KAVİM-KAVMİYET ve ASABİYET

ANLATILMAK İSTENEN NEDİR ACABA?

VAN 18.10.2014 10:17:30 0
KAVİM-KAVMİYET ve ASABİYET
Tarih: 01.01.0001 00:00
 “Bir kavme (topluma) olan hubbu (sevgi)nuz size haddi aşırtmasın” (Maide/8) ayetine birazcık açıklayıcılık getirildiğinde “Bir topluma duyduğunuz öfke (veya sevgi) size haddi aşırmasın” şeklinde anlaşılmasıyla anlam bütünlenmektedir. Zira buğz (öfke, kızgınlık) duygudur, sevgi de duygudur. Her ikisi de aklı perdeleyen, duruluğuna gölge düşüren şeylerdir. Bu sebeple ne olumlu gibi görünen duygu yani sevgi, ne de olumsuz görünen buğz (öfke) sizi adaletten şaşırtmasın, yani Allah’ın koyduğu hadleri (sınırları) aşmanıza vesile olmasın buyrulmaktadır.   Kavm, insan topluluğu anlamında kullanılmıştır. Bu topluluk hemen söylemek gerekirse örnek bir işporta malının başında toplanıveren, toplanmasına pek geçici bir süre devam eden topluluk değil, toplum anlamındadır. Yani bir coğrafyada oturan orayı vatan edinen, orada yaşayan insanların topluluğuna kavm denilmektedir.

Tarihi süreç içinde bu topluluk başından beri yaşadığı birliktelikleri artırır, oluşturur, bu oluşuma katılmayanlar bu toplumu terk edip başka toplum içinde uyum sağlayacağı başka toplumlar bulur ve öncekini terk eder. Kalanlar arasında tabanda bir anlaşma, bir uyuşma söz konusudur. Zaten bu olmasa bu insanlar aynı toplumu teşkil edemezlerdi. Bir arada yaşayan insanların öncelikle birbirleriyle kan hısımı, akrabası oldukları düşünülmelidir. Giderek, yani bir arada yaşamanın getirdiği ilişkilerin sonucu aralarında kan birlikteliği bulunmayanlar arasında da evlenmeler yoluyla bu hısımlık kurulur ve giderek bir arada yaşayan insanlar, bu insanların meydana getirdiği toplumlar (kavimler) aralarında kan hısımlığının da arttığı topluluklar haline gelirler.

Müştereken yaşadıkları hayat bir arada yaşayanların müştereklerini çoğaltır, artırır ve giderek eşyaya bakışlarında da bir birliktelik meydana gelir veya bulunan birliktelik artar, bir konsensus oluşur. İşte bu anlayış birliği, bu toplumun devamını sağlayan ana faktördür. İnsanları daha az bir arada tutan bir takım birliktelikler de vardır. Bunlar kısa ömürlüdürler ve bu insanları bir arada tutmakta uzun vadeli işlev göremezler. Çıkar birlikteliği gibi her zaman dalgalı bir seyir takib eden birliktelik nedenleri uzun vadeli tutkal görevi göremezler. Salt bir ırktan olmak da insanları ilelebed bir arada tutamamıştır. Kan hısımlığı, akrabalık, aynı coğrafyada yaşıyor olmak da böyledir. Aynı olayları yaşamış, aynı maceraları yaşamış olmak da uzun süreli birlikteliklerin nedeni olamamıştır. İnsanları bir arada uzun, en uzun süre bulunduran dünya görüşü birlikteliğidir.

Kur’an’da içlerine peygamber gönderilen topluluklar için de kavim deyimi kullanılmıştır. Dünya nüfusunun pek daha az bulunduğu o asırlarda belki içlerinden, kendilerine peygamberler gönderilen toplum (kavim)ler ezici bir çoğunluğu aynı ırktan olan kavimlerdi. Lakin peygamberler bir ırka gönderilmeyip, insanlara gönderildiklerinden belli bir ırkla başlayan mesaj (çağrı) giderek başka ırktan insanları da kapsamına almış ve ırk, coğrafya, müşterek tarih, menfaat ve ilaahir başka faktörlerin tümüne baskın bir yeni faktör; dünya görüşü birlikteliği faktörünü öne çıkarmıştır. Bugünkü dünya dahi aynı ölçülerin hâkim bulunduğu bir dünyadır.
Dünya nüfusu arttıkça, coğrafya da genişlemediğinden artan nüfus başka coğrafyalara taşınmış, başka coğrafyaları vatan edinmiş ve bu yeni topraklarda az da olsa bulunan başka kavimlerle akrabalık bir yayılma sonucu gelişmiş ve yayılmıştır. Daha sonra yine muhtelif sebeplerle insanlar yer değiştirmişler, yeni vatanlar edinmişlerdir. Ulaşımın gelişmesi bu gezginciliği başlangıçta iş, geçim, gezip görme gibi nedenlerle başlatmışsa da giderek bu yol ile de insanlar yeni topraklan kendilerine vatan edinmişlerdir. İnsanlar için yaşayabilecekleri, vatan edinecekleri yeni topraklar mutlaka ve en başta inançları ve değerleriyle birlikte yaşayabilecekleri topraklar olmuştur.

Bu sebeple vatan değiştirmeler, başta gelen faktörü teşkil etmiştir. Kitlesel hicretlerin ana sebebi inanç ve inanca göre yaşama olmuştur. Her ne kadar daha kolay olduğu için daha yakınlara gitme daha çok olmuşsa da insanların içinde yaşadıkları toplumları terk etmeleri zor olmasına rağmen yine de eski vatanlarını terk etme zorunluluğu, daha az zor şartların bulunduğu yerlere göçmeyi zorunlu kılmış ve bu yüzden insanlar doğup büyüdükleri yerleri terk etmek durumunda kalmışlardır. Kur’an’da 384 kere türevleriyle birlikte kullanılan kavm kelimesi bütün kullanıldığı yerlerde ‘toplum’ anlamın da kullanılmıştır. Bu sebeple de biz kavm kelimesini toplum karşılığı olarak alıyoruz. Mücerret bir toplum anlamına geldiği gibi özellikleri bulunan, belirginleşmiş özelliklere sahip toplumlar için dahi, örneğin İbrahim(a.s.)’ın toplumu için dahi aynı tabir kullanılmıştır.

Ki İbrahim’in toplumu birinci olarak içine gönderildiği toplum, ikinci olarak da Ona inananların meydana getirdiği toplum olarak daha dar kapsamlı fakat özellikle kalabalık anlamındadır. İnsanların bir kavme mensubiyetleri, ilk olarak belirli bir soydan gelme ile başlayan daha dar anlamdaki kavme mensubiyetleri kendilerinin kendileri için seçimlerinin sonucu değildir. Belki Allah’ın kendileri için seçimlerinin tezahürüdür. Bu sebeple mensubu bulunmaya zorunlu oldukları kavmiyetleri insanlar için kendi seçimlerinin sonucu bulunmadığından yalnız bununla ne öğünmeleri nede yerinmelerinin hiçbir geçerli gerekçesi olamaz. Zira bu seçim kendilerine ait değildir. Ama mecburi olarak bir kavme mensup bulunan insanların bir kısmı da olsa şayet bu kavme mensubiyetçilik (kavimcilik) yaparlarsa, bu seçim kendileri için kendilerinin seçimidir ve bu seçimlerinin sonucundan sorumlu olur ve hesaba çekilirler. Filan veya falan ana dili de insanın kendisinin, kendisi için yaptığı seçimin sonucu değildir.

Bu sebeple insan için kendisinin dışında yapılmış bu türden seçimlerin sonucundan insan elbette ki sorumlu tutulamaz ve sorumlu da değildir. Lakin kesin olarak bilinmelidir ki insanın sorumluluğu, kendi seçimlerine dayanmaktadır. Bu itibarla filan veya falan kavimden bulunmak sorumluluk getirmez iken, filan veya falan kavimin kavmiyetçiliğini yapmak insanın kendisi için kendisinin seçimi sonucu olduğundan mutlak sorumluluk getirir. İnsan seçimlerinin sonucu (ürünü) bulunduğu göz önünde bulundurulmalıdır. “Bir kavme (topluma) olan hubbu (sevgi)nuz size haddi aşırtmasın” (Maide/8) ayetine birazcık açıklayıcılık getirildiğinde “Bir topluma duyduğunuz öfke (veya sevgi) size haddi aşırmasın” şeklinde anlaşılmasıyla anlam bütünlenmektedir.
Zira buğz (öfke, kızgınlık) duygudur, sevgi de duygudur. Her ikisi de aklı perdeleyen, duruluğuna gölge düşüren şeylerdir. Bu sebeple ne olumlu gibi görünen duygu yani sevgi, ne de olumsuz görünen buğz (öfke) sizi adaletten şaşırtmasın, yani Allah’ın koyduğu hadleri (sınırları) aşmanıza vesile olmasın buyrulmaktadır. Bildiğiniz gibi Asab; lügatte sinirler, damarlar anlamında kullanılmaktadır. Asabe ise İslâm miras hukukunun kavramlaştırdığı baba tarafından (sulb itibariyle) akraba (yakın) olanlar manasında kullanılagelmiştir. Ki bu türden yakınlıkları da insanın kendisi seçememekte belki Allah insan için seçmektedir.
Lakin Asabiyet olarak anılan ve kavramlaşan kelime manası itibariyle yalnızca sulbünü esas alıp, başka bir şeye itibar etmeden sulbüyle övünmek manasında olduğundan İslâmca menedilmiş, Müslüman’ım diyenlerin uzaklaşması gereken şeylerden sayılmıştır. Asabiyet, yalnızca filan sulbden gelmenin üstün tutulmaya esas alındığı şey olması bakımından birinci olarak Allah’ın insan için seçtiği, insanın kendisi için seçmediği şey olmasından, ikinci olarak da yalnız başına bir değer ifade etmemesinden kaynaklanan bir kavram olmasından ötürü. İslâm bu kavramı dışlamış, itibar etmemiştir. Bu sebeple bir sulbden gelmiş olma insan için ne övgü, ne de üzüntü vesilesi olmalıdır.

Zira kendisini içinde bulduğu bir vakıa olup, seçimi sonucu değildir. Bir kavim ne kadar uzun süre de olsa mensublarından sadır olan marufların çokluğu ve uzun süreliliği bakımından birikimli de olsa, bu birikime aykırı düşen mezkur kavme mensup insan için yol göstericilik bakımından belki yararlı bir avantaj gibidir ama, kesin olarak bu hal kişiyi kurtarıcı değildir. Zira bir insanın soyu, sopu ne kadar maruf ile meşhur olurlarsa olsunlar, yine de kişi kendisi için, kendisinden sadır olma marufları bulunmadığı sürece, kimsenin yaptığı kimseye yazılmayacağından bir anlam ifade etmez ve kişiyi kurtarıcı olamaz.

Bu halinin Kur’an’ın bir diğer ifadesi ile şefaati (yardımı)nı göremez. Zira herkes için yalnızca yaptığı vardır; iyi veya kötü olarak ne yapmışsa, zerresi zail olmadan yaptıkları karşısına çıkarılacaktır hesap gününde (99/7-8). Etrafımıza baktığımızda, tarihin getirip önümüze yığdıklarında ne ile karşılaşır isek karşılaşalım bunları İslâm eleği ile elediğimiz vakit bizde kalması, yaşatılması gerekenler eleğin üzerinde kalacak, diğerleri ise eleğin altına düşecektir. Biz, eleğin üstünde kalanlarla değer kazanabileceğimize göre, eleğin altındakilerin bizdeki kirliliklerinden de arınmaya özen göstermeliyiz. Kimse mensub olduğu kavimden dolayı övünmemelidir.
Kimse de mücerret yerinmemelidir; kavmi yerinecek işlerin sabıkalısı olsa da yerinmesine yer yoktur kişinin kavminden ötürü. Keza kişi için övünülecek veya yerinilecek şey yalnızca kendi seçiminin sonucudur. Kendinin ter dökerek kazandıkları ile kendine güveni gelir insanın. Kendi gayretlerinin ürünleri insan için değer arz ederler. Evet bir kavme mensubiyet ne utanç vesilesi olabilir, ne de iftihar vesilesi. Zira söz konusu insanın kendisidir. İnsanlar kavimler halinde değil, ferden hesaba çekilecekleri için yapacakları insanların nazarında kavimlerinin zimmet hanesine işlenirse de Allah katında yalnızca kişinin şahsi hesabındaki zimmetine işlenir.

Kendi seçebildiği şeylerle yükselebilen veya alçalabilen insan için yapılacak şey seçimlerin en güzelini yaparak İslâmı seçmek ve İslâmla yücelip yükselmeye bakmaktır. İslâm, Allah’ın kulları için beğenip seçtiği bir dindir. Lakin kişi İslâmı seçmekle Allah’ın kendisi için uygun gördüğünü (seçtiğini) seçmiş, Uygun görmüş olacaktır. İşte bu noktadaki seçimi kişiyi aziz veya zelil yapmaktadır. Seçimi İslâm olursa aziz, olmazsa zelil olmaktadır. www.iktibasdergisi