MODERN DÜNYAYA İTİRAZ YA DA RAHMETİN ELÇİSİ OLMAK

Geleneksel sosyal düzenlerin çözülmesini doğurdu.

VAN 5.10.2016 11:02:16 0
MODERN DÜNYAYA İTİRAZ YA DA RAHMETİN ELÇİSİ OLMAK
Tarih: 01.01.0001 00:00
…günümüzde İslam’ın rolünün kendi yaşanmış geçmişi ile “aynı” mı, yoksa “farklı” mı olacağı önemli noktayı teşkil etmektedir. Modernite İslam’dan yeni bir “rol” ve/veya “işlev” üstlenmesini istemekte; böylece onu kendi “geçmişinden” koparmadan bir dönüşüme uğratabileceğini ümit etmektedir.
Abdurrahman Arslan/ Köprü dergisi Kış 98 Sayı 61
Hıristiyanlık dini Roma İmparatorluğuna ait topraklarda ve Yahudiliğin içinde doğup gelişti. Fakat doğduğu günden itibaren aynı zamanda Roma’ya karşı ölümcül bir mücadele sürdürmek zorunda kaldı. Hıristiyanlık getirdiği ilahi hükümlerin tabii neticesi olarak; imparator ve imparatora ait kurumları tanrılaştıran Paganist Roma din anlayışı ve mevcut siyasal iktidarla olduğu kadar; Romanın düşünce ve kültürüne, insan ve toplum anlayışına karşı çatışma mecburiyetinde kalarak, kendini bu mücadele içinde inşa etti.
Ne var ki Hıristiyanlığın Roma karşısında vermiş olduğu mücadelenin tek boyutlu kalmadığı bilinmektedir. Mücadele; aynı zamanda bu mücadeleyi sürdüren Hıristiyan müminleri, müminlerin dinlerini yorumlama biçimini ve bu müminlerin oluşturduğu cemaatlerin örgütlenme yapılarını derinden ve kapsamlı bir şekilde etkiler. Roma İmparatorluğunun toplumsal ve siyasal yapısının rasyonel şekilde örgütlenmiş ve kurumsallaşmış hususiyeti, Üçüncü yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık üstünde müşahhas hal almaya başlar. Bu yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık Roma’nın dini olmaya başlarken, aynı zamanda dağılmaya başlayan bir İmparatorluğu korumak ve onun mirasçısı olmakla yüz yüze gelir; böylece kilise merkezli din ve kilise devleti biçiminde bir inşa sürecine girer. Öte yandan yeni dine inanan müminlerin uğradığı zulümler, kili-senin bir dayanışma örgütü olarak yaygınlaşmasına sebebiyet verir.
Fakat kurumlaşmaya başlayan Hıristiyanlık, aynı zamanda bu süreçle beraber kendine ait olmayan bir çok “unsuru” Hıristiyanlaştırarak bünyesine aktarır; ilk Hıristiyan teologların çalışmaları da bu eski dünyadan etkilenmeyi meşrulaştırır. Böylece Aziz Paulus ile beraber Helenistik felsefe geleneğiyle bütünleşme başlar. Düşünce düzeyinde Hıristiyanlık önce Platonik felsefeyi, daha sonra ise Aristoteryen felsefeyi asimile ederek bünyesine katar. Roma’ya karşı mücadele ederken bir rakip olarak başarıyı, muhalifinin “araçlarını” kullanarak ve onun gibi örgütlenerek elde edeceğine inanır. Bunun neticesi olarak Hıristiyanlar, dinlerinin getirdiği ilahi mesajı, Roma’ya ait ve onun tarihsel/felsefi tecrübesinin hasılası olan kurumsal yapılarının içeriklerine katmakta mahzur görmezler.
Şüphe yok ki Hıristiyanların Roma’nın “araçlarını” kullanarak varmak istedikleri amaç; Allah’ın rızasını kazanma yanında, aynı zamanda muhaliflerine karşı varlıklarını sürdürme kararlılığı ve ahdi olmuştur. Fakat çok geçmeden araçların “amaca” dönüştüğü görülmeye başlar. Kilise Dördüncü yüzyıldan itibaren, evrensel bir devlet olarak İmparatorluğun siyasal ve askeri örgütlenme çerçevesinde, Roma ordusunun örgütlenme hiyerarşisini kendine örnek alarak legal bir kimlik kazanırken; kurumsal düzlemde mevcut iktidarı taklide yönelerek alternatif bir hususiyet kazanarak rakip hale gelir. Bununla birlikte Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun kurumsal yapısı içinde yeni bir uygarlığın ideolojik ve kültürel temeli olma işlevini yüklenir. Ne var ki bu dönüşüm Hıristiyanlık inancı ile kurulu düzen arasında bir gerilime, bu gerilim de manastır hayatının doğmasına sebep olur. Uzun süren bir mücadelenin neticesinde; rasyonel-leşmiş Roma bürokrasisi ve rasyonelleşmiş Roma hukuku üstüne kurulan bürokratik Roma Katolik kilisesi ile beraber Hıristiyanlık dini de, artık kendisine karşı mücadele ettiği bir “dünyanın” içine yerleşmeye; diğer bir ifade ile başından beri mücadele ettiği “muhalifinin” ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başlar.
Modern durum yada modernite ait olduğu kökenden koparak kendini var etmiş bir “olgu” olmaktan çok; bir dinin, Hıristiyanlığın on dört yüzyıl boyunca yaşanan tarihsel tecrübesinin neticesinde, kendine inananların idrak dünyalarındaki kazanım ve/veya kayıp-lar ışığında yeni bir yorum ve tecrübe olarak yeni bir hayat kurma süreci; fakat aynı zamanda bir “ümmet”in kendi içinde yaşadığı trajedisi sayılır. Modernite, kendine rahim görevi yapmış bu ümmetin on dört yüzyıllık tecrübesiyle ilgili; inanma ve yaşama tarzını, insanı tanımlama biçimini, toplumsal yapıyı, üretim ve tüketimini, yönetme ve yönetilme anlayışını mahiyet olarak değişikliğe uğratarak vücut buldu. Ne var ki yaşanan değişim ve dönüşümlerin uzun süreci içinde; tarihindeki tecrübe ve birikimle beraber inandığı din olan Hıristiyanlıkta Batılı insanın tahayyülünde “nesneleşmekten” kurtulamadı.
Dolayısı ile ortaya çıkmaya başlayan ve adına modern dediğimiz bu yeni “durum/olgu”; bir yönü ile Avrupalı aklın bir meyvesi, diğer yönden de bu akıl tarafından sekülerleştirilmiş olsa bile, ait olduğu kaynağını ve kökenini her zaman açıkça dışa vuran Batılı Hıristiyan “uygarlığın” bir hasılası olmuştur. Modernite; manastırların, ortaçağ katedrallerinin, Rönesans kentlerinin, Hıristiyanlık öncesi halk kültürünün, dini ilahilerin, Helenistik mirasın, kutsal ve kutsal-dışının, ruhban ve laiklerin, ilk-günahın, günah çıkarmanın, vaftizin, afarozun ve neticede kefaret ve feragatin bir arada katlandığı ve düzenleme içine alınarak yeni kalıplara döküldükten sonra kendini tezahür ettirdiği Batıya has yeni bir “durum” ve yeni bir “dönem” olma hususiyeti taşımıştır.
Yeni tahayyülün kaynağı olan “akıl”, şüphe yok ki Batılı insana Kadim Grek’ten kalmış olan bir mirastı. İnsanın kendi kaderini kendi elinde bulundurduğu; zamanın belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere seyrettiğine ilişkin inanç; hakikatin merke-zinde kendisinin bulunduğunu varsayan bir kabul, bu aklın önemli hususiyetini teşkil etmekteydi.
Modern dönemde de bu akıl “varlığı” düşünceden türeterek, doğru ve yanlışa ilişkin nihai hükmün kaynağına kendini yerleştirdi ve epistemik faaliyette bilgiyi sadece bu dünyadaki hayatın önemine ve insanın ihtiyaçlarına tabi kıldı. Öte yandan hakikatin akıl merkezli tanımı, ister istemez insanı da hakikatin merkezine taşıdı; kazandığı yeni mevkisinden dolayı “modern akıl” aynı zamanda tarafsız ve/veya nötr varsayıldığından, evrensel olduğu savunulmaya başlandı. Evrensellik iddiası; modern bilgi/bilimin ve teknolojinin desteğiyle; dünyanın Avrupa dışındaki insan ve kültürleri tarafından kolayca kabul edilebilir hale getirilmiş oldu. Öte yandan evrensellik iddiasının, diğer dini/kültürel geleneklerce kabul görmesinde önemli bir husus bulunmaktaydı; modern akıl insanın dışında yeni bir “hakikat” tanımı yaparak dini, bu hakikatin kaynağı olarak kabul ettiği tabiata bağımlı hale getirdi. Bunu, semavi dinlerin asla kabul etmediği bir ayrımda bulunarak yapmaktaydı; ve çelişkili bir şekilde ilk defa dini, insanı ve tabiatı birbirlerinden ayrıştırmış oldu. Ayrımın tabii hasılası olan vahye dayalı dinin tabiat merkezli “rasyonel din” ile yer değiştirmesi; aynı zamanda yeni hakikat tanımının diğer dinlerin müminleri için kabul edilebilir hale gelmesi demekti.
Modern tahayyül, içinde yaşadığı dünyayı bulduğu şeklinden memnun olmadığından farklı bir şekle, diğer bir ifade ile, “modern aklın” olmasını gerekli gördüğü ve arzu ettiği şekle sokma çabasıdır. Kilise merkezli bir hakikat ve hayat anlayışından, insan merkezli bir “tasavvura” geçiş; yaptığı hakikatin tabii neticesi olarak insanı Tanrı’dan önce gelen bir mevkiye yerleştirmiştir. Elde ettiği yeni mevkinin tabii neticesi olarak; dün inandığı Tanrı’ya hizmet etmeyi kolaylaştıran ve meşruiyetini buradan alan hayat ve bir araç olarak gördüğü düzen yerine; şimdi modern insan bu “aracı” amaca dönüştürmekte ve kendine, yalnız kendine hizmet edecek bir düzen fikrini kavramsallaştırmanın, bunu da hayata geçirmenin iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel ve teolojik imkânlarını araştırmaya girişir.
Araştırma neticede, yeni bir insan/birey, toplum, devlet ve siyaset anlayışını var etmek üzere; yeni bir toplumsal örgütlenme ve iktidar modeli olarak “ulus-devlet” şeklinde vücut bulur. Mülk sahibi olmayı, mevcut din anlayışına muhalif olmayı ve ekonomik girişimciliğin imkânlarını ele geçirmeyi mümkün kılacak olan bu örgütlenme; aynı zamanda eşitlik temelinde yeni ve seküler bir örgütlenme biçimini temsil etmekteydi. Bundan dolayı modern devlet, dini çağrıştıracak her türlü egemenlikten arınma arzusu taşıyarak meydana gelmiş olur.
Bir toplumsal/siyasal birim olarak ve evrensellik iddiası neticesinde “modern devlet”, yeni bir iktidar modeli olarak kendini; dinleri, kültürleri ve tarihsel tecrübeleri farklı olan diğer toplumlara benimsetti ve bütün insanlığın “malı” haline geldi; neticede yeryüzünün coğrafi hususiyetlerini teritoryal temelde yeniden düzenleyerek şekillendirdi. Bu devlet ve örgütlenme modelinin Batı dışında kalan toplumlar tarafından yine Batı sömürgeciliğine karşı kullanılacak bir imkân/araç olarak görülmesinin, tarihsel tecrübe içinde hayal kırıklıkları ile neticelendiği bilinmektedir. Müslümanların ise; ulus-devlet modeli, onun iktidar biçimi, toplum anlayışı ve örgütlenme ilkeleri içinde, ümmet olmanın umutsuz çabasını yaşamakta oldukları bilinmektedir. Bundan dolayı, örgütlenme referansları farklı olan ümmet cihetinden bunun—bugün elli beş parçaya bölünmüşlüğün anlamsız hasılası hesaba katılırsa—bir intihar tecrübesi olduğunu söyleyebiliriz.
Modern dönemle beraber; sadece yeni bir toplumsal/siyasal birim olan “ulus-devlet”le değil, kendine ait Avrupa/Avrupalılık fikrinin de oluşmaya başladığı Batı, artık yeni bir bilgi, yeni teknolojiler ve yeni güç kaynakları elde etmeye başlamaktaydı. Modernite bir zihniyet, bir hayat, bir dünya düzeni ve bir uygarlık projesi olarak; on beşinci yüzyılın sonlarından itibaren doğduğu topraklarda kabına sığmayarak dışarı taşar. Elde ettiği yeni güç kaynakları ile beraber silahların ve güçlü orduların eşliğinde yerküreyi kuşatarak, bütün toplumsal yapıları parçalar ve onları istikrarsızlığa mahkum etmiş olur. Çözülen toplumsal yapıların, bu defa kendi değer sistemine ve kendi değer yapılarına göre yeniden örgütlenmelerini ister. Önerdiği yeni örgütlenme modeli aslında merkeziliği esas almış Roma Kilisesinin monolitik örgütlenme şeklinin seküler bir versiyonu olmaktan başka bir hususiyet taşımaz.
Yaklaşık on yedinci yüzyıldan itibaren artık dünya genelindeki toplumsal değişimin tarihsel seyri Batı/modernite merkezli ve onun tarafından belirlenmiş olmak gibi bir “kaderle” karşı karşıya kalmış olur. Diğer toplumlar/insanlar karşı koyulamayacak şekilde düşünce/bilgisini, teknolojisini, değerlerini, yaşama biçimlerini, hedeflerini almak, özümsemek ve hayatlarının bir parçası yapmayı; önceleri mecburiyetten fakat sürecin devamı içinde derin bir arzu ile mücadelelerinin anlamına dönüştürdüler. Bundan dolayı modern dönemi, Batı kültürünün yerküre üstünde hakimiyet kuruşunun tarihi saymak yerinde olacaktır.
Batının modern dönemle birlikte sahip olmaya çalıştığı güç, şüphe yok ki daha önce tarihteki herhangi bir güçle mukayesesi mümkün olmayan bir nitelikte ve farklı bir hususiyet taşımaktaydı. Dolayısı ile modern Batının/modernitenin yeni ve güçlü ordular eşliğinde; hem bir zihniyet, hayat ve dünya düzeni, hem de uygarlaştırıcı bir proje olarak kendi sınırlarını aştığında, Müslümanlar cihetinden iki safhalı bir karşılaşma oldu diyebiliriz.
Karşılaşmanın ilk safhası ümmetin “batı yakasındaki” Müslümanlarla oldu. Yüzyıllardan beri çok iyi bildikleri eski bir “tanıdığın” yeni “hali/modern hali” ile yüz yüze gelmek, Osmanlı coğraf-yasının Müslümanlarını şaşırtır; bu karşılaşma şüphe yok ki ciddi bir travma olarak bugüne kadar gelen derin izler bırakır. Günümüzün İslami düşünce ve mücadelesinin, diğer bir ifade ile “İslamcılığın”, bu travmatik karşılaşma neticesinde şekillendiğini hatırlatmakta fayda bulunmaktadır.
Karşılaşmanın ikinci safhası modernitenin çıktığı uzun bir yolculuğun neticesinde ve bu yolculuğun zengin tecrübesi ile tamamlanır. Bu yolculuğun elbette ki lineer bir çizgi halinde gerçekleşmediği ve mekanik bir sürecin neticesinde vuku bulmadığını biliyoruz. Yolculuk, başka insanlarca iyi bilinen ve üzerinde hayatlarını sürdürdükleri halde, “bilinmeyen” bir yerin kâşifi sayılan C. Colombus’un izleri üstünden batıya, okyanusu aşarak yeni kıta-ya/Amerika’ya ulaşırken; aynı zamanda “yeni dünya” fikrinin ortaya çıkmasını, onun gerçekleştirilebileceğine duyulan inancı kuvvetlendirir. Modernite bu yolculuk ile ilk defa iki eski ve yaşlı “uygarlığı”—Aztek ve İnka—veya kalıntılarını ortadan kaldırır. Bu topraklarda yaşayanları, “yerlileri” dillerinden dinlerine kadar kendine ait usullerle değişime uğratır; onlara yeni dil ve yeni bir din sunar. Daha sonra kuzeye; ideallerini, yani “yeni dünyayı” bütünü ile gerçekleştirebileceğini umduğu Kuzey Amerika’da yerleşmek üzere; ve Afrika’dan gelecek kölelere yer açmak için temizlik harekatına girişir. Avrupa’dan kendisi ile beraber getirdiği tecrübenin ışığında; her türlü baskı, kısıtlama, din ve gelenekten azade bir vaziyette kendini ideallerine göre Amerika’nın cömert imkânları içinde inşa eder.
Bünyesinde taşıdığı Kadim Grek “aklı” ve Romanın “hümanizm” anlayışı ile beraber modernite kendini bu yeni topraklarda giderek zenginleştirip sofistike hale getirirken; yolculuğuna yine batıdan doğuya doğru devam ederek Japonya’ya ulaşır. Bu karşılaşma neticesinde modernite, ilk defa kendi din ve tarihsel tecrübesinden, kültüründen oldukça farklı bir din/dünya görüşü ile kendini “aşılar”. İfade edilmesi gerekir ki, ilk defa gerçekleşmekte olması cihetinden bu tecrübenin oldukça önemli iki hususiyeti bulunmaktaydı. İlki; bu tecrübe diğer din/dünya görüşleri için bir örnek teşkil etmekteydi. İkincisi; bu tecrübenin hasıl edeceği kazanımların nasıl olacağı, diğer bir ifade ile “meyveleri” merakla beklenmekteydi.
Bu umudun bizde, diğer bir ifade ile “İslamcı” düşüncede telaffuz edilegelen ifadesi yakın zamana kadar şu olmuştu; din ve gelenek/kültür değişmeden, Batının düşünce/bilgi, teknolojisini ve kurumlarını almak mümkündür. Halbuki “aşılama” neticesinde elde edilen hasıladan bunun bir yanılgı olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı; Japonya modern toplumun bir kopyası olmanın ötesinde başka bir anlam taşımamaktaydı.
Müslümanlarla karşılaşmanın ikinci safhası olarak, çıktığı uzun ve tarihi yürüyüşün neticesinde modernite Japon tecrübesiyle beraber şimdi, ümmetin “doğu yakasındaki” insanları ile yüz yüze gelmiş olur. Doğudaki bu karşılaşma ile beraber İslam ümmeti şimdi iki uçtan artık kuşatma altına girmiş durumdaydı!..
Modern dünya ile karşılaşmanın neticesinde meydana gelen neticelerin maddi ve entelektüel ağırlığı altında yaşamak durumunda kalan sadece Müslümanlar olmadı; küresel yayılmaya koşut olarak diğer din, kültür ve yaşama biçimlerinin kendisi ve insanları da bu “kaderle” tanışmaktan kurtulamadı. Modern bilgi, düşünce ve ideallerle karşı karşıya gelmenin neticesinde savunmasız duruma düşen bu kültür ve hayat biçimlerinin insanları; kendilerini korumak üzere bir anlam ve imkân aramanın, ayakta kalabilmenin mücadelesini yapmaktan günümüze kadar vazgeçemedikleri bilinmektedir. Bu insanların başlangıçtaki çabası, farklı ve muhalif bir güce/dünyaya karşı kendi hayat ve değerler evrenini korumak gayesi ile girişilmiş bir mücadele hususiyeti taşımaktaydı. Ne var ki onların modern dünyaya karşı verdikleri mücadele, nihayette kendilerini süreç içinde aynı zamanda bu dünyanın bir parçası yapmıştır. Bu sebeple denebilir ki, tarihte hiç bir mücadele galip gelindiği halde, hızlı bir dönüşüm hasıl ederek mücadele edeni muhalifine bu kadar çok benzetememiştir.
Bununla beraber Batının askeri teknolojik kuvvetleri, modern düşünce ve idealleri ile karşılaşılan ve içlerinde Müslümanlarında bulunduğu insanlar, başlangıçtan beri mücadelelerini iki şeyi umut ederek sürdürdüler. Bunlar-dan biri; kendileri üstünde kurulan siyasal, kültürel ve teknolojik haki-miyetten kurtulmak için “muhalifin” elindeki fiziksel ve entelektüel “araçlara” sahip olmak. İkincisi ise; yine bu araçların imkân ve yardımı ile kendi geleneksel yapılarını ve eski değerlerini yeniden inşa etmek ve canlandırmak!.. Bunun neticesi olarak on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren dilleri, derileri ve dilleri farklı bütün insanlar modernitenin getirdiği meselelere çözüm ve cevap bulmak umudu ile kendilerince adına “yerli” dedikleri çözüm arayışlarına girdiler.
Modern ideallerin ve teknolojik araçların etkisinde kalmalarından dolayı kendi tarihsel tecrübelerine duydukları derin güvensizlikle beraber bu insanlar; başta din, hayat ve kültürleri olmak üzere sahibi oldukları her türlü maddi ve entellektüel imkânı; karşı karşıya geldikleri yeni “durum”a göre ve bu durumun öngördüğü şartlar içinde yeniden yorumlama, anlamlandırma ve değerlendirmeye tabi tuttular. Girişilmiş çabaları ve çözüm arayışlarını, diğer bir ifade ile yaşanmış uzun bir tarihsel tecrübenin neticesinde bakıldığında bunu; “hakikatin” kendi geleneği içindeki inanılmış ve yaşanmış tarzından farklı bir bağlam içinde yeni bir kavrayışın tecrübesi olarak yaşamak, şeklinde ifade etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi Müslümanlar nasıl ki başlangıçta yüz yüze geldikleri yeni şartlar bağlamında Kur’an ve sünnete “dönüş” yaparak bunun neticesinde “İslamcılık” meydana geldiyse; diğer din ve kültürlerin insanları da buna benzer girişimlerle aynı hedeflere varmak ve aynı neticeleri elde etmek istemekteydiler.
Ne var ki modern güçler ve değerlerle karşılaşma ve onlarla yapılan mücadele, aynı zamanda bu toplumlar da başından itibaren kökü derinlerde ve mahiyet olarak farklı yeni değişimlerini de başlatmış haldeydi. Mevcut toplumsal yapı olduğu gibi, bu yapının değerleri; öte yandan bu yapı içindeki insanlar için anlamlandırma ve değerlendirme yapacak geleneksel önderlerde giderek tarih sahnesinden çekilirken, aynı zamanda da yeni “önderler” sah-neye çıkmaktaydı. Modernitenin, alt-üst yaşamaya başlayan bu toplumlarda önemli üç hasılasının olduğunu söyleyebiliriz:
a- Geleneksel sosyal düzenlerin çözülmesini doğurdu.
b- Ekonomik anlayışta temelden değişime sebebiyet verdi.
c- Batının modern bilgisiyle eğitim görmüş yeni/nevzuhur bir münevver/aydın/entellektüel sınıf ortaya çıkarmış oldu.
Aydın/entellektüel şüphe yok ki varlığını modern döneme borçludur ve bu dönemin sadece sözcüsü değil, fakat aynı zamanda “mimarı” sayılmaktadır. Bu “seküler” klavuzların dünyanın şekillenmesinde anahtar rol oynadıklarını, hatta dünyanın bugünkü “halini” onlara borçlu olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın tarihinde toplumun karşılaştığı meseleleri—Kadim Grek’i hariç tutar-sak—ilk kez salt kendi aklının gücü ile çözebileceğini iddia etmeye başlayan bu klavuzlar, geçmişin tüm tecrübe ve bilgeliğini işe yaramaz, safsata ve kör gelenek kabul ederek reddettiler. Onları kendinden bu kadar emin kılan şüphe yok ki temsilcisi ve/veya taşıyıcısı olduğu modern bilginin/kültürün gücü olmuştur.
Aydın/entelektüel “sınıf” Batı-dışı toplumlarda, mevcut sosyal memnuniyetsizliği modern güçlerin aleyhine dönüştürmek için çaba sarf ederken, giderek toplumsal önderliği de ele geçirmiştir. Fakat aydınlar süreç içinde yerlerini yavaş yavaş kendilerine terk etmek zorunda kalmış olan din adamlarından, İslam cihetinden ulemadan; düşünme biçimi ve amellerinde mahiyet farkı taşımaktaydılar. Çünkü bu yeni dönemde aydınlar, kendilerinden öncekiler, yani din adamları gibi Tanrının gönderdiğini tefsir etmek görevi üstlenmemişlerdi; aksine kendileri Tanrı’nın yada kutsal kitabın yerine ikame ettiler.
Bu travmatik tecrübe ile beraber, nasıl ki bazı Müslüman aydınlar Batı/modern güçler gibi olamamanın sebebini inanmış oldukları dinde arayarak; dinlerini kendisi hakkında her hangi bir ciddi fikre sahip olmadıkları ilerleme fikrine, ilerleme/terakkiye mani olarak gördülerse; Asyalı ve Afrikalı aydınlar da benzer bir “kader”le, kendi dinleri hakkında aynı kanaatleri paylaşmaktaydılar. Uzak Asya’da Kang Yu wei, Konfüçyüs sisteminin temel değerlerini koruyarak onu yaşanan zamana uyumlu kılmak; ve Konfüçyüs sisteminin metinlerini mo-dern şartların ışığında yeniden yorumlamak için yoğun çaba sarf etmekteydi. Çin’de ise, aynı şekilde Chang Chihtung; iflas etmiş olarak gördüğü Çin’in geleneksel yapısının, kabul görmüş inanç ve değerlere zarar vermeden, Konfüçyanizm ile olan bağlarını radikal bir şekilde koparması gerektiğini savunmaktaydı.
Ne var ki uzun olmayan yaşanmış bir dönemin sonunda anlaşılmaya başlandı ki; modernitenin araçlarına sahip olmak meseleleri çözmüyor, aksine çok daha ciddi ve kapsamlı meseleler hasıl etmekte; diğer bir ifade ile Batının düşünce, bilgi, teknoloji ve kurumlarına sahip olmak ve bunları Batıya/moderniteye karşı kullanmak arzusu ve çabası, neticede kullananların asimilasyonunu doğurmaktadır. Toplumları kendi geçmişlerinde köklerini bulamadıkları yeni tür bir “değişim” ve “dönüşümle” beraber, yeni bir “dinamizm”le karşı karşıya getirmekte; onları dinlerinin temel ilkeleri ile çatışmaya sevk etmektedir.
Öte yandan yaşadıkları coğrafyayı iki uçtan kuşatma altına almış olan moderniteye/modern güçlere karşı Müslümanlar mücadele ederken; daha başlangıçtan itibaren onlarca “ulus-devlet”e bölünmek gibi bir “kader”le karşı karşıya kalmış oldular. Öte yandan fevkalade şartların tabii neticesi olarak yüz yüze gelinen bu yeni durumun; başlangıçta sadece askeri terminolojiye dökülerek anlaşılmaya ve bu konsept içinde çare aranmaya çalışılmasının, Müslümanlar cihetinden bazı önemli neticeleri olduğu söylenebilir. Modern ordu ve modern eğitim kurumlarının ithali yada inşası ile meselenin çözülebileceğine duyulan inanç, neti-cede İslamın geleneksel iki önemli kavramı ve kurumunu mahiyet ve toplumsal işlev olarak değiştirmiş oldu; bunlardan biri Cihad diğeri de Medrese’dir. Bunun doğurduğu önemli neticelerden birisi ise; ileriki dönemlerde ordunun ilerici ve modernleştirici bir kimlikle meşruiyetin temsilcisi olarak toplum üstü bir “güç” ve “rol” üstlenmesini doğuracaktır.
Bununla beraber Müslümanların çözüm arama mücadeleleri her şeyden önce ve başlangıçtan itibaren yine modern dünyanın “meyvesi” olan iki olgu tarafından şekillendi; teknoloji ve laiklik/sekülarizm. İkisi de modern “zihniyet” dediğimiz dünyanın kendini inşa etmekte önemli işlevler yüklendiklerini; bu zihniyet dünyasının ise İslam’a ait bir çok kavramı—mesela buna “ilim”, “alim”, “millet” hatta eşitliğin nere-deyse karşılığı olarak kullanılan “adalet”, “ahlak”ı örnek olarak sayabiliriz—içerik anlamları ile değiştirmekte bir mahzur görmediğini biliyoruz. Öte yandan modern güçlere karşı girişilmiş çaba ve mücadeleyi, çözüm olarak seçtikleri veya tercih ettikleri yol/yöntem sebebiyle yine iki gruba ayırmak mümkündür denebilir. Bunlardan birisinin “laik”; diğerinin ise “İslamcı” olarak adlandırıldıklarını biliyoruz.
Modern dünyaya karşı bir çözüm bulma gayreti içindeki Müslüman ümmetin aydınları/entellektüellerinin başlangıçtan itibaren ön kabulü, İslam dünyasının “geri kalmış” olmasıydı. Geri kalmışlığın ortadan kalkması için “terakki”/ilerleme gerekmekteydi. Ne var ki burada üzerinde hiç de düşünülmeden kabul edilen “terakki”; tabiat, toplum ve insan hayatında gördüğümüz değişim ile aynı anlam kategorisine alınmış haldeydi. Bu kabul kendisi ile beraber Müslüman zihinlerde, Müslümanların kendi din/kültürlerinde karşılığı olmayan “ilerilik” ve “gerilik” gibi iki kavramın kolayca kabulünü mümkün kılmış oldu. Terakki/ilerleme ile beraber ümmetin/-Müslümanların inançlarında, değerlerinde, hayat biçiminde, mevcut kurumlarda “iyileşme” olacağı kabul edilerek sürekli değişiklik istenir.
Terakkiyi/ilerlemeyi meydana geti-ren sebebin münevverler/aydınlar tarafından “ulûm ve fünûn” olarak “keşfedilmesi”; “bilim”—bu İslam’ın kastettiği manada asla “ilim” değildir—kavramının merkezi bir yer edinmiş olmasına sebebiyet verecektir. Bundan böyle artık “bilim” kavramı, klasik düşünce eserlerinde çeşitli şekillerde din kavramının gördüğü rolü üstlenmiş olur. Bundan böyle her hangi bir meselede iddialar sıralandıktan sonra münevverler/aydınlar, klasik ulemanın yaptığı gibi bir biri ardına dini delilleri sıralayarak bunların ispatını sağlamak yerine, bu meselenin “bilim ve fünun nokta-i nazarından” nasıl çözümlenebileceğini anlatmaya girişeceklerdir. “Aydınlarca” artık ümmetin kurtarılmasından çok devletin kurtarılmasının ve hatta daha iyi yönetil-mesinin—bundan böyle dine değil—ilme dayalı bir mesele olduğu savunulurken; pozitivist bir anlayışında merkeze taşındığı, dolayısı ile yeni bir meşruiyet kaynağının teşekkül etmeye başladığı görülür. Müslümanlar cihetinden “modern bilim” anlayışının ve “modern aklın” münevverler/aydınlar nezdinde dinin oynadığı rolü üstlenmesi; daha sonraki zamanlarda şahit olunduğu gibi, Müslüman’ın kendisi için oldukça önemli olan epistemik faaliyetini mahiyette değişikliğe uğratarak, onu bu faaliyetinde “bilginin İslamileştirilmesi” gibi oldukça kötü bir kopyaya götürecektir.
Fakat bütün bunlara rağmen aydınlar terakkiye başlangıçta bir araç olarak bakmışlardır. Daha sonra değinmeye çalışacağımız iki grup olan laikler ve İslamcılar; karşı kaşıya kaldıkları modern güçlerle hem baş edebilmek hem de toplumu içinde bulunduğu geri kalmışlıktan kurtarmayı amaçlamaktaydılar. Geri kalmışlıktan kurtulma sürecinde geçmiş, tarihsel tecrübenin yardımdan çok mani teşkil edeceği genelde kabul gördüğünden, bu tecrübeye karşı kuşkulu ve yer yer reddedici tavırlar görülür. Zira modern tarih anlayışının tesirinde kalan—diğer dinlerin insanları gibi—Müslüman zihinler kendi tarihlerine baktıklarında çok zaman kendini tekrar eden bir boyut-suzluk görmekteydiler. Fakat ilerlemenin düşünce dünyasında ve hayatın pratiğinde meydana gelen tezahürleri, çok geçmeden dinin terakkiye/ilerle-meye mani olup olmadığı meselesini giderek tartışmanın merkezine yerleştirecektir. Bu tartışma son tahlilde “toplum tasarımları” aynı, fakat bu tasarımı gerçekleştirmekte kullanmak istedikleri kavramsal/kültürel araçları farklı olan iki grubu doğurmuştur; laikler ve İslamcılar. İki grup da “form”da farklı ama mahiyet olarak aynı olan toplum tasarımlarını gerçekleştirmek isterken; biri dini/geleneği modernleştirerek, diğer bir ifade ile din/gelenek içinde moderniteyi üretmenin imkânlarını ararken; diğeri ise bunları reddederek hedefe ulaşmanın mümkün olabileceğini savunmuştur. Bu tartışmanın günümüzde de hala sürmekte olduğu bilinmektedir.
Bu kesimlerden biri, daha sonraları laik olarak tanımlanan çizgiyi temsil edecek olan bu grup; toplumsal yapı ile beraber bu yapının dini/kültürel dünyasının başından beri toptan değişimini savunmuştur. Bu çözüm tarzına göre “muhalif” ile baş edebilmenin yolu mevcut referans kaynaklarının ve toplumun hem form hem de içerik olarak değişmesi gerekmekte ve bununla beraber modern toplum tasarımının mevcut bünyeye aktarılması istenmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan süreçte; II. Mahmut ile başlayıp 1923’de radikal bir tutum benimseyerek M. Kemal ile devam edip gelmekte olan bu çizginin belirgin hususiyeti; çelişkili bir biçimde, dini kendi tekeli altına alarak “devletleştirmiş”, ama kendisinin de dinden arındığını iddia ederek, toptan bir değişimi, önceliği form’a vererek gerçekleştirmek istemiştir. Toplumsal yapıda form’a yönelik müdahaleler sık sık tepkilerle karşılaşmış—II. Mah-mud’un diğer adının gavur padişah olduğu hatırlanırsa—bunun neticesinde baskıcılığı bir yöntem olarak seçmiştir. Ne var ki bu tercih insanları tepkisel yapmış, modernleşme süreçlerine katılmayarak direnç göstermelerini doğurmuştur. Öte yandan devletin modernleşmeden kaynaklanan toplumsal talepler karşısında baskıyı bir çözüm yolu olarak seçmesi, bir “özgürleşme projesi” olma iddiasındaki modernite ile, meşruiyetini onu uygulamadan alan yeni “devlet” arasında çelişkiler doğurmuştur. İlave edilmesi gerekir ki modernleşmede seçilen bu yolun dünya genelinde tek örneğini Rusya’da bulmaktayız. Orada da Deli Petro ile başlayan ve 1917’de radikalleşerek Lenin ile devam edip gelen bir süreç izlediğini görmekteyiz.
İkinci kesime gelince; “İslamcı” olarak tanımlanan bu kesim; her şeyden önce İslami mücadelenin belirlenmesinde büyük nispette payı olduğuna inandığımız bu kesiminin bıraktığı mirası, İslami düşüncenin geleceği cihetinden yeniden gözden geçirilmek mecburiyeti bulunduğunu vurgulamak gerekmektedir. Zira mücadele ettiği “modern dünya” ciddi bir mahiyet değişimi yaşamakta, dolayısı ile o eski halinde artık değildir. Öte yandan bu kesimin kendisi için seçmiş olduğu “hedef” ve “araçlar”ının büyük çoğunluğu ile diğer birinci—laik—gruptan mahiyette her hangi bir farklılık taşıdığı görülmemektedir. O halde bu kesimin, tabii ki bu kesimin önderi konumundaki aydınların karşı karşıya durdukları muhalife/modern dünyaya cevap oluşturmaya çalışırken, meseleyi ortaya nasıl koydukları oldukça önemli sayılmalıdır. Çünkü Müslümanların gelecekteki entelektüel ve toplumsal çabaları cihetinden can alıcı nokta; bu kesim eli ile İslam’ın modern güçlerle, değerlerle diğer bir ifade ile modernite ile somut bir şekilde yüz yüze getirilmesi, onunla kurulan ilk “ilişkinin” mahiyetini de belirleyen bir hususiyet taşımış olmasıdır. Buna ilave olarak şimdiye kadar modernite ile yani Batılı seküler entelektüel kültür ile yakın bağları olan tek dini kültürün Hıristiyanlık olması, Müslümanların kurmuş olduğu bu ilişkinin önemini artırmaktadır.
İslamcı kesimin diğer bir tanımla Müslümanların modern dünya karşısında kısa devrelerle tecrübe etmeye çalıştıkları bu ikinci yolun; laikliğe karşı olması ile bilinen, fakat aynı zamanda ve çelişkili bir şekilde Müslümanın giderek sekülerleşmesine/dünyevileşmesine de “rahim” görevi yapacak olan “yolun/yöntemin” bu olduğunu söylemek, yanlış bir tanım sayılmaz. Bu yolun Osmanlı da II. Abdülhamit ile başlayan, Cumhuriyet döneminde kendini güçlü şekilde Turgut Özal ile duyuran ve yakın zamanlarda Necmettin Erbakan ile temsil ettiği kendine has meşruiyet zemininde şahit olunmayan nisbette bir dinamizm taşıyan—“Anadolu kaplanları”, “İslami sermaye” gibi—İslamcı dediğimiz süreç olduğu söylenebilir.
Bu çizginin belirleyici hususiyeti ise; moderniteyi din/gelenek içinde üretmek istemesidir. Geleneğin içinde kalarak onu modernleştirmenin toplum tarafından benimsendiği ve müthiş bir dinamizm hasıl ettiği söylenebilir. İslamcı söylemin tabii neticesi olarak bugün ekonomik büyümeye ve güçlenmeye duyduğu sınırsız iştah, İslam’ı bu yöne doğru zorlayıcı yorumu; “mar-ket”in mantığına göre ahlaktan bağımsız bir ticaret anlayışın ve buna ilave olarak da tüketme alışkanlığı edinilmesine giderek sebebiyet verdiği görülmektedir. Öte yandan bu kesimin teknoloji ve bu teknolojiye ilişkin bilginin, toplumsal yapıya/geleneğe dokunmadan Batı’dan transferini sağlama mücadelesine dini bir meşruiyet araması; aynı zamanda ümmetin kurtuluşu için teknolojiye—kolejler kurulmasının temeldeki sebebi sayılarak, bu teknolojiyi üreten “bilgi”ye—“mesiyanik” bir rol biçtiğini çok zaman kendisinin de gözden kaçırmasına sebebiyet verir. Bu kabulün tabii neticesi olarak artık bugün İslamcılık; Peygamber varisleri olan alimlerden çok teknokrat/aydınların önderlik yaptığı bir çözüm arama “yolu” hususiyeti kazanmıştır diyebiliriz.
Allah’ın birliğine, tevhide inanmanın kaçınılmaz izdüşümü olan hayatın birliği, Müslümanların modernite ile karşılaşması neticesinde açıktan saldırıya uğramıştır. Zira modernite, İslam’ın mümine kazandırdığı inancı, dinin “ima” ettiğinden farklı bir “tarz”da düşünmek ve yaşamak zorunda bırakmaktadır. Kendisinin belirlediği bir hedef için süreçlendirdiği hayat biçimi ve bu hayat biçiminin hasıl ettiği “doğru” ve “gerçeklik” bağlamı içinde; dinin sadece yaşanması değil, fakat aynı zamanda onun üstünde tefekkür edilmesini ve yine o yapı içinde anlaşılması gerektiğini önermektedir. Bundan dolayı moderniteye rahim görevi yapan Protestanlığın Batıda, bu sürece ait bir Hıristiyan teolojisi halini aldığı; Katolikliğin ise kendi geleneksel düşünce köklerine daha sadık kalarak ve bundan dolayı mevcut toplumsallığın “doğru” ve “gerçeklik” anlayışı ile zaman zaman çatışma içinde kalarak varlığını sürdürdüğü söylenebilir.
Hayatın birliğinin ve buna bağlı olarak Müslüman zihnin karşı karşıya kaldığı kırılmanın neticesinde; toplumsal hayatın ve ilişkilerin bütünü ile Müslüman’ın mahrem dünyası hiç olmadığı kadar çelişkiler ve bölünmelerle dolmuştur. Uzun tarih süreci içinde bunun Müslümanlar cihetinden derin, kapsamlı ve ideallerinde ahireti unu-tarak, sadece “bugünü” düşünmelerine sebep olan sersemletici bir tecrübe olduğu söylenebilir. Şüphe yok ki bu tecrübe Batının sadece askeri gücü ve teknolojik üstünlüğü ile karşı karşıya gelmekle oluşmamıştır. Farklı tarihsel tecrübelerin değişik formlarda hasıl edip kullandığı modernitenin aynı zamanda seküler değerleri ve amaçları ile karşı karşıya gelinerek kazanıldı. Bugünde iletişim, sağlık, eğitim vb. gibi kurumlar tarafından iki uçtan kıskaç altındaki Müslüman dünyanın bütün sakinlerinin durmak bilmez bir şekilde hayatları sekülerize edilerek şekillendirilmektedir.
Müslümanlar başlangıçta içinde varlıklarını sürdürdükleri “hayat evrenleri”nin yüz yüze kaldıkları modern “duruma” cevap veremeyen taraflarına çözüm bulmak için Kur’an ve Sünnet’e başvurdular. Maksat Kur’an ve Sünnet’in yardımıyla “teknoloji” ve “bilim” gibi bazı “yeni araç”ları kendi bünyesine aktararak sahip olmak; kendine ait hayat ve değerler dünyasını korumak, böylece muhalifine karşı güçlü duruma gelmekti. Ne var ki, bugünden bakıldığında varılan nokta hiç de umut edildiği veya varsayıldığı gibi neticelenmemiştir. Yaşanan uzun bir tecrübe sonrasında bunun yanlış bir ön kabulün neticesi olduğu söylenebilir. Bugün kurtulması gerekilen bu yanlışlık; her şeyin Müslüman zihin tarafından bir “araç” halinde görülmesi veya kolayca bir “araç”a indirgenmesidir. Başlangıçta zahmetsiz bir çözüm bulma yolu olarak kolayca benimsenen bu “indirgemeci zihin hali”nin giderek İslam’a ait kavramları da bir “araca” indirgeyerek içerik anlamlarında sorumsuzca değişiklik yapmaya başladığını söyleyebiliriz.
Dolayısıyla modernitenin Müslü-manlar tarafından araçsallaştırılması; aynı zamanda onun her şeyden önce bir zihniyet biçimi, yeni bir hakikat, insan, toplum anlayışı, yeni bir bilgi çeşidi; hedefini kendisinin tayin ettiği uygarlık/uygarlaşma projesi olarak anlaşılmasını; hatta bu projenin temelinde endüstriyel ilişkilerin, üretim ve tüketimin yeni biçimlerinin yattığını görmeyi engellemiştir. Modernite sadece teknik/teknolojik araçlara ve bu araçların kullanımına indirgenebilecek bir mesele olmaktan önce; insan zihni üzerinde kurmuş olduğu hegemonyanın kendisi ile ilgilidir. Modernitenin insan zihnini kendi ilkelerine göre şekillendirmek isteyen yaptırımcı entelektüel bir güç olması; insanı çok zaman çaresiz duruma sokmuş, kendisine ait tarihin yeni idealler, umutlar ve değerler doğrultusunda, başkaları tarafından değiştirilmesine “seyirci” kalmak durumunda bırakmıştır. Bundan dolayı Müslümanların hayat evreni günü-müzde çok farklı bir hususiyete sahip durumdadır.
Bugünün Müslümanları için, artık mahiyet olarak bir dönüşüm geçirmiş olmasının neticesinde ortada kendilerine ait bir “hayat evreni” kalmadığından, bu defa başlangıçta, modernite ile karşılaştıklarında yaptıklarının tam tersinden bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Yine Kur’an ve Sünnet’e başvurmakta, fakat bu defa onların imkânları ile mevcut/modern hayat evrenin “İslamîleştirme”ye çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak dünkü Müslüman’ın sahip olduğu zihniyet ile inşa etmiş olduğu “dünya” ve toplumsal “gerçeklik”, bugün aynı dinin sahipleri tarafından gerektiği nispette anlaşılamamaktadır.
Anlaşılmamanın temelinde yatan önemli sebebin, günümüz Müslüman-larının geçirmekte olduğu kapsamlı bir değişimdir. Modern dünyaya karşı ve karşı olma süreci içinde modern dünyanın giderek bir parçası olmanın yanında, mücadele boyunca seçmiş olduğu maddi ve entelektüel araçlarını her defasında “muhalifinkine bakarak tanımlama”sının tabii neticesi olarak; günümüz Müslümanının köklü bir zihniyet değişimi yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu değişimin neticesi olarak; mevcut toplumsal ilişkileri, İslam’a ait değer ve hükümleri algılama ve yaşama biçimi giderek “dünden” farklılaşmaktadır. Mesela Müslüman bu gün, değişen “ben” bilinci/“nefsini yeni anlama kabiliyeti” sebebiyle, kendi ahlaki tutumundaki değişime paralel olarak oldukça derin bir “sahiplenme” arzusu taşımaktadır. Tüketim ya da global kültürün içselleştirilip benimsenmesi Müslümanları, hiçbir ahlaki ilke taşımayan “piyasa ekonomisi”nin hakim mantığına uygun düşecek şe-kilde, İslam’ı yeniden “üreterek” tüketime sunmalarını doğurmaktadır. Rızk anlayışının “Rezzak”tan ayrıştırılarak “bağımsızlaştırılması”; bilgi ve teknolojinin bir mahsulü olarak “iktisadi faaliyet” şeklinde kavramsallaştırılması; ahlakı çözmekte, daha doğru bir ifade ile ahlakın değişmez ve değişmemesi gereken değerlerinin içerik anlamlarını dönüştürerek göreceleştirmekte; bere-ket, kanaat, israf ve bunların neticesi olan fakat şeytanın asla sevmediği mütevaziliği anlamsız ve işlevsiz kılarak hayatın dışına kovmaktadır.
Bugün Müslümanlarda aslolan toplumsal faaliyetin artık iktisadi faaliyet olduğuna; sanki “darlık ve genişlikle imtihan” edilmeyeceklermiş gibi, sıkıntıların temelinde her şeyden önce maddi imkânsızlıklar bulunduğuna yönelik bir inanç giderek kuvvet kazanmakta; başarının ölçüsü “takva” olmaktan çok, ekonomik ya da modern idealler ve gayeler bağlamında değerlendirilmektedir. Günümüzde Müslümanlar—en azından azımsanmayacak bir kesimi—kalkınma, gelişme dolayısıyla “ilerlemeyi” hedef alan bir “iktisat” anlayışı ile öne çıkmaya başlarken; çok şey ekonominin gözlükleri ile anlamaya ve anlatılmaya çalışılmaktadır. Böylece dinin/İslam’ın ve özellikle “takva”nın aracılığı ile “toplumsal evren”i anlamaya çalışma dönemi, modern idealler, değerler ve hedeflerin belirleyiciliği altında giderek arkeolojileşmiş kültürel bir kalıntıya dönüşmektedir. Buna ilave olarak Kemalizm’in uygulaya geldiği sürekli baskıyı Müslümanlar, yaptıklarının doğru ve İslam’a uygun bir işareti olarak değerlendirmekte, neticede İslam’a ilişkin iddialarının büyük çoğunluğunu modernitenin lehine çözüme kavuşturduklarını gözden kaçırmaktadırlar. Müslüman kendi idrak dünyasında İslam’ı, modernite ile aynı “kulvarda” koşuya soktuğundan; artık “muhalif” yani modern güçler ile baş edebilmek Müslümanların sadece ekonomik cihetten güçlü olmaları lazım geldiği şeklinde anlaşılmakta; sanki bu din parası olanın parasını korumak için—haşa—gelmiş gibi, enflasyon oranı kadar faizin “helal” olabileceği söylenebilmekte; sınıf değiştirme özlemi içindeki yeni kültürün bir kısım Müslümanları ise; modernitenin “muska”ları olan kredi kartlarına artık akrabalarından, mümin kardeşlerinden daha çok güvenebilmektedirler. Bütün bunlar Müslüman’ın idrak dünyasını parçalamakta; zihninde İslam’a ait ahlaki değerleri, normları, hükümleri alt üst ederek onların içerikte değişime uğramasına ve anlam kaymasına sebebiyet vermektedir. Halbuki biz güzelliklerde yarışmaya davet edilen bir ümmetin insanlarıyız; nihayette adı “rızk” olarak kavramsallaştırılan bir faaliyet için “insan insanın kurdudur” şeklinde, rekabet içinde olmak zorunda değiliz. İnsan rızkı için hep mücadele etmiştir ve hep edecektir; fakat kapitalist/liberal ekonominin bize bir mecburiyet olarak göstermeye çalıştığı rekabetçiliğin, İslam cihetinden bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Bu rekabetin her şeyden önce İslam’ın ahlak ilkelerini kökten aşındıran bir hususiyeti bulunmaktadır.
Artık bugün Müslümanların içinde yaşadıkları toplumsal ve kültürel dünya; modernitenin inşa ettiği sosyal ilişkilerin süreçleri içinde kendini yeniden üreterek devam eden bir yapı hususiyeti taşımaktadır. Bu günün modern dünyasının öncelikli meselesi; Müslüman kimliğin yerinden edilerek, onun yerine modern bir kimlik, ilişki, kültür ve iktidarın inşasıdır. Ne var ki Müslümanın tasavvur dünyası sadece dış dünyayı şekillendiren modern araçlar tarafından değil; aynı zamanda hayata hakim bilginin epistemik tabiatının bir neticesi olarak da şekillenmektedir. Her bilgi çeşidi gibi modern bilgininde hayatın bütün yönlerini tanzim edici bir hususiyete sahip olduğunu biliyoruz. Modern bilginin Müslüman zihin tarafından hasıl edilmesinin zorluğu, bu bilginin sürekli ithal edilmesini gerektirmekte, bu ise derin bir bilinç kayması ve Müslümanları ciddi bir özgüvensizlikle karşı karşıya bırakmaktadır. Müslüman’ın ciddi ve trajik sorunu; modern/seküler bilgiyi herhangi bir istisna yapmadan sahiplenirken, aynı modern zihniyetin kabul ettiği ilerlemeci/seküler değişim ve tarih anlayışını reddetmeleri olmaktadır. Halbuki Müslümanlarca içselleştirilmeye başlanan bu bilginin, aynı zamanda onların tarih anlayışlarını, geleceği kavramlaştırma, kurgulama ve yönelimlerini değiştirilebileceği hesaba katılmamaktadır. Bilginin inşa edeceği zihniyet biçiminin “hakikati” ve hayatı yeniden ve kendi ideallerine göre anlamlandıracağı nedense unutulmaktadır. Unutmamak gerekir ki modern dünya böyle bir zihnin, Hıristiyanlığın “hakikat” anlayışı ile “doğru”yu birbirlerinden ayrıştırması neticesinde kendine ait birçok değeri ve projesini inşa etmeyi başarabilmiştir. Bundan dolayı ilave edilmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır; hem İslami/mümin bir zihniyete sahip olmak hem de bu zihniyet içinde modern bilgi üretilmesini beklemek boş bir ümidin ötesine varamamaktadır; aksinin olabilmesinin ancak İslami tahayyülün/idrakin kırılmalara uğraması neticesinde mümkün olabileceği söylenebilir.
Zaten Müslüman için sıkıntı, ya da ilk bakışta çözümsüzlük gibi görünen hususta burada başlamaktadır. Hem zihniyet, hayat ve dünya düzeni olarak; hem de kendi ideallerine güre teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel düzeyde kendini şekillendirmiş bir dünyada; Müslüman bir toplumun veya ideal bir Müslüman toplumun nasıl olacağı hususunda gösterilen yoğun entelektüel çaba; aslında Müslüman’ı, çok zaman İslam’ın hiç de kendi “usûl” ve “gayesi” içinde uygun bulmadığı ve öncelik vermediği toplum inşacısı ya da “toplum mühendisliği” yapmaya götürmektedir. İslam’da karşılığını bulamadığımız fakat moderniteden ödünç aldığımız, hatta “mülkiyetimize” geçirdiğimiz “toplum” kavramı ile, İslami bir “toplumsallık” üzerinde düşünmek ve onu gerçekleştirmek arzusu, aslında oldukça modern bir çaba sayılmalıdır. Zira İslam elbette inanan insanların bir araya gelmişliği/birlikteliği anlamında “cemaati” ihmal etmemekte; ne var ki bu cemaati meydana getirenlerden biri olarak mümin’e öncelik vermektedir. İslam’a göre cemaat, müminlerin meydana getirdiği birlikteliktir; halbuki modern toplum anlayışında “birey” toplumun bir “ürünü” olarak görülür; modern toplumda insan birey/vatandaş olarak yeniden inşa edilir.
Bugün dünya genelinde yaşanan bir “durum”un bizim gibi ülkelerde birbirlerinin yerine kullanılan üç ismi bulunmaktadır: Batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme. İlki doğup geliştiği coğrafya temelinde; ikincisi evrensel olma iddiasında; üçüncüsü de dini/felsefi kökende aynı olayın/sürecin farklı kelimelerle ifadesi olmak gibi hususiyet taşımaktadırlar. Birbirlerinin türevi olarak bu üç kavram “inşacı”lık taşıyan içerik anlamları ile ideoloji yüklüdürler. Üçünün de aydınlanma ideallerine referansta bulunmadan ne olduklarını açıklayabilmeleri mümkün görünmemektedir. Nihayette üçü de araçları ve amaçları ile Avrupa adlı coğ-rafyanın/tarihin içinde tecrübe edilmiş bir olaya gidip dayanmaktadır. Batılı, çağdaş veya modern bir “insan/toplum olmak” son tahlilde Avrupa’da pratize edilmiş bir modelin adaptasyonu anlamına gelmektedir. Bu bağlam içinde, köken olarak batı dışındaki hiç bir toplumun bu üç kelimenin içeriklendirdiği anlam çerçevesinde; Batı-aştığından, çağdaşlaştığından veya modernleştiğinden bahsetmenin mümkün olmadığını; bunun yerine coğraf-yaları, kültürleri, hayat biçimleri ve din telakkileri ile tam bir asimilasyondan geçtikleri/geçmekte oldukları söylenebilir.
Birbirinin türevi olan bu üç kavramdan biriyle konuşursak; eğer modernleşme her toplumun kendine has şartları içinde meydana gelen bir yenilenme—tecdid—olsaydı, modernleşme veya diğer kavramlardan birini kullanmak mümkün olabilirdi. Ne var ki durum bundan oldukça farklılık taşımaktadır. Modernleşme her toplumun özgül şartlarında olsa bile—ki böyle bir tecrü-beye tarihsel olarak rastlanmamaktadır; Avrupa dışı kültürlerde bunun herhangi bir belirtisi yoktur; hatta bu olgu-nun/olayın sadece ve özellikle kuzey Avrupa’da ortaya çıkması dikkat çekicidir—varmak istediği hedef ve idealleri ile beraber ulaşmak istediği, her şeye rağmen Batıda oluşmuş bir mode-lin kendisidir. Dolayısı ile teorik/felsefi temelde ve pratik düzlemde bunlara özgün faaliyetler olarak bakmak mümkün değildir. Aslında ilk zamanlar Batılaşma adının kullanılması bu benzeşmeye vurgu yaptığından dikkat çekicidir. Ne var ki mevcut model ile bu modeli elde etmek isteyenlerin batı ve doğu şeklinde coğrafi/teritoryal bir ayırıma gitmiş olmaları; meselenin farklılığının dini/felsefi dolayısı ile zihinsel olmaktan önce, coğrafya bağımlı olduğu hususunda yanlış bir yönlendirmeye sebep olmuştur dene-bilir. Üstelik böyle bir ayırımın ise İslam cihetinden hiç bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Fakat istesek de istemesek de bugün bizim modernleşme ölçülerimizin ne olduğunu veya ne olması gerektiğini tümüyle belirleyen Batılı değerlerdir.
Bugün artık hiçbir toplum kendi dini/tarihi tecrübesinden getirdiği imkânlarla başta bilgi olmak üzere; kendileri için önemli olan “hakikat” tanımını, yaşamakta oldukları hayatın büyük nispette anlamını, toplumsal faaliyetlerinin nihai amacını, üretim ve tüketiminin hedefini kendileri tanımlayamamakta, belirleyememekte; aksine kendileri dışında evrensel olduğu varsayılan ve yerküreyi kapsamış değerler, ölçüler bu tayin ve tespitleri yapmaktadır.
Öte yandan modernleşmenin Avru-palı olmayan biçiminden bahsedebilmemiz için; önce bu tarz bir ayırımın hangi araçlar, ölçüler ve kavramlara göre yapılacağının—eğer mümkünse—tesbiti gerekmektedir. Burada modernleşmenin “Avrupalı olmayan biçimi” şeklindeki kavramsallaştırmanın bizzat kendisi, modernleşmenin “Avrupalı biçimine” göre yapılmış bir tanım olmaktan kurtulamayacaktır. Bunları birbirlerinden ayırabileceğimiz bir ölçü bulunmamaktadır. Eğer ölçü olarak “gelenek”ten bahsedilirse, o ölçü olarak alınırsa; bu defa geleneğin bizzat kendisinin “gelenek” olarak kavramsallaştırma biçimini, moderniteye borçlu olduğu görülür. Gelenek ve geleneğin içeriklendirildiği anlamlar ve değerler yine moderniteye bakılarak tanımlanmış; kendi karşıtlığı temelinde inşa edilmiştir. İnşa sırasında geleneğe birçok olumsuzluklar yüklenmiş, bundan dolayı aşılması gerektiğine de önemle vurgu yapılmıştır. Dolayısı ile geleneği savunarak moderniteye karşı çıkmak veya modernleşmenin “Avrupalı olmayan biçimi”nden bahsetmek, oldukça modern bir yol ve yöntem hususiyeti taşımaktadır. Ne var ki modernleşme süreçlerinde geleneğin imkanlarının kullanılması çok daha cazip bir yol sayılır. Cumhuriyet döneminin modernleştirme süreçlerinde bu yolu reddetmiş olması onun başarısız-lığının da en büyük sebebi olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhuriyet döneminden önce ve bu dönem sonrasında modernleşmenin/Batılılaşmanın/çağdaşlaşmanın toplumsal temelleri olduğu, toplumun belirli bir kesimine/tabakasına dayandığını söylemek mümkün değildir. Karşı karşıya kalınan yeni “durum” yönetici sınıf ve aydınları böyle bir tercihle baş başa bırakmıştır. Bu konuda her kesimin ortak bir kabulle bu tercihe katıldığını; fakat bu tercihle beraber aynı zamanda izlenecek “yöntem”e ilişkin günümüze kadar süren bir tartışmayı da beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Bugün farklı iki kutup olarak görülen, adları “İslamcı” ve “laik” olarak adlandırılan tarafların aslında modernleşme meselesinde anlaşamadıkları noktanın “yöntem” meselesi olduğu söylenebilir. Yoksa iki tarafta “form” da farklılıklar taşımış olsa bile “muhtevada” ortak hedefleri olan aynı “medeniyet projesini” inşa etmek istemektedirler. İslamcıların bunu “İslam medeniyeti” olarak isimlendirmeleri onun özde modern projeden farklı olduğu anlamına gelmemekte; tanımladığı “medeniyet” kavramı bile kötü bir modern kopya hususiyeti taşımaktadır. Ayrıca İslamcıların burada İslam’ı projelendirdikleri/ütopyalaştırdıklarını da belirtmemiz gerekmektedir. İki kesimde modernitenin aktarımına /modernleşmeye başlangıçta bir “araç” olarak bakmış; bununla biri anti-emperyalizm, biri de İslam adına muhalifine/“gavur”a karşı kullanma arzusu taşımaktaydılar. Daha sonraları—bilhassa İslamcılar—bu çabanın yeni bir kimlik ve yeni endüstriyel iliş-kileri, buna bağlı olarak kalkınma, gelişme ve ilerleme gibi yeni süreçleri bünyesinde taşıdığını fark edeceklerdir.
Endüstriyel faaliyetle kendini tanımlayan insanın, milli kimliği içinde kültürel-düşünsel özelliğinin bu süreçleri daha ileriye taşıdığı nispette bir gelişmeden bahsetmek mümkündür. Süreç içinde toplumun kazanması gereken kimlik ve bilinç, ulaşılmak istenen hedeflerle uygunluk ve örtüşmesi gerekir; halbuki Müslüman kimlik bütün bunlarla başından itibaren çatışmaktadır. Müslüman’ın kimliğini İslam tarihinde görmesi, ulus-devletin ve modern sürecin kabul edebileceği bir zihniyetin ifadesi sayılamazdı. Modern toplumu yöneten değerler ne kadar geleneksel olursa olsun ortak hususiyetler taşır; bunların form olarak farlı olması içerik değerlerinin böyle olduğu ve böyle kalacağı anlamına gelmez.
Dolayısı ile Modern toplumun insan anlayışı ve gelecek tasarımıyla hiç bir bağının olmadığını açıkça ve kutsal kitabı ile teorik düzlemde vurguda bulunan Müslüman kimliğin bu halini muhafaza ederek modernleşmesi mümkün değildir. Fakat ille de modernleşmesi gerekiyorsa bunun nasıl olacağı meselesinin pratikteki oluşma biçimini günümüz Müslümanlarının çözülen aile ve cemaat yapıları ile müthiş bir gerilim, yalnızlaşma, dünyaya bağlılık, ahlaki bozulma, mümin olma anlamında çocuklarının geleceğinden önceki Müslümanların şahit olmadıkları kadar korkmak şeklindeki yaygın şikayetleri ile beraber tecrübe etmekte olduklarını söyleyebiliriz.
On sekizinci yüzyılın vadettiği iyimserliğin büyük bir kısmının bugün yerini karamsarlığa bırakmış olması, Avrupalı insanın zihnini yoğun şekilde meşgul etmektedir. Fakat buna rağmen dünyanın Avrupa dışındaki kısmının bu vaadlerden devşirdikleri umutlarla geleceklerini kurmak üzere ölümüne bir mücadeleyi sürdürmekte olmaları, dikkat çekici olduğu kadar, “küresel” bir “durumla” karşı karşıya bulunduğumuzun da delili sayılır. Bilinen tarih içinde böyle bir duruma, yeryüzü ve insanoğlu ilk defa şahit olmaktadır denebilir.
Mücadeleyi veren Avrupa-dışı dünyadaki insanların yaklaşık bir çeyreğini teşkil eden Müslümanların da modern dünya karşısında iki yüz yılı aşan çabalarının, birbirine içkin iki boyut taşıya geldiğini söyleyebiliriz.
1- Mücadelenin birinci boyutu:
Müslümanlar uzun zamandan beri kendisine karşı mücadele ettikleri dünyanın aynı zamanda başından beri adım adım bir parçası olma süreci yaşamaktadırlar. Başlangıçtaki maksat, seçmiş oldukları kurumsal ve entelektüel düzlemdeki “araç”ları; bize ilk dönemin Hıristiyan müminlerinin Roma karşısındaki mücadelelerini hatırlatmakta ve bu mücadelenin tarihi ile benzerlik taşıdığını söylemek mümkündür. Bu mücadele Dördüncü yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığın bünyesine kattığı “değerler” sayesinde oluşan mayalanma ile on dört yüzyıllık tarihsel bir tecrübeden sonra, mahiyette onun dönüştürülmesine de imkan vermiştir. Hıristiyanlık yeni bir “hakikat” anlayışının doğmasına ve hayat biçiminin kurulmasına imkân hazırlarken, geriye kendisinden kültürel bir unsur olmanın dışında, hayatı tanzim edeci bir güç olarak, fazla bir şey kalmaz. Bugünde Müslüman ümmetin on dört yüzyıllık tarihsel tecrübesinden sonra; Roma karşısındaki ilk Hıristiyan müminlerin yöntem ve çabalarına ben-zer şekilde modern dünyaya—veya modernleşmiş Roma’ya—karşı mücadele ederken, aynı zamanda da bu dünyanın bir parçası olmaya başladıkları söylenebilir. Yaşanmaya başlanan bu durum, Müslümanların on dört yüzyıllık “hakikati”anlama ve yaşama biçiminden artık farklı olacağı anlamına gelmektedir.
Bundan dolayı, günümüzde İslam’ın rolünün kendi yaşanmış geçmişi ile “aynı” mı, yoksa “farklı” mı olacağı önemli noktayı teşkil etmektedir. Modernite İslam’dan yeni bir “rol” ve/veya “işlev” üstlenmesini istemekte; böylece onu kendi “geçmişinden” koparmadan bir dönüşüme uğratabileceğini ümit etmektedir. Çünkü bugün İslam, fiziksel dünyası ve araçları değişmiş; bir kültürel, epistemolojik, yeni değerler dünyası ve farklı bir gaye ile süreçlendirilmiş “hayat evreni” içinde düşünülmek, anlaşılmak ve amel haline getirilmekle yüz yüze bulunmaktadır. Diğer bir anlatımla modernitenin yorumlayıp şekillendirdiği, hatta yeni baştan inşa ettiği bir dünya ile bugün İslam/Müslümanlar karşı karşıya bulunmakta; İslam, ya kendini bu dünyaya göre yeniden yorumlayacak veya kendi ideallerinin ve epistemolojisinin önceliklerine uygun bir yorumla bu dünyayı aşmayı deneyecektir. Bundan dolayı Müslümanların modern dünya ile karşılaşmalarının neticesinde oluşturdukları “İslamcılık” böyle bir imkânı bünyesinde taşımadığından, bugün özgürleştirici olmayan bir “söylem” olarak “terk” edilmek zorundadır. Çünkü İslam’ın bugün karşı karşıya kaldığı meseleler dünden, yani İslamcılığın doğduğu zamanlardan farklı olduğu kadar, karşılaştığı meydan okumalar da mahiyet olarak artık farklı hususiyetler taşımaktadır. Bugün İslam için Müslümanların sürdürmekte olduğu çaba, sadece İslami bir anlam/fıkıh üzerine kurulacak bir düzen/hayat biçiminin nasıl olacağından daha önemlisi; Vahy’in, kendi klasik geleneği içindeki yaşanmış hakikat anlayışına bağlı kalıp kalamayacağı, gerçekliğinin nasıl olacağıdır.
Bundan dolayı şu üç sorunun sorulması gerektiğine inanmaktayız:
a- Modern dünya doğru kurulmuş bir dünya mıdır?
b- Moderniteye/modern projeye niçin talibiz?
c- Onunla ne yapmayı, neyi başarmayı ve nereye varmayı düşünmekteyiz?
Dünkü Müslümanın moderniteyi “araçsallaştırdığını” biliyoruz; ve bunun anlaşılabilir bir çok yönü bulunmaktadır; ne var ki aynı durumun günümüz Müslümanları için geçerlik şansının artık kalmadığını belirtmemiz gerekmektedir.
2- Mücadelenin ikinci boyutu:
Bugün modern dünya da, Müslümanların kendisine katılmasını—asimilasyon—istemektedir. İlahi bir kaynaktan devşirdikleri sonsuz imkânlarla moderniteye karşı güçlü duran ve bundan dolayı eliminasyonları pek mümkün görünmeyen Müslümanların; bir buçuk milyar nüfusları ve güçlü epistemolojik potansiyelleri1 ile, modern dünyaya—hiç bir itirazda bulunmamış olsalar bile—katılmamaları başlı başına bir tehdit ve dengesizlik yaratacaktır. Zira günümüz dünyasının kendisini haklı göstermeye çalıştığı ilke ve ideallerinin hakim dengeleri bunu kaldıramaz. Öte yandan hiç imkânları olmasa bile, bir buçuk milyarlık bir “umman”a karşı, adı modern de olsa herhangi bir “dünyanın” sonuna kadar “yüzebileceğini” söylemek pek kolay değildir. Bundan dolayı; ılımlı, fundamentalist, radikal, sivil, kültürel, siyasal İslam yaftaları bu tedirginliğin hasıl ettiği, fakat İslam cihetinden anlamı olmayan kavramlar hususiyeti taşımaktadırlar. Halbuki gerçek tam tersidir; bu dünyayı tehdit eden Müslümanlar—hatta Hindular, Çinli’ler de—değil, bizzat modern dünyanın kendisidir. Bütün insanlığı tehdit etmekte ve bunu da elindeki “araçlarla” gözlerden saklamaya çalışmaktadır.
Eğer Müslümanlar bu dünyaya katılır, yani asimile olurlarsa; modern dünya “nihai” galibiyetin—“sevinçlerin kısa süreceği” elbette bilinmektedir—tadını test edebileceğini ve böylece rahata kavuşabileceğini varsaymaktadır. Bunun yanında Müslümanların/İslamın katılımının kendisi için umut ettiği muhtemel iki neticesi veya iki beklentisi olabileceğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri, modern dünyanın önemli meselelerinden biri olan “çevre meselesi” için teknolojiyi “hümanize” etmesi; ve bunun tabii neticesi olarak, insan-insan, insan-toplum ve insan-tabiat ilişkilerinin yeniden tamiri!.. İkinci olarak ahlaki düzlemde aile ve alkolizm gibi meselelere katkıda bulunması!..
Dipnotlar
Müslümanların, aydınlanma geleneğini çok kötü taklit ederek ekonomik faktörleri gücün sembolleri olarak görmeleri, anlaşılabilir, fakat kabulü mümkün bir “bakış” tarzı değildir: Her şeyi “ekonomize” etmek gaybi yardımları “bilinç” dışına itmektedir. Dolayısı ile burada petrol, ekonomik, stratejik konumlara değinmek istemiyoruz.
 
Kaynaklar
Aktay, A. Topaloğlu, Postmodernizm ve İslam, Vadi Yay., 1996.
Said, İslami Mücadelede Bilginin Rolü, Pınar Yay., 1997.
Obert Voll, İslam, Süreklilik ve Değişim, Yöneliş Yay., 1991.
A. Kaygı, Türk Düşüncesinde Çağdaşlaşma, Gündoğan Yay., 1992.
F. Stowasser, The Islamic Impulse, Georgetown Univ., 1987.
L. Berger, The Capitalist Revolution, Basic Books., 1986.
————— The Heredical Imperative, Anchor Books., 1986.
Laseh, The True and Only Heaven, Norton Com., 1991.
Brinton, The Shaping of Modern Thought, Printic Hall, 1950.
Goldman, The Philosophy of Enlightement, Mit Press, 1968.
Johnson, Intellectuals, Herper and Row, 1990.