Kıyamet, Zulüm Ve Kader

Mustafa Demir

VAN 9.02.2013 13:45:14 0
Kıyamet, Zulüm Ve Kader
Tarih: 01.01.0001 00:00

Kıyam; ayaklanma, harekete geçme, diklenme, ayakta durma, kıyamet ise; bu ayaklanma ve hareketin doruk noktasında bir iş, bir oluş, yani sonuçtur. Bütün kıyam olaylarının sonunda eskiye ait bozulmuş ne varsa,  onların ıslahı(düzeltilmesi); buna imkân yoksa hepsinin yok edilip yerine yenisinin ve daha doğru olanın konulması vardır. İnsanlık tarihinin başından beri bütün Resul ve Nebilerin Allah’ın kedilerine verdiği vahiyle yapmaya çalıştıkları budur. Yeryüzündeki fesadın(bozulmanın) ıslahı(düzeltilmesi) Resul ve Nebiler ile onların dönemlerindeki insanlarla sınırlı değildir. Nitekim bilindiği gibi, Resul ve Nebilik ile Vahyin gelişi, Hz. Muhammed(s) ile sona ermiştir. Ama evrenin varlığı, insanların hayatı devam ediyor. O halde fesat ve ıslahın da devam ediyor olması gerekir, öyle de oluyor…

Bireysel ve toplumsal olarak insanların düzeni ile evrendeki diğer varlıkların düzeni arasında bir paralellik var mı? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: insan kendi düzenini kendisi kurar, ama evrendeki doğal yapının kurulmasında bir işlevi olmamıştır.  Bu düzenlerin ikisi de sürekli devinim halinde olduklarına göre akıp gitmekte olan yolculuklarında bir paralellik olabilir mi? Bu soruyu şundan soruyorum: Kur’an’daki birçok sure evrendeki bazı varlıklara dikkat çekerek başlıyor ve evrenin düzeninde bir aksaklığın olmadığını/olamayacağını söylüyor. Bu bağlamda güneş, ay, yıldızlar ve evrende işleyen bazı yasalardan;

-yağmurun yağması, baharda bitkilerin yeniden çıkması, suyun kaldırma kuvveti ile gemilerin yürümesi gibi- örnekler veriyor. Bunların hepsi insanların güçlerini aşan yasalara bağlı düzenler ve gerçekten de hiçbir aksama olmadan işliyor. Yani onlarda bir bozulma yok. O halde, insanların düzeni ile evrendeki diğer varlıklardan insanın gücünün yetmedikleri arasında bir paralellik yok, ama olması gerekir, diyebilir miyiz?

“Dünya başıma yıkıldı.”, “Gözümde dünya dönmeye başladı”, “Gözüm öyle kamaştı ki, her şey birbirine karıştı.”, “Yer yerinden oynadı.”, “Feleğim şaştı.” sözleri, kıyametin zamanını soran kişiye Kur’an’da verilen cevaba ne kadar da benziyor. “ ‘Kıyamet günü ne zaman?’ diye sorar. Ama göz kamaştığı, ay tutulduğu,  güneş ve ay toplandığı zaman, o gün insan, ‘kaçacak yer neresi?’ der. Hayır! Sığınacak yer yok. O gün varılıp, durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur.” (Kıyamet 75/6-12). Oysa o insanoğlu kıyameti ne gördü, ne de yaşadı! Belli ki, bir benzetme yapıyor. Yukarıdaki sözler genellikle ölüme çok yaklaşıp ölmeyenlerden işitilir. Gündelik hayatta bunu tecrübe etmek mümkündür. Bu benzetmelerin insanların dilinde yer almasında Kur’an veya önceki Kitaplarda bulunan ayetlerin etkisi olmuş olabilir. Bu anlamda ana rahmine düşmek, doğmak ve ölmek de evrende kesintisiz işleyen yasadır. Ölüm anı, her insanın kaç yıl yaşadığına bakılmaksızın kendi doruğu, zirvesidir. Ana rahmine düşmekle başlayan çıkış, biyolojik olarak ölümle doruk noktasına, zirveye ulaşmış olur. Bu noktada insan ister istemez Nasrettin Hocanın sözünü/tezini hatırlıyor.

İnsan sadece biyolojik bir organizma değildir. Biyolojik organizma olarak canlılığını sürdürmesinde işleyen mekanizma evrendeki diğer canlıların bağlı olduğu yasalarla/düzenle paralellik gösterebilir. Fakat onun varlığının nedeni bundan ibaret değildir. Onun, diğer varlıklardan farklı olarak sahip olduğu akıl, şuur/bilinç, zihin, kalp, gönül gibi nimetlerden dolayı sorumlulukları vardır. Bu nedenle insan, Yüce Yaratıcısından kendisine verilen bu değerli ve başka varlıklarda bulunmayan nimetler ile evrendeki diğer varlıklar üzerinde sahip olduğu tasarruf yetkisinin bilincinde olmak borcundadır. Evet, bu onun bir borcu yani dinidir. Tam da bu noktada sorumlu varlık olan insan için,  onun rabbi olan Allah algısı ve bilinci gündeme gelir. İşte esas kıyam ve kıyamet bu noktada olmalı; Allah’a karşı sorumluluk bilinci noktasında dorukta, zirvede olmak… Başka bir anlatımla; insanın zihinsel kıyamı/düşünme eylemi, doğru bir Allah algısı noktasında en kıvamlı noktaya ulaşmalıdır.

Kâinatta/evrendeki denge zirvededir, insanın yaratılışının ‘ahseni takvim’ olması gibi, ikisinin de bir çivisi çıkarsa dengesi bozulur, mizanı kayar; boşlukta bir yer işgal etseler bile bir anlam ifade etmezler. Zulmün egemenliği altında inleyen insanlık ve bu insanların sırtındaki zalimlerin bozduğu, delik deşik edip cevherini yağmaladığı çevresiyle gözü yaşlı arz ve sema… Mevcut manzara; çoğu aç, azı tok insanlık âlemi! Daha açık bir ifade ile bu bir nevi kâinat sisteminin bozulması ve içindekiler ile birlikte silinmesidir. Yani kıyamet madalyonunun kara yüzü… Bu ise dehşet verici bir olaydır. Kur’an’daki aynı adlı Kıyamet suresi, İşte bu büyük olaya dikkat çeker ve bu korkunç vakıanın müsebbiplerinden bahseder. Şüphesiz ki her kıyamet olayının baş aktörü insandır. İnsanlık ise iki çeşit kıyamdadır. Birincisi kendilerinin ve içinde bulundukları evrenin yaratıcısını bilmek, O’nu gereği gibi tanıyıp O’nun koyduğu evrene ahenk veren yasaları öğrenerek bu yasalara uygun hareket etmektir. Bunların kıyamları bozmak için değil, düzeltmek, yok edip ortadan kaldırmak için değil, bizatihi onun(evrenin) değişmez yasalarına(sünnetine)uyum sağlayarak varlığını sürdürmek içindir. Bunların başında Resuller ve onların Rablerinden getirdiği mesajlara kesinlikle itaat eden gerçek müminler gelmektedir. İnananların kıyamları bozgunculara/ifsat edicilere karşıdır. Bunun yolu ise Allah resullerinin örnekliğidir.

Bu anlamda bütün zamanlarda inananlara düşen görev; resullerin kendilerine getirdiklerine sımsıkı yapışarak hak ve adalet, eşitlik ve özgürlük, huzur ve güven için kıyam etmektir. İnananlar inandıklarını eyleme dönüştürdükleri zaman, bozguncuların çabaları akamete uğrayacak, kendi eylemleri ise verimli bir sonuca ulaşacak, inşallah… İnananların kıyamlarının kıyameti, bozulmuş, yok olmuş bir cehennem değil, daha imarlı, daha güzel bir cennet/bahçe-yaşanabilir dünya- olacaktır. Diğer bir söyleyişle bu değerli kıyamın kıyameti/sonucu kurtuluştur. Aklını kullanan insan mutlu bir kıyamete kavuşmak için kıyam etmez mi?

Fasık ve fesatçılar, fettan ve facirler; zalim ve yalancılar, müşrik ve münafıklar, kâfir ve şakiler bunların topuna birden arzda fesat çıkaran bozguncular deyip onların kıyamına gelince; kıyamları sonunda vardıkları sonuç(onların kıyametleri) her şeyi yakan, yok eden bir ateş çukuru, cehennemdir. Bunlar Yaratıcıyı tanımayıp, kendilerini başıboş/sorumsuz görüp, mülkü de kendilerinin zannederek bozgunculuk ederler. Evrenin ahengini sağlayan yasaları çiğneyerek, onu kendi istek ve arzularına göre değiştirmeye kalkışırlar. Bunları yaparken, devamlı suç işleyerek geleceklerini berbat ederler. İnkârdaki kıyamları kendilerine haber verildiği ve eylemlerinin neticesinde kıyameti koparacakları söylendiğinde, “Kıyamet günü de ne zaman? Bizler yeryüzünde düzelticileriz, insanların iyiliği için çalışıyoruz.” Derler. İşte bunlar Allah’ın sınırlarını aşanlardır… Günümüzdeki en belirgin örnekleri ise abdestsizi ve abdestlisi ile kapitalistlerdir. Bunlar kaynak avcılıklarıyla yer ve gökyüzünü delik deşik edip dünyanın sağlıklı ahengini bozdular; bütün insanlığa ait nimetlerin çoğunu gasp edip bıraktıkları kırıntılarla insanların büyük bir kısmını açlığa mahkûm ettiler. İnsanlığın yaşam standardını yükselttiklerini, sosyal refah getirdiklerini savunan bu azgın ve azman oburlar sınıfı, insanların anlam, sevgi, acıma, gönül, heyecan ve duygu sistemlerini, yani manevi dünyalarını da tahrip ederek onları kuru bir biyolojik mekanizmaya dönüştürdüler. Kapitalistlerin düzelttiklerini iddia ettikleri, kendi ego ve arzularının tatmininden başka bir şey değildir. Ötekileştirdiklerine zulüm… Bunlar insanlarda ne ana dili bırakırlar, ne kimlik; zulümleriyle hem nesli hem kültürü yok ederler, firavunlar misali…

Zalimin zulmü, ancak Müslüman’ın kıyamı ile geriletilip engellenebilir. Elbette bu öyle kolay bir şey değildir. Çünkü zalim mazlumu biliyor, onu tanıyor ve onu boyuna eziyor, iliklerine kadar sömürüyor. Fakat ne yazık ki mazlum zalimi ve zulmü çok iyi bilip tanımıyor. Başka bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: çok çeşitli zulüm ve zalimler var, bunlardan en belirgin olanlarından biri şudur: güçlünün/egemenin güçsüzü haklarından mahrum bırakması ile bunu kendisi için bir hak görmesi ve güçsüzüm diyenin de bunu/durumunu kendi kaderi zannetmesidir… Bu, Adil olan Allah(c.c)’ın takdiri olamaz. Bu, ancak sultan sofralarının kalıntılarından ya da tam tersine semiz gıdaların sultanlara layık görüleninden beslenen, manda irisi boğalara benzer boynu kalınların fetvası olabilir.

Bugünlerde insanlığın baş belası kapitalizmi şöyle tarif ediyorum: Kapitalizm, Suudi Arabistan ayarında bir ülkede bulunan sadece bir markaya ait motorlu araçlara ödenen para, marka sahibi ülke nüfusundaki ya da ona yakın bir Afrika ülkesinin karnını doyurabilir, olması gerçeğidir.  Örneğin 30 milyon nüfuslu Sudan geçim sıkıntısı ve açlıkla boğuşan bir ülke, Güney Kore ise 50 milyon nüfuslu ve Hyundai marka motorlu araçlarının sahibidir(hangi şirketin olduğu önemli değil). Bu iki ülkenin(S. Arabistan-Güney Kore) bu marka üzerinden yaptıkları alış-veriş hacmi kapitalizm tanımıma uygun düşüyor. Bunu somut olarak görebiliyorum… Bununla birlikte birileri abarttığımı söyleyebilir; söylesin! Bu, hiçbir zaman ayda 740TL maaşa mahkûm edilen bir aile ile o maaşı alanın bu parayı ona reva gören patronunun aylık masrafı arasındaki gerçek fark kadar abartılı olamaz…

Allah’ın aynı et, kemik, sinir, kan ve diğer organlardan yarattığı insanlardan bir kısmının, ötekileştirdikleri diğer kısımdan daha fazla beslenme haklarının bulunduğunun açıklaması “kader” ve “Tanrı taksimi” ifadesi ile yapılamaz… Buna en güzel örnek, yaşlı Kızılderili Reisinin dövüştürdüğü köpeklerle ilgili torununun sorusuna karşı sorduğu soru ve verdiği cevaptır… Birbirini yenme ve yeme dünyasında(kapitalizmin egemenliği) “Hangisi yener?” sorusunun, “Hangisini iyi beslersem!” cevabı, çok anlamlıdır, değil mi?