Küresel ve bölgesel egemenler ne istiyorlar?

Abdullah Pamuk

VAN 19.09.2013 11:47:41 0
Küresel ve bölgesel egemenler ne istiyorlar?
Tarih: 01.01.0001 00:00

Bölgemizde neler oluyor? Kullanım ömrünü tamamlamış, iflas etmiş modellerin (paradigmaların) yine Batı referanslı modellerle değiştirmek istenildiği, Müslümanların kontrolü için yeni bir düzenin inşasının elzem görüldüğü bölgemizde yaşananları nasıl okumalıyız? Değişen dünya ve bölge şartlarında, malum odakların, bölgeyle ilgili stratejik projelerinden, değişim ve dönüşüm sürecinden vazgeçmelerinin söz konusu bile olmadığı bilindiğine göre bazı kaygılar ve süreçle ilgili açmazlar nedeniyle bu kadar riski göze alabilmelerinin nedenleri neler olabilir? Bölgemizdeki Batıcı seçkinlerin, geçmişte hayat hakkı tanımadıkları ve günümüzde toplumla “iki yüzlü” bir ilişki kurabilen muhafazakar demokratlara karşı “yaşam hakkına müdahale” ve “otoriterleşme” gibi gerçeklerin arkasına saklanarak yaptıkları kalkışma, Tanzimat fermanına benzer taleplerinin arka planında neler var? Bu taleplerin sadece Mısır özelinde değil de tüm bölgede değişik şekillerde ortaya konulmasıyla statükocu ve değişimci egemenlerin beklentileri ve kaygıları arasında nasıl bir paralellik söz konusu?...

Hatırlanırsa bir önceki yorumumuzda daha çok Mısır eksenli olarak ele aldığımız bu önemli konuya bu ayki yazımızda da devam edeceğiz. Bu bağlamda gündeme gelen demokrasi tartışmalarını ve Müslümanların duruş sorunlarını değerlendireceğiz. Ancak konuyla ilgili değerlendirmelerimize başlamadan önce, birçok “Müslüman”ın anlamadığı, anlamak istemediği; çok azının da sadece bir boyutuyla anladığı, dolayısıyla düşünsel ve siyasal duruş itibarıyla tam bir netliği sergileyemediği “demokrasi” konusunda, yaklaşımı malum olan Ali Bulaç’ın bir yazısını (Demokrasi,‘din ve cemaat’) özellikle dikkatlerinize sunmakta yarar umuyoruz. Zira bu yazı, bir şahsı aşan bir anlayışı, “sistem-içi” demokratik bir çıkış arayışının niteliğini belirleyen ve insanımızın günümüzdeki gelişmelere karşı geliştirilmeye çalıştığı muhalefetin ne kadar hatalı bir zeminde yükseldiğini bir kez daha ortaya koyan bir ideolojik içeriğe sahiptir. Özetle değerlendirelim, söz konusu yazıyı…

Ali Bulaç’a göre, Mısır darbesi üzerinden “resmi Batı” bize (?!) şu mesajı veriyor: “Eğer siyasette ‘dini referans’ alan akımlar ve sosyo-kültürel düzeylerde ‘cemaat’ olarak ortaya çıkmış bulunan guruplar demokrasinin süreçler şartına bağlı kalarak yarışa katılacak ve seçimleri kazanıp iktidara gelecek olurlarsa, bu Batı’nın demokratik standartları dışında bir duruma işaret eder.” Ali Bulaç devam ediyor Batı’nın düşüncelerini okumaya… “ Sadece ekonomik ve stratejik çıkarlar değil, din ve cemaatlerin siyasetin belirleyicileri olarak sahneye çıkmaları liberal demokrasiye aykırıdır. Hangi ülke kararlı bir biçimde bu deneyime girişecek olsa Batı, demokrasi yerine otoriter yönetimleri tercih eder; gerektiğinde kralların ve diktatörlerin finanse ettiği askeri darbelerin arkasında durur.” Mısır özelinde sondan başa doğru “sistem-içi” okumasının bir sonraki aşamasında ise Ali Bulaç, “Batı’nın demokrasiye böyle kalın-seküler çizgi çizmesinin…” sebeplerini irdelemeye çalışıyor. Batı tarihinde siyasetin kralların yanı sıra kiliseyle de mücadele etmek zorunda kaldığından söz ederek, oysa bizde din sultanlarının suistimallerine karşın “özgürleştirici” bir fonksiyon görmüştür tespitinde bulunmakta ve modern dönemlerde de cemaat yapılarının Batı deneyiminin aksine siyaseti sivilleştiren bir fonksiyon gördüğünden bahisle Ali Bulaç, “Bu olguyu ne Batı ne laik aydınlar yeterince doğru anlayabiliyorlar” diyerek “demokratik” bir sistemde bulunmakta ve bu yanlış algının sebeplerini tahlil etmeye çalışmaktadır: Batı’nın ve laik aydınların bu yanlış algılamalarının temelinde partilerin, “Batı tarihine özgü sınıflı yapılar” olmasını, sonuçta demokratik mücadelede yer alan partilerin her birinin bir sınıfı iktidara taşımak, belli bir sınıfın çıkarlarını korumak üzere teşekkül etmesinin esas almalarının olduğunu ileri sürmekte ve “Din ise ‘sınıf çıkarı’nı  değil, ‘değer’i esas alır; cemaatlerde sosyo-ekonomik yapılar değil, sosyo-kültürel yapılardır” diyor. Dolayısıyla Ali Bulaç’a göre, Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda ‘din ve cemaat’i içermedikçe demokratik siyaset çoğulcu bir karaktere sahip olamaz ve “… bu liberal demokrasinin büyük bir açmazıdır.” (Oysa bu açmaz demokrasinin mi bir açmazıdır yoksa farklı bir medeniyetin ortaya koyduğu ve reaksiyoner boyutları ön plana çıkan bir “yaşam biçimi” ve “yönetim şekli”ni evrensel bir kavram olarak algılayıp bunu Müslümanların değerleriyle uzlaştırmaya çalışanların mı? bunu düşünmemiz, reel şartların cazibesiyle görmezlikten gelmememiz gerekir sanırım.) Ayrıca, Ali Bulaç (ve onun gibi düşünenlerin) “demokrasi süren pratiği itibarıyla sayısız lobilerin, çıkar ve baskı guruplarının, laik karakterdeki sivil toplum kuruluşlarının; ulusal ve uluslar arası düzeyde faaliyet gösteren vakıf ve derneğin demokratik oyun içinde yer alıp karar süreçlerini ve mekanizmalarını etkilerine açıktır. Hatta ‘çoğunluğa karşı azınlık hakları’ adına toplumun genel ahlakına meydan okuyan marjinal gurupların kamusal görünürlüklerini garanti altına alırken, sıra dini-sosyal guruplara ve cemaatlere geldiğinde demokratik süreçleri tıkamaya çalışır.” diyerek demogoji yapması da bir amaca matuf gözükmektedir. Demokratik modellerin jakoben versiyonunun bu ülkede de yaşanan “toplumu dinden arındırma, sekülerlik adına toplumu neredeyse nihilizme sürükleme” çabalarına dikkat çekilerek, “İslam dünyası demokrasinin bu türevine itiraz etmektedir.” cümlesiyle özetlediği jakoben çizgide kurgulanan modele itirazını bir kez daha ortaya koymaktadır.

Halbuki dünyanın değiştiği, değişmek zorunda kaldığı; dikey düzlemde olmasa da yatay düzlemde “desekülerizasyon” un gündemde olduğu (Doç.Dr.İhsan Toker’in dergimizdeki yazılarına bakınız) bir dünyada Batı’nın böyle kalın laik-seküler çizgilerle demokrasiyi tanımlamasından öte bir durum söz konusu…Batı’nın bir yandan çıkarları gereği, zorlamalarla “ılımlı İslam” olarak tanımladığı eklektik, ucube anlayış sahipleriyle stratejik işbirliğinin yanı sıra, dönemsel olarak “değişimci” unsurların, sürecin başından bu yana giderek artan dozajda da “statükocu” çevrelerin “gizli ajanda” dan dem vurmalar, bir yönüyle kaybedilen İktidarı ve çıkarlarını geri alma çabasındayken diğer yanıyla da geleceklerini güvence altına almak üzere kıvama getirme/daha uyumlu bir çizgiye çekme çabası olarak değerlendirilmesi bizce daha isabetli olacak ve hatalı okuma yapanların çıkış yolunu bulmalarına imkan sağlayacaktır.

Hatalı Beklentiler ve Konjonktürel Gelişmeler

Hiç şüphesiz bölgemizde yaşanan kontrollü değişim sürecinin sancılı olması ve çeşitli dönemsel açmazlarla karşı karşıya kalınmasının bölge insanı için anlamı farklı algılanırken küresel ve bölgesel egemenler için asıl önemli olan husus, yeni kurulacak/kurulmakta olan düzenin niteliğidir. Aynı zamanda bölgedeki yeni düzenle birlikte yeni bir güvenlik sisteminin oluşturulması ve İsrail’in güvenliği de büyük önem arz etmektedir.

“Sistem-içi” mücadeleyi çıkış yolu gören bölgesel unsurların demokrasiyi özümseyerek küresel sistemin yeni beklentileriyle uyumlu adımlar atmaları küresel egemenler açısından önemli. Söz konusu unsurlar, kendilerine açılan alan içinde mi hareket edecekler yoksa yeni şartların cazibesine kapılarak misyonlarını aşan bazı (gizli) niyet ve hedeflerin peşinde mi koşacaklar… Bu kaygı ve dönemsel olarak gündeme taşınan suni argümanlarla bir taraftan muhalefetin gazı alınırken, diğer taraftan da bölgedeki yeni aktörlerin ileri gitmeleri önlenmek istenilmekte, hatta “değişimin güvenliği” ile ilgili hesaplarda aksamalar olduğunda sürece ara vermenin tüm risklerini göze almaktan çekinilmemektedir. Geçmiş dönemlerde de benzer şekilde belirli bir misyonla seçimlere girmelerinin önü açılan, bazen teşvik edilen ve diğerlerine göre İslami duyarlılıkları daha fazla olduğu algısı oluşturulan partilerle ilgili korkular üretilir, söz konusu siyasi yapıların çaplarını ve hedeflerini aşan söylemlerle darbe çığırtkanlığı yapılırdı. Bu günde yeni şartlarla ilgili bazı korkular oluşturulmakta, algı yönetimi teknikleriyle açık gerçeklerin farklı algılanması için her yol denenmektedir. Oysa bölgedeki değişim süreci, gerek ideolojik ekseni ve gerekse de yeni ekonomik ve siyasal aktörlerin misyonu küresel odaklar için vazgeçilmez unsurlardır. İhvan, Ak Parti, Nahda vb. yapıların tecrübeleri, süreç içerisindeki birikimleri küresel güçler açısından stratejik öneme sahiptir. Bu nedenle Türkiye, Mısır ve Tunus’taki gelişmelerin doğru anlaşılması gerekmektedir. Uluslar arası ilişkiler düzlemindeki kırılmalar; politik ve ekonomik gelişmeleri stratejik analizlerle yorumlamak durumundayız. Zira uluslar arası ilişkilerde sistem düzeyindeki analizlerle “parçalanma ve bütünleşme süreçleri”n de küresel sistem de belirleyici olan aktörlerin gündemde olduğundan şüphe yoktur.

Bu bağlamda ABD ve AB yetkililerinin, Mısır’da Mursi’ye küresel güçlerin dini referansı güçlü iktidara izin vermeyeceklerini, dolayısıyla bu açmazdan çıkışın farklı toplumsal kesimlerin “temsili”ne imkan sağlayacak bir yapıdan geçtiğini ve bu hususu defalarca gündeme getirmelerindeki amacı doğru okumak zorundayız. Diğer yandan Mısır’daki darbeciler, onlara destek veren ve eski sistemden nemalanan odaklar ve gelecekle ilgili projeksiyonlarında umut ışığı göremeyen ideolojik unsurların ne istedikleri de belli. Burada asıl önemli olan söz konusu ülkelerde “değişimci” çizgiy destekleyenlerin ne istediklerini doğru tespit etmek, gelişmelerle ilgili analizleri demokrasi tartışmaları düzlemine sıkıştırmamaktır. Bu çerçevede darbecilerin İhvan ile birlikte Filistin’de Hamas’a yükleniyor olmaları, Filistin-İsrail görüşmelerini kriz ile birlikte alelacele hızlandırmak istemeleri ya da öyle bir görüntü vermekten yarar ummaları ve Mısır’daki darbe yönetimiyle İsrail’in geçmişte olduğu gibi ortak operasyonlar yapıyor olmaları doğru okunmalı, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımlarla izah edilmeye çalışılmamalıdır.

Keza Tunus’un kendi şartları içinde benzer tartışmaların yaşanıyor olması, bunun toplumsal çalkantılar ve azınlıkların dayatmalarıyla kalkışmaya dönüştürülmek istenilmesi de doğru analiz edilmesi gerekir.

Seçimlerde yüzde 42 oy alarak “sosyal demokrat” iki parti ile koalisyon hükümeti kuran    Ennahda partisine karşı bir cephe oluşturularak Tunus’ta da sokak hareketleri başlatıldı. Eski yapının/düzenin başbakanlarından Şipsi’nin organize ettiği; ulusalcılar, sosyalistler, (bürokrasisi, iş adamlarıyla) eski düzenden nemalanan odakları harekete geçirilen ve suikastlerle şiddetlendirilen malum sokak hareketleriyle hükümet istifaya çağrılmaktadır. Mısır’da olduğu gibi, kendi gelecekleriyle ilgili kaygıları ve hesapları olan Suudi Arabistan ve BAE’nin finanse ettiği bu guruplar, “dini hassasiyeti güçlü” (?!) olarak nitelenen, ancak geçmişteki çizgisinden çok farklı bir anlayışa savrulan ve bölgenin en ılımlı en demokratik partisine ve onun büyük ortağı olduğu hükümete karşı giderek şiddetlenen bir kalkışma içindeler. Bunu yapanların, Ennahda’yı dayatmacılıkla, halkın bir kısmını dışlamakla suçlayanların, değişim sürecinden önce İslami duyarlılığa sahip örgütleri yasadışı ilan edenler olduğu, gelecekle ilgili projeksiyonlarında normal seçimlerle bir yerlere gelemeyeceklerini görenlerle konjonktürel işbirliği yaptıkları, en önemlisi de bu sokak hareketlerinin Tunus’la ilgili hesapları olan dış odaklarca da desteklenmeleri anlamlıdır. Tüm bu çabalara rağmen Ennahda’nın ılımlı bir yaklaşıma sahip olması, demokrasi vurgusu yapması, tüm partilerin güçlerince temsil edileceği bir koalisyona razı olması da Tunus’taki muhalefeti durdurmamakta, hükümetin ve Ennahta’nın meşruiyetine yönelik saldırılarını devam ettirmektedirler. Hiç şüphe yok ki hükümetin “kurucu meclis” ve yeni anayasa çalışmalarını kırmızı çizgi olarak deklere ettiği Tunus’ta değişim sürecinin niteliğini etkilemek üzere iç ve dış dinamikler ortak çabaların sürdürmekteler. II. Cumhuriyet’e geçiş sağlanacak yeni anayasa çalışmaları konusunda hükümetle muhalefetin uzlaşacağı bir çizgide buluşabilmeleri zor gözükse de hem Tunus’ta hem de Mısır’da bir orta yol arandığı, yeni kurulacak düzenlerin daha uzlaşmacı olmasına çalışıldığı çok açıktır. Peki, ABD’nin geleceğe yönelik güvenlik stratejisini “Asya ekseni” ne kaydırdığı bu yeni dönemde bölgemizdeki gelişmelerin derinleşerek devam ettirilmesi ve değişim sürecinin tehdit edecek boyutlara ulaşması mümkün mü? sorusuna verilecek cevap, böyle bir ihtimalin gözükmediği, en azından mevcut şartlarda mümkün olamayacağı şeklindedir. Çünkü değişen dünya ve bölge şartlarında özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki gelişmelerin sadece siyasal ve ekonomik gerekçelerle izahının güç olduğu çok açıktır. Küresel ve bölgesel gelişmelerin bölgemizdeki dönemsel etkileri ve bunların ortaya çıkardığı kaygılar bu gelişmelerin bir boyutudur. Asıl önemli olan ve küresel ve bölgesel aktörlerin ihmal edemeyeceği husus ideolojik boyuttur. Bölgenin yeni bir ideolojik eksende inşasının söz konusu olduğu bu dönemde küresel ve bölgesel aktörlerin “meşruiyet”e olan ihtiyaçları her şeyin üstündedir. “Meşruiyet” in de toplumların kabul edebileceği bir çizgi olduğundan kimsenin tereddütü yoktur. Ez cümle Müslümanlara “meşruiyet” çizgisi olarak sunulan (sözde evrensel) Batılı değerlerle Müslümanların değerlerini telif eden, uyumlulaştıran ideolojik çizgi kabul ettirilemediği sürece bölgede küresel odakların kabul edebilecekleri bir düzenin kurulması imkanı yoktur. Bu ideolojik çizgi eksenindeki değişim süreçlerinin dönemsel olarak krizlerle karşılaşması sürecin ana eksenine yönelik bir itirazdan çok bazı kaygıların ortaya çıkardığı konjonktürel gelişmelerdir. Küresel güçlerde bunun farkında olarak hamleler yapmaktadırlar.

Bir güç eğer dünyada etkili olmak istiyorsa ahlak ve dış politika arasında bir denge, bir uyum sağlamak, en azından böyle bir imaj oluşturmak zorundadır. Oysa günümüzde ABD gibi bir küresel güç iddiasındaki bir devlet, bir süredir bunu sağlayamamakta, hatta tersi bir imaja sahip gözükmektedir. Bu değişim dünya ve bölge dengeleri, yeniden yapılanma sürecinin ortaya çıkardığı ABD iç dengeleri ve İsrail’in güvenliği düzlemindeki politiki açmazlardan kaynaklanmaktadır. Söz konusu görüntü, ABD’nin geçmişteki kovboyca yaklaşımının ötesinde bir durumdur ve dönemseldir. Dolayısıyla son zamanlardaki gelişmeleri ABD’nin pozisyonu, politikalarındaki açmazlar düzleminde değerlendirmek yerine biz Müslümanların düşünsel ve siyasal duruş sorunlarının açtığı hareket alanı olarak görmek gerekir.

Baskıya, zulme, katliama karşı çıkmak ile demokratik bir mücadelede taraf olmayı birbirine karıştıran “Müslümanlar” aslında “sistem-içi” mücadelede uyumlu/ılımlı bir çizgiye zorlandıklarını dönemsel nedenlerle fark edememekteler. Eski ve yani egemenlerin bazen çatışan, bazen de çakışan stratejik hesaplarının bir enstürmanı (aleti) haline gelebilmekteler. Bu bağlamda, Mısır’da başlayan, ama dikkat çekici bir şekilde Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda değişik tezahürleriyle karşımıza çıkan tartışmaların özünü ıskalamamamız gerekmektedir. “Şeytan taşlamak” tan vakit bulup asıl sorunun içimizde zihniyetimizde olduğunun farkına vararak çıkış yolunu aramak yerine tam tersine “demokratik bir düzlemde”, direne direne daha “demokrat”, daha “uzlaşmacı/uyumlu” bir çizgiye sürüklenilmek bir başarı değil, geleceğimizi de etkileyecek eksen kayması demektir. Akledelim, “duygusal ve reaksiyoner” bir yaklaşımdan sıyrılarak ilkesel düşünmeye çalışalım, Allah rızası için!.. 

Not: bu yazı 13.08.2013 tarihinde kaleme alınmıştır