MARTI

A. BİROL ULAŞ

VAN 6.04.2015 10:19:20 0
MARTI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Siyaset bundan kelli Allah için yapılacaktır. O halde herkes siyaseti Allah için yaptığını/yapacağını iddia edecek; gücü Allah için kullandığını söyleyecektir. Fuller boşuna İslamsız Dünya demez. İslam zihinlerde, bilinçte zaten yoktur. Ebulehep de, Ebucehil de kendi tanrısı için yapıyordu zaten siyaseti…
Yalova’nın balıkçı kahveleri… Deniz kıyısı… Denizin rengi gözleri… Mavinin peşine düşmüş çocuk… Bir kayıp kelimenin izinde… Mavinin derinliğinde kaybolmuş üç adam bir masanın etrafına çömelmiş sessizce… Gün yeni doğmuş, sabahın en sessiz vakti… Kuşlar çoktan uyanmış fakat uykuda daha insan…
Musa nasıl vurmuşsa asayı denize… Nereden bulduğu bilinmez Emrah, asayı sallayıp duruyor; bir büyüden, büyücüden tutturmuş; gerçeğin, tersyüz edilmesidir elindeki asa; yılana dönmüş. Sesi en diplerden, en derinlerden geliyor; gözleri maviyi çoktan yitirmiş. Kötü bir hastalık geçirmiş Emrah… Fi tarihinde hafızasını yitirmiş, bu nedenle olsa gerek oğlu gibi sevmiş bilinmezi… Kendi çocuğunun adını unutmuş… Ogün bugün her çocuk Emrah’ın çocuğu gibidir sahiden ama biriciktir Emrah’ın oğlu… Adını unuttuğu, anmadığı, anamadığı, çağıramadığı, bağıramadığı bir oğul… O gündür trajedi bulaşmış ellerine… Anormallik; normale, derinlik; yüzeye, hastalık; sağlığa dönüşmüş.
Hemen yan masada oturur Firavun!
Hüzün sabahlarının sisidir; yeşil… Mavinin bilinmediği yerde yeşilin bilinmesi de düşünülemez. ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ yoktur artık… Masalların bile anlamını yitirdiği dünyamızda ‘Hikmet, Müslüman’ın yitik malıdır’ cümlesinin de bir anlamının olduğunu söyleyemeyiz. Mavi çoktan silinmiştir sözlüklerden… Nasıl ki gözümün önündedir her sabah; uzatsam ellerimi, dokunabilirim. Pıtır-pıtır koşturup dursa da her sabah yamacımda; yitiğimdir bilirim. Ellerine dokununca, gözlerine bakınca anlarım: Bir koşturmaca ışıklı, süslü püslü, cicili bicili şeylerin ardından… Her adım biraz daha kayboluş, biraz daha fetişizm: Anne kendi hiçliğini, sevgisizliğini; bu içi boş ama ilginç olanın arkasına saklar. Ola ki, şey bir görüntüdür; o halde yaşam bir görüntüden ibarettir. Yaşamın, oyuna indirgendiği dünyamızda şeyler arasından bir şeydir sabahın sesi… Çok severim sabahın sisini lakin… Lakin şiir gibidir, türkü gibidir de hayat; şahmeranlar dolaşır yamacımızda: İslamsız Dünya der, G. Fuller ve sorar: Burada yeniden üç ilahi dinde vahiy yoluyla gelen metinlerle ilgili daimi ikileme dönüyoruz: Bu metinleri anlama yetisi kime bahşedilmiştir? Dinin gerçek geleneklerine kim karar verebilir? İslam zihinlerden silinmiştir zaten, bilirim. Yoksa hayat, nasıl üç adamlık bir trajediye dönüşür? Fuller, İslam’ı diğer ikisine yakınlaştırarak yok etme amacını güder. Öyle ya… Yaşanılan diğer dinlerde olduğu gibi aynı tarihse ve İslam olmasaydı yine de bu Ortadoğu böyle olacaktı; o halde İslam’a ne gerek var ya da İslam nedir demeye getirir. Mavi nedir sorusuna bir cevap bulamayacağı kesindir Fuller’in… O zaman soruya soruyla karşılık vermenin yeridir. Bir de tepemde dolaşıp dururken Emrah’ın asası… Diyelim ki dinler; siyasetin, demokrasinin, devletin güdümündedir. O halde adaletin, insanın, hayatın ne olduğuna hangi siyaset karar verecektir? Adil olanı anlama yetisi kime bahşedilmiştir, Sayın X? Gücün esiridir Fuller, çünkü gücü kendisi sanır.
Hemen karşımda oturur Büyücü… Büyücünün kalemidir şahmeranlar… Bir programa dahil edilmiştir hayat… Fuller’in bahsettiği, öve-öve bitiremediği türden bir yazılımdır İslam. Şahmeran da yazı yazar kalem çatar olmuştur artık; Emrah gibiler program dışı, kayıt dışıdır. Hatadır, hata! Oysa her program uyulandır ve kimdir nedir diye sormadan uyup, uyuyup gidiyorsa herkes; bu mudur yani İslam/insan? İnsan, tek başına kurabildiği bir cümledir oysa… Je suis mois, mais je ne suis pa ça: ‘Ben, benim; ben id değilim’ ve benim ben olduğuma şahit Rabbim’dir, Graham E. Fuller değil… Fuller’e karşı Sartre’den aşırma…
Balıkçılar kahvesinde üç adam, Zünnun’u bile kıskandırır; durur. Balık karnında masanın kenarına ilişmiş; gözleri sigaranın dumanından mı, çayın buğusundan mı kızarmış bilinmez. Bilinmeze açılmıştır Halil İbrahim’in sofrası… Çoluk çocuk, börtü böcek üşüşmüştür sofraya… Her bir lokma alın teridir, salih ameldir: İştir; aynası ya kişinin, lafa bakılmaz. İş oradan iktibas edilmiş, buradan iktibas edilmiş aş pişmiştir. Pişmiştir de hani nerededir Şahit? Şahit, Surdibinde kaybolmuştur. Demokrasinin kirine bulaşmamıştır emme bulaşmamışlığı hayatın gizini çözmesine yetmemiştir. Çoğunun demokrasi eleştirisi, İslam anlatısı bir paravandır oysa… Demokrasinin nimetlerini paylaşanların, demokrasi eleştirisi nasıl da akıldışıdır.
Akıldışıdır evet ama yetmez tespit etmek… Şahit için bir adım öteye götürmek kaçınılmazdır; başka bir yolu yoktur. Kendine dahi şahit olabilmek için kendinin bir adım ötesine geçmek gerekir. Bu yüzden olsa gerek, yolunu izini bilmediği, görmediği, duymadığı; göremeyeceği, duyamayacağı, bilemeyeceği Surdibine düşer yolu… Kendini zamanın bir anında dondurur. Zamane büyücüleri Sartre ile Fuller’i birleştirip yeni bir ikilem sunacaktır ortaya; bilir: Siyaset bundan kelli Allah için yapılacaktır. O halde herkes siyaseti Allah için yaptığını/yapacağını iddia edecek; gücü Allah için kullandığını söyleyecektir. Fuller boşuna İslamsız Dünya demez. İslam zihinlerde, bilinçte zaten yoktur. Ebulehep de, Ebucehil de kendi tanrısı için yapıyordu zaten siyaseti… Mekke’nin müşrikleri kendi putları için yapmadılar mı onca savaşları? Bunca talan, bunca kan, bunca gözyaşı… Adem’in çocuklarından beridir vardır ikilem; cevabını sadece Allah bilir. Doğrusu; siyaset, ne için yapılırsa değil, nasıl yapılırsa Allah için yaptığını ortaya koymak olacaktır. Evet! Nasıl yapılırsa Allah için yapılmış olur? Nasıl ki, herkesin nasıla; kafasına/keyfine göre bir cevabı olamaz, çünkü bu durumda nasılın bir anlamı olmaz; o halde Adem’in bütün çocukları bu nasıla dahil edilecek ve insanın ortak zemini olan tevhit gün yüzüne çıkarılacaktır. Ötesi gün-ü mahşer…
En iyi Emrah bilse gerektir: Çocukların bizim geleceğimiz olduğunu… Öyle ya… Gördüğü her çocuk kendi çocuğu olabilir; belki Arat ya da Araf’tır adı, zaten baba olmak Araf’ta kaybolmak değil midir; o halde, her çocuğa kendi çocuğu gibi davranmak zorunda… Bir baba için çocuğunun adını unutmuş olmanın bedeli çok ağırdır. Bu yüzden olsa gerek iki de bir sallayıp durur asayı… Kafama ha değdi, ha değecek! Çocukların geleceğini kurtarırsa bir yapı İslam olabilir. Mavi, yeşil, kırmızı o zaman bulunabilir ancak… Yoksa kelime kayıptır; hikmet yitik.
Yalova’nın balıkçı kahveleri… Deniz kıyısı… Gün yeni doğmuş, sabahın en sessiz vakti… Denizin rengi elleri… Mavinin peşine düşmüş çocuk… Bir kayıp kelimenin izinde üç adam; üçü de kayıp… Bir masanın etrafına çömelmişler sessizce… Büyüden, büyücüden konuşur; büyülenmişler, büyücüleşmişler belli… Önce tiz bir ses yırtıyor ortalığı, sonra boğuklaşıyor dibe, derine iner gibi… ‘Bu nasıl gülüş öyle’ diyor, yanımdakine bakıyorum. Karşıda çiçeklere bakan ihtiyar olsa gerek diyor içinden. Hayır diyor, en dipten, en derinden gelen ses: Martının kahkahası bu! Martı gülüyor bize: Halimize, ahvalimize…
Beynimin içi Firavun…İKTİBAS DERGİSİ