçin olayın aydınlanmamasının devlet menfaatine olduğunu sorabiliriz. Zaten bu soruyu uzun bir zamandan beri çok kimse sordu ve en mantıklı cevapta birleştiler: Çünkü Uğur Mumcu’yu öldüren, devletin ta kendisiydi. Nitekim yargının davranış şekli aslında bu önermenin doğruluğunun bir kanıtı...

Mumcu cinayeti gibi olaylar, hukuk ve yargı sistematiğinin en önemli ideolojik işlevinin devletin döktüğü kanın temizlenmesi, arta kalan izlerin süpürülmesi, cinayetin yasal belirsizlik perdesi arkasında gizlenmesi olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bu işlev yargıdan beklenen hizmetin bütününü oluşturmuyor. ‘Devletin menfaati olan konularda’ yargının aynı zamanda simetrik olarak tam aksi yönde bir işlevi de var. Yani suçlu üretmek, sahte delil yaratmak, yasal sistemin imkânlarını kullanarak hayali bir suçu gerçeklik mertebesine çıkarmak. Yargı bu işi devletin ‘düşman’ bellediği, kan davası güttüğü kişi ve gruplara karşı uyguluyor. Sonuç olarak, belirli hiziplerin meşruiyet zaafı içeren bir hukuka dayanarak devlet adına davranması bir yana, Türkiye’de yargı ideolojik ve siyasî kaygılarla aynı anda hem suç temizleyen hem de suç üreten bir mekanizma oldu ve olmaya da devam ediyor.

Suç üretme çabalarında en ‘kör gözüm parmağına’ örneklerden biri Pınar Selek davası. Fi tarihindeki Mısır Çarşısı patlamasından bu yana defalarca üst mahkemelere gidip gelen davalar yaşandı ve Selek üç kez beraat aldı. Farklı bir sonuç olması da mümkün değildi… Çünkü birincisi, Selek’i ihbar eden kişi daha sonra itiraflarının baskı altında alındığını söyledi ve suçlaması düştü. İkincisi, farklı bilirkişi raporları patlamanın nedeninin bomba değil doğalgaz olduğunu ortaya koydu. Ama ilk davada yargı makamı Selek’i ihbar eden ve bombayı ‘birlikte’ attıklarını söyleyen kişiyi beraat ettirirken, ihbar edilen ve zaten bu ihbarı reddeden kişiyi mahkûm etti. Dahası aynı mahkeme bilirkişi raporlarını da dikkate almadı. Ortada bir suçun olup olmadığı bile belli değilken ve bilirkişi görüşü suçun olmama ihtimalini vurgularken, yargı doğrudan suçlu üretmeye yeltendi ve kimi suçlu yapacağı da önceden belliydi.

Neyse ki daha sonraki süreçte Pınar Selek adil bir yargıya muhatap oldu. Ancak bu kez de Yargıtay bütün beraat kararlarını geri çevirdi ve son günlerde yaşanan skandala gelindi. Çoktan bitmiş bir davada değişen savcı sanki hiç mahkeme yapılmamış gibi mütalaa verirken, mahkemenin yargıcının hastalık izninin bitmesine birkaç gün kala mahkeme heyeti değiştirilerek bir dava daha görüldü ve yeniden başa dönülerek, Selek olmayan suçun suçlusu ilan edildi… Bunun nasıl bir nefret olduğunu anlamak kolay değil. Birileri Pınar Selek’in başka bir ülkeye iltica etmesini, vatandaşlıktan çıkarılmasını istiyor. Niye olduğunu bilmiyoruz… Ama bunun devletin menfaatine uygun olduğunu ve görünüşe asgari önemi bile vermeyen bir ideolojik titizlikle yapıldığını izliyoruz. 

İnsan böyle bir devlete sadece acır… Kimlerin elinde kalmış diye… Hukuku böylesine pespaye hale düşürmekten gocunmayan insanların unvan, konum ve yetki sahibi olduğu bir ‘yargıdan’ adalet beklemenin anlamı var mı? Türkiye’de yargı demokrasi açısından askere kıyasla daha büyük bir tehdit. Çünkü ‘hakemin’ bizzat kendisinin bir tür tetikçi olduğunu ima ediyor.