KÜRESELLEŞEN DÜNYADA CİHAT

El-cezire/ Cengiz Tomar

VAN 5.04.2015 11:46:28 0
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA CİHAT
Tarih: 01.01.0001 00:00
 IŞİD, kullandığı dinî kavramlarla İslami bilgisi yüzeysel, aynı zamanda cihadı şiddet bağlamında öğrenmiş veya öğretilmiş pek çok genci etkileyerek bir cazibe merkezi hâline gelmekte. Ancak uygulamaları ne cihat teorisi, ne de tarihsel pratikle örtüşmekte.
Son yıllarda en çok konuşulan konuların başında ‘cihat’ ve ‘yabancı savaşçılar’ geliyor. Ancak bu konu etrafında tartışanların büyük kısmının ‘cihat’, ‘darülislam’, ‘darülharb’ vs. gibi kavramlar hakkında derinlikli ve tarihî bilgiye sahip olmayıp cihadı son 30-40 yıllık bir perspektifte ve “cihatçı” gibi absürd isimlerle hep terör örgütleri çerçevesinde tartıştıkları görülmekte. Bazılarının bu konudaki bilgisi “Cihatçı John”dan ibaret. Hâlbuki bu tür kavramlar İslam’ın ilk yıllarından itibaren tartışılmış, teorisi üretilmiş ve arka planında büyük bir tarihî tecrübe barındırmaktadır. Aslında bu kavramların İslam dünyasının tamamına hitap eden standart bir tanımı da mevcut değil.
İslam’da cihat teorisi
Geniş anlamda İslam’ı öğrenip, yaşamak (bunun için mücadele etmek) ve başkalarına tebliğ etmek olan cihat, İslam hukukunda Müslüman olmayanlarla savaş mânâsına da gelmekte ve günümüzde daha çok bu anlamıyla bilinmekte.
İslam hukukçularının büyük kısmı savaşın meşru sebebi olarak düşman saldırısını görür, Müslümanlara karşı saldırıda bulunmayanlarla savaşılmamasını ve sadece gayrimüslim olduğu için insanların öldürülmemesi gerektiğini ifade ederler. Cihat ayrıca çeşitli mezheplere göre de farklı yorumlanmıştır. Mesela Şia’nın bazı kolları beklenen İmam gelmeden (Gâib On İkinci İmam), ülkeye bir saldırı olmadığı müddetçe, cihat yapılamayacağını savunurken, Hanefiler sadece düşmanın Müslümanlara saldırması durumunda; Şafiler ise dünyada sadece Müslümanlar ve Müslüman hâkimiyetini tanıyanlar (zımmiler, gayrimüslimler) kalıncaya dek cihat edilmesi gerektiğini kabul ederler. Cihadın fiilen harp etmek dışında, “iktisadi ve kültürel cihat” gibi versiyonlarının olduğu da göz ardı edilmemelidir.
İslam, kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak görmez. Müslümanlara saldırıda bulunmayan gayrimüslimlerle savaşılamaz; bu kişiler ancak barışçı yollarla İslam’a davet edilebilirler. Zaten İslam fütuhatının amacı kesinlikle fethedilen topraklardaki insanları zorla Müslüman yapmak değildir. İslam’ın ilk yıllarında Suriye, Mısır ve Mezopotamya fetihleri ile Osmanlılar döneminde Balkan fetihleri böyledir. Buradaki gayrimüslimler, asırlarca dinlerini serbestçe yaşamışlar, etnik, dini ve kültürel kimliklerini günümüze kadar muhafaza etmişlerdir.
Bu noktada İslam-dışı yönetimlerin idaresi altındaki topraklar mânâsına gelen ‘darülharp’ ile Müslüman yönetimindeki ülkeyi ifade eden ‘darülislam’ kavramlarına da işaret etmek gerekir. İslam ülkelerinin sömürgeci güçler tarafından yönetilmeye başlandığı döneme kadar, İslam devletleri ile gayrimüslim yönetimler arasındaki sınırlar belliydi. Yani darülharp ve darülislam kesin çizgilerle ayrılmıştı. Ama artık bu kavramlar da uygulamada değişmiş durumda. Müslümanlar Avrupa ve Amerika’da Müslüman olmayan yönetimlerin hâkimiyetinde yaşıyorlar. Küreselleşme ise bu kavramları neredeyse tamamen alt üst etmiş durumda. Batı’yı en çok korkutan sorunlardan biri de özellikle Avrupa’daki Müslümanların demografik açıdan giderek güçlenmeleri ve bir içten fetih tehdidi.
Tarihsel uygulama
Teorinin ardından tarihsel uygulamaya baktığımızda, İslam tarihini cihat ve fetihler açısından birkaç ana dalga olmak üzere dönemlere ayırmak mümkün. İlk dalga İslam’ın gelişinden sonra dinî motivasyonla başlayan yaklaşık yüzyıl gibi bir süre zarfında Müslümanların Ortadoğu, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve Çin’e kadar büyük bir hızla fetih yaptıkları bir dönemdi. Hıristiyan Batı buna Haçlı seferleri ile Endülüs ve İspanya’nın geri alınmasıyla (reconquesta) cevap verdi. Haçlı seferleri çok başarılı olmasa da Endülüs ve Sicilya’da tek bir Müslüman kalmadı.
İslam tarihinde ikinci fetih dalgası önce Müslüman olan Türklerin Anadolu’yu fethi, ardından Osmanlıların özellikle Balkanlar ve Avrupa’da hâkimiyet kurmak için başlattıkları fetih dalgasıdır. Batı buna 19. yüzyılda Balkan toplumlarını kışkırtarak ve Birinci Dünya Savaşı’yla cevap verdi. Osmanlıların yıkılmasından sonra sömürgeci Batı yönetimlerinin hâkimiyetine giren Müslüman toplumları istiklallerini kazanabilmek için bir kez daha kendi ülkelerinde istiklâl mücadelesi (cihat) verdiler.
Küreselleşen dünyada değişen cihat konsepti
1980’li yıllar ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali cihat konseptinde önemli bir değişiklik yarattı. Sömürgeciliğe karşı Müslüman toplumların cihadı daha ziyade milli özellikler taşırken önce Afganistan’da, ardından da Bosna’da Müslümanlara yapılan haksızlıklar ve zulüm ile “uluslararası toplum” adı verilen muhayyel entitenin bu sorunu görmezden gelmesi sonucunda dünyanın her tarafından Müslümanlar, haklı olarak cihada katıldılar. Bu küreselleşen cihadın ilk işaretiydi. Ancak zaman içerisinde küreselleşmeyle birlikte cihat konseptinde önemli bir kırılma yaşandı.
Transnasyonel bir örgüt olarak El Kaide’nin bütün dünyayı darülharp (savaş alanı) olarak gören anlayışı IŞİD ile dönüşüme uğradı. El Kaide’nin aksine IŞİD, alan hâkimiyeti kurarak hilafetini ilan etti. Böylece kendi hâkimiyeti altındaki bölgeyi darülislam ve kendisine biat eden insanları tebaası kabul etti. Hâkimiyeti dışındaki toprakları darülharb ilan ederek El Kaide’ye göre daha farklı bir yöntem izlemeye başladı.
Dünyanın diğer bölgelerindeki pek çok örgüt de IŞİD’e biat ederek, bir konfederasyona dönüşmekte. Kullandığı hilafet, cihat, hicret vs. dinî kavramlarla gerek İslam dünyasından gerek Batı’dan, İslami bilgisi yüzeysel, aynı zamanda cihadı şiddet bağlamında öğrenmiş veya öğretilmiş pek çok genci etkileyerek bir cazibe merkezi hâline gelmekte. Kullandığı dinî argümantasyon çok etkili olmakla birlikte yaptığı uygulamalar İslam tarihinin hiçbir döneminde ne cihat teorisi, ne de tarihsel pratikle örtüşmekte. Bu nedenle İslam’ın imajına büyük zarar vermekte.
Müslümanların, ülkelerine yapılan tecavüzler karşısında elbette kendilerini savunma hakları bulunuyor. Bununla birlikte cihadın da belirli şartları ve bir etiği vardır. Cihatta kadınlara, çocuklara, yaşlılara,  hastalara, din adamları ile mabetlere ve savaşa müdahil olmayanlara zarar verilemez. Hangi mezhepten olursa olsun Müslümanlara asla dokunulamaz. İnsanlar köleleştirilemez, satılamaz ve zorla evlendirilemez. Fidye karşılığı rehin alınamaz. Yargılanmadan infaz edilemez; ayrıca infazın dahi bir usulü vardır.
Tabii ki bu noktada Batı’da 1990’lardan beri ortaya atılan ‘medeniyetler çatışması’ tezi ve bu tezi savunanların bu tür yapılanmaları teşviki önemli. Bu örgütler bu tezi savunanlar için mükemmel fırsatlar sunuyor. Hem kendilerine aradıkları düşmanı (İslam) bulmuş durumdalar; hem de İslam dünyasındaki çıkarlarını çok fazla bedel ödemeden “vekâlet savaşları” veya “savaşta taşeron kullanımı” diyebileceğimiz bir süreçle elde etmekteler. Esasında Suriye’de savaşın kilitlenmesinin sebebi de budur. Bazı bölgesel güçlerin yanı sıra küresel güçler de savaşan taraflardan birini destekleyerek, küresel bilek güreşini Ortadoğu’da yapmayı yeğliyorlar. Böylece hem insan gücü hem de mali açıdan çok az bir maliyetle çıkarlarını savunurken, asıl ağır bedeli İslam dünyası ödüyor.
Bütün bu sebeplerle öncelikle Müslümanların cihat kavramını yeniden düşünmeleri, cihat adı altında yapılan İslam dışı uygulamalara tepki göstermeleri gerekmektedir. Keza gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da gençlerin dinî eğitimi üzerinde ciddiyetle durulması hayati bir önem arz etmektedir.
El-cezire/ Cengiz Tomar