Kutlu doğan, daha büyümedi mi?

Fatma Ceren

VAN 17.05.2013 13:56:20 0
Kutlu doğan, daha büyümedi mi?
Tarih: 01.01.0001 00:00

Her doğan büyür, gelişir ve ölür. Dünya hayatı budur! Ömür çizgisini kısaltan da uzatan da; Allah(c.c.)’tır. Hepimizin serüveni doğumla başlar. İnsan pek meraklıdır doğumuna ve ölümüne de… Hatırına gelen misafiriyle, bu iki kapıda ayaküstü konuşur. Nasıl yaşadığını umursamaz ama doğumu ve ölümünü hafızalara kazır. Doğum günleri, ölüm yıldönümleri, kutlu aylar, haftalar ve günler; ‘Belirli Gün ve Haftalar’ aşılamasıyla pekiştirildi sanki. Belirgindir çünkü o günler. Belirgin olmayan ve es geçilen hayatları bir güne sığdırma telaşı gibi düşünmeli belki.

Tabi ki insan hayata doğumla başlar. Ama bunun bir de gelişmesi, büyümesi, büyüyünce yapılanları, yaşadıkları, hayatını adadıkları, fedakârlıkları, geride bıraktıkları yok mu?

Bu toplum hala anlayamadı, doğumun ve ölümün yaratılış maksadını! Anlayamadı ki, toplumun dindarları bile, örnek aldığı peygamberinin doğumuna takıldı kaldı. Yıllardır doğduğuna sevindi durdu. Kutlu doğum, mutlu doğum!   O her senenin nisan ayında;  iyi ki doğmuştu, iyi ki vardı, iyi ki yaşamıştı. Ama niye doğdu, ne için yaşadı, ömrünü neye adadı ve ne bıraktı? Bunu anlamaya kimselerin bir kaygısı, bir sancısı olmadı, olamadı! “Ya Rabbi! Ayaklarımı senin yolunda sabit kıl!” diye dua eden resulün ayak izi, o yoldan daha çok sevildi, sevdirildi. Bize düşen ise, o izin tozunu yüzümüze sürmekti!

Doğumunu haftaya sıkıştırdı da, kırkını bile çıkaramadı. Bir haftalık bebeğini sevdi, öptü, gül gibi kokladı! Eşi benzeri olmayan sevgiliye, methiyeler, salavatlar gönderdi de; kırkında gelen vahiyden neden hiç bahsetmedi?

Fiziki özellikleri ve birkaç hasleti bayraklaştırılırken; tevhid temelli ahlakı, yani Kur’an nereye saklandı? Geçmişte mağaralara saklandığını, tarlalara gömüldüğünü biliyoruz. Peki bizler gözümüzle görmemize elimizle tutmamıza rağmen, şimdi nereye saklanmıştı ki? İşte bunu çözemedik!

Fakat benim çözmek ve anlatmak istediğim bu değil şimdi.

Madem her şey göz önünde; demek ki o gözlerin, gözleri taşıyan kafaların ayarlarında oynamalar yapıldı ve yapılıyor.

İslami camiada, baskın bir Yahudi düşmanlığı zuhur ettiriliyorken, yaşantıda İslam Hıristiyanlaşıyor. Yahudiler mercek altındayken, Hıristiyanlar çıplak gözle bile görülmüyor. Yahudi rüzgârı, yönetimleri ve ekonomiyi sürüklüyorken; İslam, Hıristiyanlık meltemiyle yeniden hayat bul(durul)uyor. Yaklaşan fırtınada, “ Kâfirden kaçarken, müşriğe tutulma ” durumları hep yaşandı, yaşanıyor!

Kur’an-ı Kerim’in tahrif edilmeyeceği hakikatine sımsıkı sarılmamız; İslam’ın yaşantıdaki tahribatını görmemize engel oldu. Sekülerizmin ve kapitalizmin açtığı savaşla, yaşantılar istila edildi. En çok zararı gören, kendini namağlup zanneden Müslümandı. Modernizmin istilasıyla şekillenen dinin peygamberi ve mücadelesi, muhakkak dünya hayatı merkezliydi. Dünya nimetlerinden ödün vermeyen İslam(!), vahiyden habersiz topluma bu gibi kutlamalarla yerleştirildi ve sevdirildi. Bu uzun soluklu süreçte en çok kullanılan dinsel malzeme ise Tasavvuf’tu.

Modernizm, kucağına salladığı Müslümanları ilahi ve ezgilerle uyuttu. Yetmiş iki(!) fırkayı ortak bir resul paydasında topladı. Bundan kimseler rahatsız olmadı. Çünkü her ruhban grup kendi elindekiyle sevinip, övünüp, avunup durdu.  Nasıl olsa sadece kendi fırkası kurtulacaktı! Yine de hep beraber barış ve huzur içinde yaşamaları,  kardeş kalmaları ve düzeni bozmamaları gerekiyordu. ‘Belirli Gün ve Haftalar’ da bir araya gelindi, beraber coşuldu beraber ağlandı. Sonra da herkes kendi bineğine binip, ocağına döndü…

Dünya barışını amaçlayan İslam(!) çatısı altında ve kardeşçe yaşayıp suya sabuna dokunmayan Müslümanın tek bir düşmanı kalmıştı. Görüneni Yahudi, görünmeyeni ise şeytan! Hesaplar hep bu dörtgenin, Yahudi ve şeytan kenarlarıyla yapıldı. Aslında içinde kaybolunan sular, üçüncü bir Hıristiyan kenarıyla desteklenen Bermuda Şeytan üçgeniydi! Din adamlığı/ruhbanlık mekanizmasıyla ve belirli günlere hapsedilen ibadet anlayışıyla; dünya nimetlerinden vazgeçmeyen yaşantı tarzıyla, Hıristiyanlığın İslam üzerindeki etkileri, şimdilerde daha çok düşünülmelidir.

İşte;

kutlu doğumları, Ramazan’a mahsus hatim ziyafetlerini, hırkalı, saçlı sakallı ritüelleri ve yeni bir Hz.Muhammed(s.a.s.) müzesi projesi gibi dev hareketleri, bu çerçevede değerlendirelim. Böylesi amellerin, kendi içindeki tutarsızlıklarına ve İslam’la çelişen noktalarına odaklanmak yerine; bunların büyük harekâtın işleyişleri olduğunu görelim ve gösterelim. Dikkatleri buralara çekelim. Kronikleşen ritüellerin şirk ve bidat yönlerini bilmemiz, bizi onlara bulaşmaktan alıkoyar. Ama bu süreci her boyutuyla idrak edebilmemiz, bizim ve neslimizin asli mücadele sahasını belirler.

Derdi İslam olmayan bir devletin, Hıristiyan formatıyla güncellediği dinini; kutlu doğum, peygamber müzesi, Ayasofya’da ibadet gibi alıntılarla süslemesine şaşmıyor ve inşaallah şaşırtılmıyoruz.

Bu vesileyle, siyasetten gündelik hayata kadar yaşantının ve peygamber tasavvurunun nasıl Hıristiyanlaştırıldığına, aslında bu durumun ciddiyetine dikkatleri çekmek istedim.

Merak ediyorum,

eğer dindar kesim;

her yatsı namazından sonra okuduğu “Amenerrasulü” nün(Bakara-285), ‘Lâ nuferriku beyne ehadin min rusulihî’ ayetini, ‘O’nun peygamberlerinin arasında hiçbir ayırım yapmayız!’ şeklinde anlasaydı;

Hz.İsa(a.s.)’ın doğumunun kutlandığı Christmas gününü, halk arasında bilinen deyimiyle yılbaşını, “Kutlu doğum” ayarında kutlar mıydı?

Bu günlerde sıkça rastladığımız siyer yarışmalarına, böyle bir soru da bizden olsun!

Başarılar!