Modernliğin tesiri altındaki Müslüman

İbrahim Suyanı

VAN 19.08.2015 11:02:33 0
Modernliğin tesiri altındaki Müslüman
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Meseleyi aşina olduğumuz kelimeler üzerinden konuşalım. “İşittik ve iman ettik” yerine “İşittik ve üzerinde düşünüp çalışıyoruz, update işlemi bittiğinde bakarız” kaydıyla irtibat kurduğumuz İslam’ın, iman edenleri değil sosyal medya ve hayran sayfası takipçileri oluyoruz. Sosyal medya denilen alışkanlığın beğeni, paylaşım, dürtme ve yorumdan ibaret olduğunu mu zannediyoruz? Bu, bizim hakikat karşısındaki/yanındaki vaziyet alışımıza da tesir eden bir yazılım değişikliğidir.

“Kitap, Allah’ın son peygamber olarak seçtiği kulu Hz. Muhammed’e vahyettiği ezeli kelamıdır. Sünnet, bu kitabın açıklanması ve hayata aktarılması mahiyetindedir. Müslümanlar Kitap’a, ilk elden Allah Resulü’nün yorumu üzerinden ulaşırlar. Bu bakımdan onlar, Kur’an’ın başka bir yorumu değil, Kur’an vahyini alan ilk beşerin yorumu üzerinden Müslüman olurlar. Tıpkı ilk nesilde olduğu gibi… Hz. Peygamber’in öğrettiği, eğittiği ve oluşturduğu ilk cemaatin yaşantısı da İslam için bir kaynaktır. Bu cemaat Müslümanlığın dünya tarihindeki ilk yaşanabilir örneğini oluşturmuştur. Daha sonraki Müslüman nesiller, bu örnek cemaat üzerinden Müslümanlığın Kitap ve sünnet adlı kaynaklarına ulaşabildikleri gibi, Müslümanlığın yaşanabilirliğini de onlardan öğrenmişlerdir.

Bu yüzden Kitap ve sünnetin varlığına ve kaynaklığına (…) onların icmaıyla ulaşılır. Kıyas ise önce sayılan asılları esas alan yetkin bir Müslüman kişinin, bu aslın sağladığı öncüllerle yönlendirilmiş olarak sonraki Müslümanların yeni durumlarının çözümü için akıl yürütmesidir. Bu öncüller sadece Müslümanlığın asıllarından üretilmeli ve tanımlanmalıdır. Başka bir ortamda üretilmiş öncüllerle Kitap’a ve sünnete uygulanacak bir kıyas, en baştan kelami olarak fasit dairedir. Başka bir değişle, yapılan yorumun malzemesi İslamiyet’in asılları olan Kitap ve sünnet olsa bile, yorumun öncülleri Müslümanlığın bu asıllarından üretilmemişse, bu yorum Müslümanlığa ait bir yorum olmaz.” (Mehmet Paçacı; Çağdaş Dönemde Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?)

Modernleşmenin sanata, düşünceye, siyasete, sosyal münasebetlere tesiri olur da dini hayatımız üzerinde tesiri olmaz mı? Meseleyi bu şekilde ortaya koyduğumuzda çıkmaz bir sokakta yol aramaya başlamışız demektir. Çünkü bizatihi bu cümlenin kendisi bile bu tezahürün ispatı mesabesindedir. Modernizmin tesiri altında kaldığını ifade ettiğimiz hususlar tabii olarak dini yönelişin, bağlanmanın, hassasiyetin tesiri altında olması gereken şeylere dâhil edilecekken, dini hayatla 
aynı seviyede tutularak tasnif edilmiştir. İşte zihinlerimizdeki modernleşme müptelalığı budur. Modernleşme kavramını öncelikle yapı bozuculuk ve yeniden kurma anlamında kullandığımı ifade edeyim.

Müslümanlık, modernliğin öncesinde hayatımızın esasını teşkil ederken; modernleşmenin tesiri altına girmeye başlayan idrakimizin bize çektiği numaralarla herhangi bir şeyden biri olma durumuna gerilemiştir. Dinin hayatımızın merkezinden geri çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk, çağdaş modern değerlerin antrenman sahasına dönmüştür. Müslüman insanın farkındalığının ayarları, modern çağdaşlığın oluşturduğu zihin ve mantık kalıbı tarafından değiştirilmiş ve Müslüman, insiyaki vaziyet alışlarla pekişen dünyevi/ modern bir hayatın şantiye şefi olarak işe başlamıştır.

İşte Diyanet’in ülkemizde en çok bilinen haramlardan biri olan israfın hatırlatılması için afiş ve kamu spotu yayınlaması bu ayar değişikliği sebebiyledir. Yitikliği özellikle ekmek üzerinden hatırlatılan israfın haram oluşu, idrakimizdeki nimet anlayışının kaybı sebebiyledir. Nimet kavramı Rahman ve Rahim olanın nasip ettiği hidayet ve hayrla (din, şeriat, iman, kalplerin birbirine ünsiyeti, sakınmak ve bu gibi) ilişkilidir ve Kur’an’da Allah (Azze ve Celle) dinin tamamını da nimet olarak isimlendirmiştir. “…Allah’ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın. Allah’tan korkup/sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir. (Bakara suresi 231. Ayet meali)“ “… Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim. (Maide Suresi 3. Ayet meali)” “Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar. (Nisa Suresi 69. Ayet meali)”

Aslında kaybettiğimiz şey hidayet üzere oluşumuz ve dinimizdir ama hatırlatılan ekonomik bir değer olarak ekmektir. Köprü, yol, okul olarak tasvir edilen ekmek israfı, annelerimizin kurduğu sofralarda değil; lokanta, aşevi, kamu kurumu yemekhaneleri ve bizim yemek masalarımızın üzerinden yapılmaktadır. Sofra başka bir şeydir, yemek masası başka, bu sadece aletin/ eşyanın değişmesi değildir. Sofranın üzerindeki nimettir, masanın üzerindeki ise ekmek. Bu, eşya ile kurduğumuz ilişkinin mahiyetindeki bir değişikliktir. Rüyet-i hilal meselesi de bu sebeple rasathane takvimi üzerinden modernliğin tahakkümü altındaki çağdaş yönelişe verilen bir cevap olarak müdafaa edilmektedir.

“Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır ve o sathın bütün vatandır” sözünü bağlamından kopartıp buraya eklemlemenin tam zamanıdır. Modern çağdaşlığın hayatımız üzerindeki tesirini işlemez hale getirmenin yolları üzerinde gayret göstermeliyiz. Nereden başlayabiliriz? Benim önerim şu: Bu yazının yazılmasına sebep olan şey, Yusuf Kaplan’ın sünnet ve sahabe etrafında oluşturulmaya çalışılan şüphe ve tehlikeye dikkat çektiği Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir yazısıydı. Yazıyı okuduğumda Mehmet Paçacı’nın “Çağdaş Dönemde Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?” İsimli kitabını hatırladım. Kitap, Müslüman olarak yaşamaya kıymet veren herkesin okumasını mecbur kılacak kadar önemli. Bir kısım yerlerini alıntılayarak haberdar edilecek bir eser değil bu, her cümlesini mütalaa ederek okumayı hak ediyor. Bunu zikredip Yusuf Kaplan’ın yazısının bana hatırlattıklarına geri dönmek istiyorum.

Siz hiç Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yan yana yürüdünüz mü? Sıcak bir öğle vakti birlikte bir ağacın gölgesinde oturup serinlediniz mi? Size adınızla hitap etti mi? Evinizde yemek yedi mi? O’nun kıraatinden Kur’an dinlediniz mi? Arkasında cemaat olup namazınızı ikame ettiniz mi? Elinizi sıktı mı, çocuğunuzu sevdi mi? Size bir hediye verdi mi? Bazılarınızın cenaze namazını kıldı mı? Birlikte savaştınız mı? Duasını aldınız mı? Mübarek elinin üzerine ellerinizi koyup sözlerini tekrarlayarak O’na beyat ettiniz mi? Sizden bir şey yapmanızı istedi mi? Sizin sorduğunuz herhangi bir soruya cevap olarak ayet indi mi? Allah (Azze ve Celle) size hitap ederek sizden razı olduğunu ve sizin de kendisinden razı olduğunuzu bildirdi mi? Sizin üzerinde bulunduğunuz yolu sizi zikrederek ardınızdan gelenlere tavsiye etti mi? İşlediğiniz bir hata sonrasında tövbe ettiğinizde tövbenizin kabulüyle ilgili ayet var mı?

Bu soruların hepsinin cevabı sahabe için evet diğer herkes için hayır! İşte sahabe bu ve daha fazlası…

Şimdi bütün bunlarla birlikte sahabeyi yeniden düşünelim. Ama önce aklımızın bir köşesinde İsrailoğulları ve Nasranîlerin; bizim ashaba olan sadakatimizi ve muhabbetimizi kıskandıklarını ve bu kıskançlığı hasetle beslediklerine dair bir bilgiyi de bulunduralım. Hadis rivayetinde hiçbir ilmi bilgimiz olmadan aklımıza gelen ilk şey nedir? Râvilerin; yalan, karıştırma ve unutmaya dair bir durumlarının olmamaları gerektiğidir. Yalan, râvinin bütün rivayetlerinin reddine, diğer ikisi ise ortaya çıktığı zamandan sonrası için tahkikine sebeptir. Şüphe ve nifak sahiplerinin anlamadıkları ve kendilerinden hareketle kabul edemedikleri husus şudur: Müslümanların asla yalan söylemiyor olmaları… Bize ve kendilerine bakarak o kanaate varmaları normal elbette ama Hasan-ı Basri’nin “Siz onları görseydiniz mecnun derdiniz, onlar sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değil’ derdi” diye tasvir ettiği bir durum bu. Sahabe hakkında içeriden ve dışarıdan gelen itirazların temelinde itiraz sahibinin yalancılığı ve münafıklığı yatmaktadır. Oysa sahabe, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yalan bir sözün O’na isnat edildiğinde, bunu söylemenin ellerini ateşe değmişçesine cehennem ile sonuçlanacak bir yolculuk olduğunu biliyorlardı. Onlar “Anam babam sana feda olsun ya Resulullah” diyen ve sözlerinin doğruluğu Kitap’la tasdik edilenlerdi.

Burada, noksanlığının hayatımızın bütün şubelerinde bizi tanımladığı dine sadakat meselesini gündemimize almamız gerekiyor. Meseleyi aşina olduğumuz kelimeler üzerinden konuşalım.

“İşittik ve iman ettik” yerine

“İşittik ve üzerinde düşünüp çalışıyoruz, update işlemi bittiğinde bakarız” kaydıyla irtibat kurduğumuz İslam’ın, iman edenleri değil sosyal medya ve hayran sayfası takipçileri oluyoruz. Sosyal medya denilen alışkanlığın beğeni, paylaşım, dürtme ve yorumdan ibaret olduğunu mu zannediyoruz? Bu, bizim hakikat karşısındaki/ yanındaki vaziyet alışımıza da tesir eden bir yazılım değişikliğidir. Eklenti paketleriyle sürekli güncellenmekte olup hidayet ile aramızdaki mesafeyi artırmaktadır. Eğer ilk kurulum ayarlarına dönmeyi mümkün kılacak sistem geri yükleme noktası veya yedekleme klasörü oluşturmadıysak tecdidi imana ihtiyacımız olacak demektir. Gülücük veya el sallama ifadesiyle irtibatlandığımız İslam, Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyedilen İslam’dan başkalaşmış; bizim için ancak sosyal hayata ait değerler manzumelerinden birisi, flash movie veya göz atmak için tıklayınız butonu kıymetindeki bir mause sol tıklama komutuna dönüşmüştür.

Oysa Allah (Azze ve Celle) Kur’an’da dine sadakatle bağlı olmanın önemini ve nasıl’ını, bu bağlılığın emaresi olan işleri ve mahiyetini açıklıkla zikretmiştir. “Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resul’üne isyan ederse artık gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb Suresi 36. Ayet meali)” “Şüphesiz Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah’a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah’tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah’tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzâb Suresi 35. Ayet meali)”

Yazıyı mezkûr kitabın arka kapağındaki bir cümle ile bitirelim. “İki yüz yılı aşkın süredir katman katman biriken bu tortunun bir çırpıda temizlenmesi mümkün olamasa da, elinizdeki çalışma, söz konusu sorunumuz hakkında okuyucularında bir farkındalık yaratmayı hedefliyor.”

İbrahim Suyanı