KUR’AN’DA “YEŞÂU” FİİLERİNİN ANLAMI VE HİDAYET VE DELALETİ ALLAH’IN VERMESİ

KÜLTÜRÜN VAHYİN ÖNÜNE GEÇTİĞİ VE YÖNLENDİRDİĞİ ÖNEMLİ KONULARDAN BİRİ HİDAYETİ VE DALALETİ KULLANIRKEN DİLLERİNİN KAZANDIĞI DEĞİL, DOĞRUDAN ALLAH’IN ONLARA VERDİĞİ, ANLAYIŞIDIR.

VAN 28.07.2017 07:12:32 0
KUR’AN’DA “YEŞÂU” FİİLERİNİN ANLAMI VE HİDAYET VE DELALETİ ALLAH’IN VERMESİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
Prof. Dr. İbrahim SARMIŞ/ Kur’ani Hayat Mart-Nisan 52

Arapçada “istemek ve dilemek” diye çevrilen şâ ve erade fiilleri kullanılır. İkisi arasındaki farkı dilde göstermek zor olduğundan gelenekte her iki fiilin aynı anlamda anlaşılıp çevrildiğini görüyoruz. Oysa kaade-celese, vekafe-kâme, ekele-taime, gibi farklı iki fiilin yüzde yüz aynı anlamda olduğu söylenemez. Çünkü aynı şeyi ifade etmek için dilde gereksiz kelime kullanılması anlamsızlığı ortaya çıkar.
‘Şâe’ ifii yalın olarak kullanıldığında bir şeyi dilemek ve istemek anlamına gelir. Kur’an’da “De ki hak Rabbbinizdendir, dileyen/şâe iman eder, dileyen/şâ inkar eder”(Kehf 18/29) gibi sayılı birkaç yer dışında ‘şâe’ fiiilinin yalnız yüce Allah için kullanıldığını görüyoruz.
“ve lev şâe rabbuke le âmene men fi’l-ardi kullihim cemîan”(Yunus 10/99), “ve lev şâe rabbuke lecaale’n-nâse ummeten vâhideten”(Hud 11/118), “ve lev şâe Allahu le cealehum ummeten vahideten”(Şura 42/8) ayetlerindeki gibi ‘şâe’ fiili Allah için şartlı olarak kullanıldığında o konuda önceden bir dilemesinin veya kararının olmadığını ve tercih yapmayı kula bıraktığını belirtir. Çünkü imana ve küfre karar vermeyi Yüce Allah insana bırakmış, mükafatı ve cezayı da ona göre vereceğini belirtmiştir. Yüce Allahı haksızlık ve adaletsizlikten tenzih etmek için kılasik kader anlatımlarındaki önceden insanların adına dilekte bulunduğu ve karar verdiği anlatımlarını bu çevreçevede anlamak gerekir.
Kültürün vahyin önüne geçtiği ve yönlendirdiği önemli konulardan biri hidayeti ve dalaleti kulların kendilerinin kazandığı değil, doğrudan Allah’ın onlara verdiği, anlayışıdır. Bu anlayışa göre Yüce Allah, mümin veya kafir olarak herkes için rolü önceden kendisi belirlemiş ve dağıtmıştır. Herkes dağıtılan bu rolü oynamakta, hidayeti ve dalaleti buna göre gerçekleşmekte ve sonucu ile karşılaşmaktadır. Kur’an’da “şâe-yeşâu” fiillerinin geçtiği ayetler genel olarak bu anlayış doğrultusunda anlaşılmakta ve çevrilmektedir. Oysa “Allah isteseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı”(Maide 5/48), “Allah isteseydi hepsini hidayette toplardı”(6 Enam/35), “Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin tümü iman ederdi” (Yunus 10/99), “Allah isteseydi insanları tek bir ümmet yapardı”(Hud 11/118), “Allah isteseydi hepinizi bir ümmet yapardı”(16 Nahl/93), “Allah isteseydi onları bir tek ümmet yapardı”(Şura42/8) ayetleri irade ve tercihleri dışında, Yüce Allahın dayatma ile onları mümin yapma iradesinin veya kararının olmadığını belirtir. Çünkü böyle bir kararı olsaydı bütün insanlar tabiattaki diğer varlıklar gibi ister istemez doğuştan buna boyun eğer ve hepsi mümin olurdu.
Evet, hidayetin ve dalaletin ne olduğunu ve ikisinin karşılığının ne olacağını indirdiği vahiyle bildirmesi, anlamında hidayeti ve dalaleti öğreten ve gösteren Yüce Allah’tır. “Bunun/cennetin yolunu bize gösteren Allaha hamd olsun, Allah hidayet etmeseydi/yolunu göstermeseydi biz bunun yolunu bulamazdık”(Araf 7/43) ayeti ve benzerlerinde bunu görüyoruz. Şüphesiz neyin hidayet, neyin dalalet olduğunu belirlemesi, anlamında hidayeti ve dalaleti belirleyenin Allah olmasına kimsenin bir diyeceği yoktur. Ancak kişilerin inanıp inanmamaya karar vermesi anlamında hidayetin ve dalaletin kaynağı kişiler kendileri olup mükafatı veya cezayı hak etmeleri de bunun içindir. Mesela, “Küfrederseniz şüphesiz Allahın size ihtiyacı yoktur. Kulların küfründen de razı olmaz. Ama şükrederseniz ondan hoşnut olur…” (Zümer 39/7) diyerek tercihlerini bu yönde yapmayanlardan hoşnut olmadığını ve cezalandıracağını, ama tercihini olumlu yönde yaparak şükredenlerden de hoşnut olacağını belirtmiştir. Kendi varlıkları da dahil her şeylerini borçlu oldukları Allaha inanmaları ve kulluk etmeleri gerekirken, nankörlük yaparak tercihlerini inanmama ve kulluk etmeme yönünde yapan nankörleri cezalandırması adaletin kendisidir. Kur’an’daki bütün emir ve yasaklar bu şekildedir. İnsanların bir kısmının bu isteğe uyduğunu, bir kısmının ise uymadığını biliyoruz. Onun için kulların irade ve isteklerini, hidayet ve dalaletini Allah’ın meşîetine/dilemesine bağlayıp onu inanmamanın veya kötülüklerin sebebi ve kaynağı olarak görmek ve göstermek “Allah isteseydi ne biz ne babalarımız Allaha ortak koşmaz ve bir şeyi haram kılmazdık”(Enam 6/148; yine Nahl 16/35) diyen müşriklerin tavrı olup Allaha haksızlıktan başka bir şey olmaz.
Kur’an’da kullanım yerlerine baktığımızda yeşâu fiillerinin şu şekillerde kullanıldığını görüyoruz.
Öznenin yalnız Allah olduğu kullanımlar:
Belirtilen işleri özne olarak Allahtan başka kimsenin yapması mümkün olmayan yerlerdeki kullanışlar. Hidayetin ve dalaletin, mülkün, izzet ve zilletin, hayır ve şerrin, bağışlama ve cezalandırmanın vd. şeyleri Yüce Allah’ın yapması gibi. Bu ayetlerde belirtilen işleri özne olarak ancak Allah kendisi yapabilmektedir. Mesela: “Allah, kâfir topluluğu hidayete erdirmez” (Bakara/264; Maide/67; Tevbe/37; Nahl/107, Mü’min/74, vd), “Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez” (Bakara/258; Ali İmran/86; En’âm/144; Tevbe/19, 109; Ra’d/31; Ahkâf/10; Sa1/7; Cuma/5 vd), “Allah, fasık topluluğu hidayete erdirmez” (Maide/108; Tevbe/24, 80; Sa1/5; Münafikun/6 vd), “Kullarımızdan dilediğimiz kişileri onunla hidayete getiririz…”(Şûra/52) ve “Onunla çoklarını hidayete getirir, çoklarını da saptırır, ama onunla ancak fasıkları saptırır”(Bakara/26), “Allah, rahmetini/vahyini dilediği kişilere verir” (Bakara/105), “Bu, senin ancak yaptığın bir sınamadır, onunla dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verirsin…” (A’râf/155), “Deki, ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin, hayır senin elindedir, sen her şeye kadirsin” (Ali İmran/26-27).
Burada hedâ-yehdi-edalle-yudillu, etâ-ye’tî, eazze-yuizzu, a’ta yu’tî, vd fiillerinin mazi ve muzari kipleriyle kullanıldığı yerlerde öznenin Allahtan başkasının olması mümkün değildir. Onun için bu ayetlerdeki “yeşâu” fiilleri için başka bir özne aranmaz. Bu konuda bir tartışma da yoktur. 1
 b–Bazıları literal veya cebriyeci düşünerek kulların tercihi olsun veya olmasın hidayeti ve dalaleti doğrudan Allah’ın istediği kişilere verdiği, anlamında olduğunu söyleyerek yeşau fiillerini cebriyeci bir anlayışla okumuştur. Oysa Yüce Allah’a ve kullara haksızlık olan bu anlayışı onaylamak mümkün değildir. Nitekim bu anlayışın kaynağının İslam değil, mesela Hıristiyanlığın olduğunu görüyoruz: “Aziz Pavlus ile birlikte Tanrı anlayışında geleneksel egemen ve mutlak kadîr tanrı anlayışına dönülmüştür. Bu Tanrı, dışarıdan ve tepeden insanların ve toplumların hayatını yönetiyordu. Ve bunu Yahudi şeriatına göre değil, Hıristiyanî ‘inayet’ ile yapıyordu. Bu ise, insanın sorumluluğunu ortadan kaldıran aynı dışarıdanlık niteliği taşıyordu. “Çünkü iman yolu ile inayetle kurtuldunuz ve bu sizden değil, Allah’ın atiyyesi/vergisidir”(Efesoslulara, 2/8)”. 2
c- Bazı ayetlerde ise “yeşâu” fiillerinin öznesinin aynı anda hem Allah hem kul olabildiği söylenir. Bundan dolayı ayetlerin “kulların tercih etmesi ve Allah’ın vermesi” anlamında olduğu, yani istemenin kuldan, vermenin de Allah’tan olduğu, kulun istemesi yeterli olmayıp Allahın da vermek istemesi gerektiği, Allah vermek istemezse kulun istemesinin bir şey ifade etmeyeceği belirtilerek ayetlerin aynı anda iki özneyi görecek şekilde anlaşılabileceği söylenir. Mesela “yudillu men yeşâu ve yehdî men yeşâu” (mesela, İbrahim/4; Nahl/93; Fatır/8; Müddessir/31 vd), “yağfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâu” (mesela, Bakara/184; Ali İmran/129; Maide/18, 40; Feth/14) gibi iki şıklı, “yehdî men yeşâu” (mesela, Bakara/142, 213, 272; En’âm/88; Yunus/ 25; Nur/35, 46; Kasas/56; Zümer/23; Şura/13), “yağfiru… limen yeşâu” (Nisâ/48), “yudillu men yeşâu” (mesela, Ra’d/27), “yetûbu alâ men yeşâu” (Tevbe/15), “yüzekki men yeşâu” (Nisâ/49) gibi.
Şüphesiz kul ne ister ve ne yaparsa yapsın istediğinin gerçekleşmesi elbette Allahın dilemesine ve karar vermesine bağlıdır. Ancak kulun iman ve küfür, hidayet ve dalalet, tevbe ve bağışlanma, mutluluk ve bedbahtlık, bolluk ve darlık, kâr ve zarar gibi kul istediği halde Yüce Allah’ın karşılamadığı yahut adaletsiz ve kuralsız keyfi davrandığı yoktur. Çünkü Allah kullara asla haksızlık yapmamakta (Nisa 4/40; Yunus 10/44; Kehf 18/49 vd), onların isteklerine cevap vermektedir. Özellikle iman ve inkar gibi konularda, tevbe ve istiğfar konularında Yüce Allah’ın kulun isteğinin
önünde kapıları kapatması ve hak ettiği halde vermemesi söz konusu değildir. Aksi halde sorumluluk kulun değil, Yüce Allaha olur.
“De ki Allah, dileyeni saptırır, kendisine yönelene ise hidayet verir” Rad 13/27). “Tağuta tapmaktan kaçınan ve Allaha yönelenler için müjde vardır” Zümer 39/17) gibi ayetlerde bunu açıkça görüyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki bu tür ayetlerdeki ‘yeşâu’ fiillerini aynı anda iki özneyi görebilecek şekilde anlamak, ilk yüzyıllarda alevlenen ve baskıcı kader anlayışına karşı çıkarak insanın kendi irade ve fiillerinde bağımsız özne olduğunu söyleyen Mutezile’ye cevap veren Ehli Sünnet’in, Yüce Allah’ın yaratıcılığını, her şeyi onun verdiğini ve her şeyin onun iradesiyle olduğunu vurgulamak adına yaptığı orta yolcu yahut uzlaşmacı bir açıklama olup “yeşâu” fiillerini iki özneyi görecek şekilde okumasından kaynaklanıyor olmalıdır. Onun için bu tür ayetlerdeki ‘yeşâu’ fiillerinin öznesi hem Allah hem insan olması makul olmayıp özne ya Allahtır ya da insandır.
Diğer taraftan, Yüce Allah’ın yaratıcılığını ve her şeyi onun verdiğini vurgulamak için yeşâu fiillerinin öznesinin hem Allah hem insan olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü Allah’a iman eden herkes her şeyi Allah’ın verdiğini, yarattığını, onun elinde olduğunu ve iradesi dışında hiçbir şeyin olamayacağını zaten kabul etmiş demektir. Ama kader konusunda gördüğümüz gibi, bu tür konular fırkalar ve mezhepler arasında akıl ve muhakeme konusu olmaktan çok, polemikler arenası olunca her fırka ayetleri kendi anlayışı doğrultusunda yönlendirip anlamaktadır. Ehl-i Sünnet de kendince orta yolu izleyerek bir fiilin öznesinin aynı anda hem insan hem Allah olduğunu söyleyerek uzlaştırma yoluna gitmektedir.
d-Bazıları ise “yeşau” fiillerinde Allahın hep kendisini özne olarak ortaya koymasının Kur’an’ın Allah merkezli bir dil kullanmasından ve Yüce Allahın mutlak otoritesini vurgulamasından
kaynaklandığını belirtir. Şüphesiz bu da sağlıklı ve makul değerlendirme olabilir.
“Allah, dilediğini dalalette bırakır, dilediğini hidayete ulaştırır, mealindeki ayetleri Kur’an’ın Allah merkezli dil yapısına göre anlayıp yorumlamak gerekir. Kaldı ki Allah hidayet ve dalaletin hangi şartlarda gerçekleştiğini tekrar tekrar anlatmıştır. Ayrıca gerek iman gerek inkâr fiillerinin faili/öznesi bütün ayetlerde insan olarak zikredilmiş, dolayısıyla ilgili hitaplarda “Ey mümin kılınanlar” veya “Ey kâfir yapılanlar” değil, “Ey iman edenler” ve “Ey inkâr edenler” denilmiştir.
Allah merkezli dile gelince; Bu dilin en temel hususiyeti insanın her konuda Allah’ı hesaba katması, kendini ondan bağımsız görmemesi, yapıp ettiğini Allah’ın verdiklerinden bağımsız sırf kendi başarısı olarak değerlendirmemesi gerektiği vurgusudur. Bunun içindir ki Yüce Allah Hz. Peygamber’e, “sakın ha! İnşaallah demedikçe ben şu işi yarın yapacağım, diye söyleme” (Kehf 18/23) buyurmuştur.” 3 Bunu görmek için mesela, “Görmez misin, Allah bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip yoğunlaştırıyor, derken bir de bakıyorsun o bulutların arasından yağmur yağıyor. Yine Allah gökteki dağ gibi bulutlardan dolu yağdırıyor ve dilediğini bu dolu ile cezalandırıyor, dilediğinden de uzak tutuyor…” (Nur 24/43) ayetindeki dile bakmak yeterlidir. Bulutların aşılayıcı rüzgârla sürüklenerek dağlar gibi bir araya getirilmesi, onlardan suyun/yağmurun indirilmesi, onunla ölmüş toprağın diriltilmesi, içinden ekinlerin ve bitkilerin bitirilmesi, dağ gibi bulutlardan dolunun yağdırılması ve onunla bazılarının cezalandırılması, bazılarından ise uzak tutulması olayları koyduğu meteoroloji kanunlarına göre gerçekleşen birer tabiat olayı olmasına karşın, Yüce Allah özne olarak bunları hep doğrudan kendisinin yaptığını anlatır. (mesela bkz. A’râf 7/57; Ra’d13/13;- Hıcr 15/22; Kehf 18/45; Furkan 25/48; Neml 27/63; Rûm 30/46, 48; Fatır 35/49; Casiye45/5 vd).
Oysa biliyoruz ki evrenin işleyişini düzenleyen yasalar çerçevesinde meydana gelen bu olayların tümü onun koyduğu fizik yahut tabiat kanunları çerçevesinde meydana gelmektedir. Böyle bir dilin kullanılmasından amaç, Yüce Allah’ın her şeyin üstünde gemen olup yaratıcısının ve sahibinin kendisi olduğunu ve herkese her şeyi onun verdiğini hatırlatarak insanların inanmaları ve yalnız kendisine kulluk yapmaları gerektiğini söylemektir. Mesela, “Onunla birçoklarını saptırır (yudillu bihi kesîran), birçoklarını ise onunla hidayete erdirir (ve yehdi bihi kesîran)” (Bakara2 /26) ayetini yalın olarak okuduğumuzda Allah’ın sebepsiz saptırıyor ve hidayete erdiriyormuş gibi anlarız. Oysa ayetin devamında onunla fasıklardan başkasını saptırmadığını ve sapmalarının da Allah’a verdikleri kesin itaat sözünü tutmamaları, Allah’ın yerine getirilmesini istediği şeyleri yapmamaları, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları ve bunun nekicesinde hüsrana uğramaları sebebiyle olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla sebeplerini işleyerek sapanlar/fasıklar kendileridir. Yüce Allah, sadece durum tespiti yapmaktadır.
İnsanların hidayeti kabul veya red etmesini ve buna bağlı olarak Yüce Allah’ın onlara hidayet vermesini veya saptırmasını belirten ayetler için mesela bakınız: 2/142, 213, 272, 3/142-143, 4/175; 5/12-13, 15-16, 40-41, 6/39, 124-126, 148-149, 7/43, 146-147, 175-178, 185-186, 9/113-113, 10/7-9, 14/24-27), 16/36-37, 93, 104, 17/15, 97, 18/17, 19/76, 22/16, 54, 24/35, 46, 29/21, 35/8, 39/3, 22, 36-37, 52, 42/8, 12, 13, 19, 20, 44, 46, 62/5, 63/6, 64/11, 74/31, 54-55, 76/3, 77/10 vd.
Bütün bu işler için kullanılan “yeşâu” fiillerinin öznesini ontolojik yaratma, mutlak otoriteyi vurgulama ve yasalara bağlama dışında, özellikle insanla ilgili işlerde Allah’ın kendisini müdahaleci özne kabul ettiğimizde onu cebriyeci bir anlayışla anlamaktan kurtulmak mümkün değildir. Çünkü kulun irade ve tercihini dikkate almadan kendisinin üstün iradesiyle dilediğine hidayet vererek ödüllendirmesi, dilediğine de dalalet vererek cezalandırması cebriyecilik olup haksızlıktan başka bir şey olmaz. Oysa “Allah zerre kadar haksızlık yapmaz”(Nisa 4/40), “Şüphesiz Allah insanlara hiçbir hasızlık yapmaz, fakat insanlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar”(Yunus 10/44); “Rabbin hiçbir kimseye haksızlık yapmaz”(18 Kehf/49); “Allah kullara-alemlere asla haksızlık istemez”(Âli İmran 3/108; Mümin 40/31)
Bu bakımdan hidayet ve dalaletin verilmesinden söz eden ve üçüncü tekil şahıs (o) kipinde “yeşâu” fiillerinin bulunduğu ayetleri “Allah hidayeti dileyen/tercih eden kişiye, dalaleti de dileyen/tercih eden kişiye verir” şeklinde anlayıp açıklamak ve tercüme etmek gerekir. Değilse, işin gerçeğinin öyle olmadığını anlatan ayetlerden bağımsız olarak bu ayetler okunup anlaşıldığında insanın özgür iradesi ve tercih hakkı ile Yüce Allah’ın cebriyeciliği çatışması ortaya çıkmakta ve özellikle Kur’an’ın inanç sistemini ve anlatım dilini henüz kavramamış olan okuyucuların kafası karışmakta, bunun önüne geçmek için de ayrıca insan iradesinin devredışı bırakılmadığı açıklamasını yapma gereği doğmaktadır.
Nitekim cebriyeci düşünüp bu fiillerin öznesini doğrudan Yüce Allah olarak görenler ve o şekilde anlayıp çevirenler de, son tahlilde kullar bunu tercih ettikleri veya bunu gerektirecek inanç ve eylemlerle hak ettikleri için Allah’ın onlara bunu verdiği ve yarattığı açıklamasını yaparak Allah’ı haksızlık yapmaktan tenzih ederken, kulları dolaylı olarak özne yapmaktadırlar. Aksi halde-hâşa-Allah keyfî olarak davranmış ve kullardan istediğini saptırırken, istediğini ise hidayete erdirmiş, böylece haksız bir uygulama ve ayırımcılık yapmakla suçlamış olurlar. Sonuç olarak karışıklığa meydan vermemek için bu tür ayetlerdeki ‘yeşau’ fiillerini kullar özne olacak şekilde anlayıp çevirmek gerekir. Bunu mesela aşağıdaki ayetlerdeki kişilerin seslendirmesinde açıkça görüyoruz.
“Rabbimiz! Bunlar bizi saptırdılar. Onların ateş azabını kakt kat ver” (A’râf 7/38), “Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar bizi saptırdılar” (Ahzab 33/67), “Onları ve Allah dışında taptıklarını topladığı gün Allah taptıkları kişilere “Bunları siz mi saptırdınız, yoksa onlar mı yoldan çıktılar?” diye soracak, onlar da “Sen bunlara ve atalarına dünya hayatında onca nimet verdin, fakat onlar şükredecekleri yerde şımarıp azarak senin ayetlerini inkâr ettiler, böylece helak olup gittiler” diyeceklerdir” (Furkan 25/17-18), “Zalim öfke ve pişmanlıktan parmaklarını ısıracağı gün “Keşke peygamberin yolundan gitseydim, yazıklar olsun bana, keşke falan kişiyi dost edinmeseydim, Kur’an bana ulaştığı halde beni o kişi saptırdı” diyecektir. Şeytan insanı işte böyle yüzüstü bırakır” (Furkan 25/27-29).
Gördüğümüz gibi çok sayıda ayet, dalalete düşenlerin Allah’ın değil, şunun bunun yönlendirmesiyle kendi tercihleri ve kararları sonucu sapıttıklarını kabul ve itiraf ettiklerini söylemektedir. Dolayısıyla hidayet ve dalalet vermeyi, vahiyle bunu bildirmesi ve kabul edenleri ve etmeyenleri belirtmesi dışında, doğrudan Yüce Allah’a mal etmek ayetlerin söyledikleriyle, ceza ve mükâfatın kulların tercihi ve işlemesi sonucu olmasıyla uyuşmamaktadır.
1- Özne olarak hedâ-yehdi, edalle-yudillu fiil kipleriyle hidayeti ve dalaleti Yüce Allah’ın verdiğini
görmek için mesela şu ayetlere de bakılabilir: Bakara/26; Ali İmran/86; Nisâ/88,
143; En’âm/39; A’râf/57, 187; Rad/33; Zümer/23, 36; İbrahim/27; Nahl/9, 37; İsra/97, Hac/16; Mü’min/33, 34; Şura/44, 46 vd.
2- Roger Garaudy, İsrail Mitler Ve Terör, 54, çeviri, Cemal Aydın, Pınar yayınlar İıs, tanbul 2003, 6.basım
3- Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, 76 İnsan/30. ayetle ilgili 575. not.