KANDİL GECELERİ VE BİN YILLIK YANILGI

DÜŞÜNMEK İÇİN İYİ BİR YAZI?

VAN 11.04.2013 12:16:47 0
KANDİL GECELERİ VE BİN YILLIK YANILGI
Tarih: 01.01.0001 00:00
 
 
KANDİL GECELERİ VE BİN YILLIK YANILGI
 
 
Allah Azze ve Celle bize kitabında dinini kemale erdirdiğini ve kullarına verdiği nimetlerini tamamladığını haber vermiştir.
 
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım ve din olarak ta sizin için İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
 
Bu dinin nasıl yaşanması gerektiğini de, O’nun Rasulü Muhammed (s.a.v) bize apaçık biçimde Sünneti ile öğretmiştir. Öyleyse yolumuzu bize tanıtan, aklımıza, kalbimize ve tüm hayatımıza yön verip onu terbiye edecek olan Kur’an ve O’nun Rasulü (s.a.v) tarafından anlaşılıp hayata uygulaması demek olan Sünnet-i Nebeviye gibi iki rehberimiz var.
 
Allah dininizin temel kaide ve kurallarını, diğer bir deyişe hükümlerini tamamladı. Kur’an’ı tüm insanlığı sapıklıktan ve şirkin her türünden İslam’a davet olarak gönderdi. Yani Kur’an hem din, hem de şeriat kitabı olarak gönderildi.
 
Bu kitap, bize İman, İslam, Tevhid ve İhsanın ne demek olduğunu öğretti. Allah Rasulü (s.a.v.) de İbadetlerin; namaz, hac, oruç, cihad, Allah yolunda infak, mevi’ze-i hasene, (Allah’a davet) insan ilişkileri, ahlaki, edebi ve ailevi hayatımızla ilgili hükümleri beyan etti ve bunun ihlas dairesinde hayata uygulanmasının esaslarını gösterdi. Kur’an, ,hlasla amel eden kadın ve erkeklerin gerçek müminler olduklarını ve onların hiç bir işlerinde Allah ve Rasulü’nün verdiği hükmün dışında bir seçenekleri olmadığını haber verdi. Zira Allah ve Rasul’e itaat imandır. Allah ve Rasul’üne isyan ise küfürdür.
 
“Hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için Allah ve Rasul’ü bir emri dileyince onlar için herhangi bir işlerinde seçenek yoktur. Kim Allah’a ve Rasul’üne karşı gelirse, şüphesiz ki apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab:36)
 
“Kim Rasul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa:80)
 
“De ki, bu benim yolumdur. Basiretle Allah’a davet ediyorum, ben ve bana uyanlar. Allah’ı tenzih ederim ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf:108)
 
“Ey iman edenler Allah ve Rasulünden öne geçmeyiniz. Allah’tan korkunuz. Şüphesiz ki Allah çok duyucu çok bilicidir.” (Hucurat:1)
 
“De ki Allah’ı seviyorsanızbana uyunuz ki Allah da sizin günahlarınız bağışlasın. Allah gerçekten çok bağışlayandır.” (Al-i İmran:30)
 
Ayetlerinde gördüğünüz kadarıyla Allah’a ve Rasule (s.a.v) itaatın imani açıdan önemine işaret edilmekte. Amel ve itikadımızda Allah’dan ve Rasul’den (s.a.v.) geleni temel hareket noktası olarak ele almadığımız zaman imanla ilişkimiz kesilir.
 
Din tamamlanmıştır. Rasul (s.a.v.) O’nu İman ve İslam’ın rükünleri ve hükümlerinin tefsiri ve beyanı açısından bize eksik kalmayacak bir biçimde açıklamıştır.
 
“Andolsun ki, Allah onlara kendilerinden bir Rasul göndererek büyük iyilik etmiştir. Onlara O’nun ayetlerini okur, onları temizler ve onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce apaçık bir dalalet içinde idiler.” (Al-i İmran:164)
 
Ve o Rasul (s.a.v.) yalnız bize değil, tüm alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Elbette rahmet olarak gönderilen o insan, Kur’an’ı bize tam anlamıyla öğrettikten sonra aramızdan ayrılıp gidecekti. Yoksa dinin kemale erdirilmesi ve nimetlerin tamamlanmasını ne ile izah edebiliriz. Öyleyse Rasul (s.a.v.) eksikleri olan, rükünleri ve hükümleri belli olmayan bir din bırakıp gitmedi.
 
Çünkü Rasul (s.a.v.) “Mübin bir Belağ”da da bulundu. Sözü, davranışı, ikrar ve ahlakıyla bu kitabın sadık, emin, dürüst, ihlaslı bir mübelliği olarak risaletini yerine getirdi.
 
Vahiy kesildiğinde artık İman’ın ve İslam’ın erkanı tamamlanmış, ibadet ve amellerin nicelik ve niteliği en son şeklini almıştı.
 
Kur’an Allah Rasulü’nün hem imanda, hem de amelde bizim için uyulması gereken yegane örnek olarak tanıtır. Allah O’na “Usve-i Hasene” adını vermiştir.
 
“Andolsun ki sizin için Allah’ın Rasul’ünde en güzel bir usve vardır.” (Ahzab:21)
 
Allah böyle söyledikten sonra İslam’ın yaşanmasında kim O’ndan daha iyi bir örneğin olduğunu söyler veya kim O’nun getirdiklerine yine bir şeyler eklenmesi gerektiğini iddia ederse, kendisine Allah’ın dinininden başka bir din seçmiştir.
 
“Rasul size neyi getirmişse onu alınız ve sizi neden de alıkoymuşsa ondan da sakınınız.” (Haşr:7)
 
Ey iman edenler Allah’a itaat edin ve Rasul’e de itaat edin ve sizden olan Ulu’l emre de.
Eğer herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz, onu Allah’a ve Rasul’e götürünüz” Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bu sizin için işleri aslına çevirmede en iyisidir.” (Nisa:59)
 
Her hangi bir meselede bile onu Allah ve Rasul’üne götürmemiz emredilirken, bunu eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsak yapmamız gerektiği vurgulanmakta.
 
Bu imani bir meseledir. Kişi, meselelerini Kitap ve Sünnet’e arzetmiyorsa, ya zındık veya kafirdir. İman ettiğini söyleyen hevasıyla amel ediyorsa münafıktır. Çünkü, münafık imanı tanımlar ancak onunla amel etmez.
 
Bu kitaba ve Rasul’ün (s.a.v.) Sünneti’ne iman ettiğini söyleyipte Kitap ve Sünnet’te olmayan (İçtihadi amel hariç) bir amel veya ibadeti İslam’a maletmeye çalışanlar ise bid’at ehlidirler. Bunların bir kısmı kafirdir, diğer bir kısmı ise kebair (büyük günah) sahibidirler. Ne yazık ki müslümanlar arasında bin yıldan fazladır sayısız bid’at ve hurafelerle amel edilegelinmektedir. Bunun ortaya çıkmasının yegane nedeni, insanların heva ve heveslerine uyup, Kitap ve Sünnet’te yaptıklarına bir delil olmadığı halde; yeni ibadet, dua, zikir ve tevessül türleri icad etmeleridir.
 
Bunun gereği gibi engellenmemesinde dolayı müslümanlar arasında ilmi ve siyasi otoritelerin de fesad bulmasıyla bid’atler o derece yayılmaya başladı ki, daha İslam’ın ilk çağında bile dinin temel ibadetleri şekil ve biçim bozukluğuna uğradı. Bunun siyasi ve mezhebi kavgalar ve fırkalaşmalar izledi. Hak ehli ve Sünnet alimlerinin şu veya bu şekilde zulümlere maruz kalıp öldürülmeleri işkencelere uğrayıp sürgün edilmeleri sonucu cahili bir çok teşkilat ve kurum ortaya çıktı.
 
Hatta öyle bir zaman geldi ki Camiler ve Mescidler neredeyse Budistlerin törenlerinin uygulandığı mekanlar haline geldi. Halbuki önceleri Camiler ilim meclisleri ile ihya edilirdi. Bu kadar kısa bir zaman içinde (Hicri IV. Asrın başları) Camilerde aslı olmayan namazlar ve zikir biçimleri ihdas edildi ki bunun başlangıcı sahabe zamanına kadar uzanır.
 
Kabir ve türbeleri ziyaret, Mevlid, Reğaib, Mirac ve Beraat gecelerini kutlama, artık dini bir ibadet ve zaruret halini aldı. Ve böylece avam halk zamanla bunu dindenmiş zannetti. Halbuki, bu ibadetlerin veya amellerin kaynağı Sünnet değil Allah Rasulü (s.a.v.) adına uydurulmuş “Mevzu” hadislerdi.
 
Mesela; her ne kadar Receb ve Şa’ban aylarının faziletlerine delil olacak zayıf, Hasen ve kısmen de kimi alimlerin dediğine göre, sahih hadisler olmasına rağmen, bu konuda hiç aslı ve eseri olmayan hadislerle de amel edilegelindi.
 
Ne yazık ki burada siyasi fırkaların (Bermekiler, Fatimiler vb.) eli olduğu gibi, özellikle de tasavvufi kurumların etkisi vardır. Bunu IV. Hicri asırdan itibaren yazılmış olan yüzlerce kaynakta çok açık olarak görmekteyiz.
 
Böylece Muhammed (s.a.v.) Ümmeti mevzu (uydurma) veya çok zayıf hadislerde bize dini ibadet gibi gösterilen şeylerle, amel ede ede, hem Rasul’ün Sünnet’ini saptırdı hem de ibadette Tevhid-i İlahiyeye şirk karıştıracak bir hale geldi.
 
Hepimiz biliyoruz ki, ne Allah Rasulü ve ne de O’nun ashabı ne Mevlid-i Nebevi’yi ne Miracı, ne Reğaibi ve ne de Beraat Gecesini kutladılar. Belki bu günlerden bazıları geldiğinde, bunun fazilet ve nimetini hatırlıyorlardı. Ama yaklaşık olarak Hicri IV. yüzyıldan bu yana kesintisiz olarak devam eden bu merasimlerin hiçbirisini yapmıyorlardı. Çünkü Sünnet, Kur’an’î bir yaşayışı tanzim etme ve ve beyan etmede henüz etkisini yitirmemişti.
 
Ancak hadis uydurucuların her tarafta çoğalarak, bid’at olan bir çok ibadeti yaymaları ile bugünkü şekliyle dini birer hurafe bayramları koleksiyonu haline getirdi. Daha sonra sultanlar ve emirler de bunu çeşitli biçimlerde istismar etmeye başlayarak, sultalarını daha da kökleştirmek amacıyla şehirlerin cadde ve camilerinde bu geceleri kutlamak için “Kandil” geceleri ihdas ettiler.
 
Zamanla ahlaki bozukluklara bile sebep olan törenler her tarafa yayıldı. Öyle ki kimi İslam beldelerinde, kimi evliyayı anmak için binlerce insan dergah ve makamlara, türbelere akın edip, sanki küçük bir “Hac ibadeti” eda ediyorlarmış gibi bir konuma geldiler. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu törenler tıpkı hıristiyanların dini ktulamalarına benziyor. Hele tarihi kaynaklarda, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Şam diyarı, Endülüs, Pakistan, Hindistan ve İran’da olanlar bunun önemli örnekleri arasındadır.
 
Ne ilginçtir ki gerçekten bu gecelerin “Kandil” adı altında kutlanması ve bu gecelere özgü ibadetlerin uydurulması, özellikle de o gün Irak, Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam beldelerinde Hristıyanların yoğun oldukları yerlerde ortaya çıkmıştır.
 
Sonra, bütün bu tarihi ve sosyal birikimlerde insanların farkında olmadan birbirlerinin kandillerini kutlamalarının Sünnet dışı bir davranış olduğunun farkına varmaları elbette mümkün olmazdı. Çünkü, tüm Osmanlı Saltanatı boyunca bugünler kutlanmış ve kutsal bir özen görmüştür. Daha önceleri olduğu gibi.
 
Kitabımızda göreceğimiz gibi, bu geceler için yapılan harcamalar israfa ve harama girmektedir. Hele günümüzde dine karşı kayıtsız olmasına rağmen milyonlarca insanın “kandiller” (ne ilginç ki bu bir aydınlatma aletinin adıdır, bu gün yerini avize ve ampullere bıraktığı halde) için hazırlık yapması, çörekler ve börekler hazırlayıp, yılın çoğunda hiç Allah için alınlarını yere koymadıkları halde, bu gecelerde yüzlerce rekat namaz kılıp sabahlamaları gerçekten içler acısı ve ağlanacak bir durumdur. Öte yandan farzlar inkar edilircesine ihmal edilmekte. Din insanların hevasına uydurulmakta, bunun ızdırabı ise çok az duyulmakta.
 
Ülkede milyonlarca insan sefil, aç, açık, mazlum konumdayken yüzmilyonlar belki de milyarlar harcayarak “kandil” (bir aydınlatma altini kutsamak), kutlamalarını hangi İslami vicdan ve yürek, İslam adına yapılmış bir hareket olarak görebilir. Bunlar bazıları tarafından tıpkı bir günah çıkarma günleri olarak algılanmaktadır. Hatta pavyonlarda müslüman kızları-nın ırzlarını ve vücutlarını satanlar dahi bu gecelerde günah çıkarmayı ihmal etmezler. Üzülerek ifade etmek gerekir ki cami ve mescidlerini kabir haline getirip, Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere, gaflet ve isyan içinde yaşayanlara, Kandiller, Mevlidler değil, Kur’an gerekir. Bu insanlar camilerin yönetimini ve ibadetlerin edasını, İslam’a hayat hakkı tanımayan bir sisteme teslim etmeye razı olduktan sonra, ne “kandiller” onları kurtarır ne de “Mevlidler”.
 
İnsanlar bu günlerde camilere akın edip oraları doldururlar ve Allah’ın kendilerini bağışlaması için yalvarırlar. Halbuki dualarının kabulünün bundan öte çok önemli şartları ve rükünleri vardır.
 
O’nun dinini yüceltip, uğrunda her zorluğa göğüs germe ve marufu emredip münkerden alıkoymak dini bir fariza iken bunu bile istemeyenler ne diye ibadet (!) ederler ki?
 
Bu toplum, Kitap ve Sünnete muhalefetten ötürü, bir karanlığın içine gömülmüştür. Beş vakit namazların, bile bile terkettikleri halde Cuma günü camilere doluşanlar, kandillerde ucuz ve sahte telaşlar içine giren, yılbaşlarında piyango, ihmal etmeyen, birasından veya çıplaklıklarından vazgeçmeyen insanlar acaba bu törenlerle mi İslami emirleri yerine getirmiş olacaklar?
 
Müslüman düşünürlere, aydınlara ve ilim adamlarına düşen; insanları, Kur’an’ı ve onun ilmini, ahkamını öğrenmeye çağırmak ve bunu teşvik etmektir. Hayatı boyunca belki hiç Kur’an okumamış veya bir tek Nebevi sözü bilmeyen insanları, böyle şeylerle uğraştırmanın hiçbir değeri yoktur.
 
Öyleyse bu insanların önce Rabblerini ve O’nun kitabını ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnetini tanımaya ihtiyaçları vardır. İçine düştüğümüz bu cehalet ve zilletin tek nedeni “İlim”den elimizi çekmemiz ve ona sırt dönmemizdir.
 
Müslümanların büyük çoğunluğu, sigaraya, boş sözlere, gazete, kitap ve televizyona ayırdıkları vakti, hatta diyebilirim ki giyim kuşam ve tıraşlarına gösterdikleri kadar, Kur’an ve Sünnet’e özen gösterip, bunu öğrenmeye zamanlarını ayırmıyorlar. Bütün sorunların kaynağı, burada yatmaktadır. Kandillere önem verip bu hassasiyetten yoksun olanlar, acaba kendilerine yazık etmemişler midir? Bütün bunlar Kitap ve Sünnet’le amel etmeyi sanki az veya yetersiz görenlerin amelleridir.
 
İnsanları “üç aylar” adına sünnet dışı ibadetlere ve hayır işlemeye davet edenler bir bakıma, Allah Rasulü (s.a.v.) adına yalan hadis uyduranların çizgisini ve geleneğini devam ettirmektedirler. Dikkat edilirse insanlar Hristiyanlıktaki gibi, tamamen pasif olan ve müslümanı, Kur’anî görevinin dışındaki amelleri işlemeye teşvik edilmişlerdir. Hatta dini olmayan laik rejimin bazı kurumları bile, bu adı gçen geceleri sanki İslami gecelermiş gibi, toplum nezdinde canlı tutmaya çalışmaktadırlar.
 
Zira bu geceler de, kimi Tağutlar için “Belam” tipli, silik şahsiyetli, kalpleri taşlaşmış ve nefislerini cehennem ateşine hazırlayan kimseler, Kur’an okuyup Fatiha göndermekte o Tağutları müslümanmış gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
 
Bu gecelerin İslamî olduğunu savunanlar, o geceleri savunmadan önce; istismar edilen ve yozlaştırılmaya çalışılan gerçek İslam’ı öğrenip savunsunlar. İslam karlıtlarının İslam’ı oyuncak gibi kullanmalarına göz yummasınlar. Rejim hem Moel’in hem de Kandil’lerin kutlanmasını elbette ister ve sever. Çünkü stratejik olarak işine gelmekte. Cengiz ve Hulağu da benzeri bir politika izlemiyor muydu?
 
Din kisvesine bürünmüş zavallılar, hüsrana uğramış insanlar, Allah’ın kitabı ve Rasul’ünün (sa.v.) Sünnetini inkar eden ve iman ehlini gerektiğinde darağaçlarına kadar götürüp, kurşunlayanları unuturcasına, bu dini temiz ve nezih alimlerini hunharca öldüren bir Tağutu, Allah’ın Rasulü ile aynı duaya ortak kıldıklarının farkında mıdırlar?
 
Ülkenin en tepesindeki adamlar ve emekli bir Genel Kurmay Başkanı Şeriat’a (İslam’a) karşı olduklarını açıkça ilan edip bunun savaşını verirlerken, bu gecelerde nurlara garkolduklarını sanan insanlar, acaba kapkaranlık bir cehalet çukuruna düştüklerini ne zaman anlayacaklardır? Ne yazık,din adına böyle bir aldatmacaya kurban gitmekteyiz. Halbu ki mü’minler Kitap ve Sünnet üzere amel ederler. Allah Rasulü’nden sonra, dine bir şeyi katamazlar. Allah Rasulü (s.a.v.) bunlar hakkında şöyle buyurur:
 
“Kim bu emrimizde olmayan şeyi ihdas ederse o reddedilmiştir.” İşlerin uydurulanından sakınınız. Çünkü her yeni uydurulan şey bid’attir.”
 
İnsanların Allah Rasulü (s.) ve O’nun ashabının amellerine sarılıp, O’nu örnek almaları gerekirken; kim oldukları bile bilinmeyen birçok hadis uydurucusu deccalin uydurdukları ile amel eder hale gelmişlerdir. Bunun da en büyük sebebi şahsi ve pasif ibadetlere verdiğimiz değer kadar, Allah’ın Kitabı ve Rasul’ünün Sünnetindeki ilme değer vermeyişimizdir.
 
Bu gecelerde sabahlara kadar kandil bekleyen insanlar, buna verdikleri önem gibi Kitap ve Sünnet ilmini öğrenmeye önem verip bunu ihlasla yapsalardı; Tağutlar kalplerinde maraz olanlara, kendileri için Kur’an hatmettirip, fatihalar okutturamazlardı. Ve müslümanlar da bu Bel’am misali din bezirganlarının elinden yakalarını kurtarırlardı.
 
Bu kitabı yazmamızdaki yegane gayemiz, Receb, Şaban aylarında hararet ve heyecanla kutlanan ve kimi yerlerde batıl amellere bile sahne olan Reğaib, Miraç ve Beraat gecelerinin Şeri’i konumunun ne olduğunu Müslümanlara tebliğ etmektir. Gayemiz, bu konuda batıl, ile bid’at olanın Sünnet ve doğru olandan ayırdedilmesidir.
 
Kitap basit bir araştırma ürünüdür. Bu konuda elbette daha geniş araştırmalar olabilir ve vardır da. Ancak bizim çabalarımız şimdilik böyle bir ürün verebildi.
 
Dileğimiz Mü’min kardeşlerimizin bu konuda gerçekleri kaynaklarıyla tanıyıp, bu günlerde amellerini bu doğrultuda düzenlemelerine ‘Sünnet’i ihya babından küçük bir katkıda bulunmaktır. Zira hepimiz biliyoruz ki Sırat-ı Müstakim Kitap ve Sünnet üzere amel etmektir. Bunun dışında hiçkimse dinde ne yeni bir namaz ve ne de yeni bir oruç veya amel ihdas edemez.
 
Bunu yapan kismeeler Allah’ın Kitabı’na ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnet’ine muhalefet etmişlerdir. Biliyoruz ki Allah böylelerini acı ve büyük bir azapla müjdelemiştir.
 
Bu geceleri ihya etmek için, o gecelerde özel olarak kılınması gerek namazları insanlar ihlasla kılsalar dahi, temelinde Allah Rasulü adına uydurulmuş hadislere dayandığı, Kitap ve Sünnet’te varid olmadığı için, doğru ve makbul olan bir amel değildir. Amellerin kabul şartı; hem ihslas üzere olması, hem de Sünnete muvafık olmasına bağlıdır. Aslı uydurma hadisler olan namazların Sünnet’e uygun olduğunu kim söyleyebilir?
 
Bizim, Sünnette olmayan amel ve ibaderleri ihya etmek yerine, Rasul’ün (s.a.v.) Sünnet’ini ihya etmemiz gerekir. Dinde asıl olan “İttiba”dır. “İbti’da” değil. İlim ehli, Allah ile kulları arasındaki şahidlerdir. Dileyen kendisine cenneti, dileyen de cehennemi seçebilir. Çünkü, kulların sapmalarındaki önemli bir pay alimlerin omuzlarındadır. Onlar dinde hurafe ve bid’atların ihya edilmesine Sünnet’in öldürülmesine göz yumarlarsa, insanlar dinin gerçeğini nasıl öğrenebilirler?
 
Allah Azze ve Celle Kitabında:
“Allah’a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.” (Nisa: 59)
Ata (rh.a)
“Emir sahiplerini, ilim ve fıkıh ehli olarak tanımladı. Allah Rasulüne itaat ise Kitap ve Sünnet’e uymaktır.”
 
Sahabe Sünnet’e aykırı hareket edenleri kendi aralarında sık sık uyarırdı. Kimi zaman o uyarılara kulak asmayanlar oldu. Sahabenin onlara karşı tavırlarının en hafifi: “Vallahi bundan sonra seninle konuşmayacağım” demeleriydi.
 
Bu konuda Ubade İbnu’s Samit’in bir dirhemi iki dirhemle satan birisine, Sünnet’i hatırlatmasını örnek olarak verebiliriz. O buna itiraz eden adama; “Vallahi bundan sonra seni ve beni aynı çatı barındırmayacaktır” diye tavır koyduğunu görürüz.
 
Bu gecelerde işlenen bid’at ibadetlere ses çıkarmayan ilim adamları, bu amellere bir tür fetva vermektedirler. Belki bilmeyenler dünya ahkamı açısından mazur görülebilirler. Fakat ilim ehli olanların mazur olabileceği söylenemez.
 
Ömer (r.a.) Cabir b. Zeyd’e şöyle demişti: “Ey Şa’sa’nınbabası, sen Basra’nın fakihlerin-densin Sakın ha, natık olan Kur’an veya amel edilmiş olan Sünnet’ten başka birşeyle fetva verme.” Eğer böyle birşey yaparsan helak olur veinsanları de helak etmiş olursun.”
 
Aynı anlamda Ebu Seleme’nin Hasan-ı Basri’ye tavsiyeleri de dikkate alınması gereken ilmi emanetlerdendir. 
 
Biz bu çalışmamızla, Receb ve Şa’ban ile ilgili sahih, zayıf ve mevzu olan hadis ve haberleri gücümüz nisbetinde tespit edip dile getirmeye çalıştık. Ancak bu, müslümanın bu aylarda hiç oruç tutmaması, veya hiç nafile namaz kılmaması anlamına gelmediği gibi, öyle bir gayeye de yönelik değildir.
 
Sünnet üzere, bu aylarda amel etmek en evla olandır. Herhangi bir kimse, bu aylarda aralıksız oruç tutmayı nezredebilir. Ancak bunu iyice düşündüğümüzde Sünnet’e aykırıdır. Ne Allah Rasulü (s.a.v.) ve ne de O’nun ashabından hiçbirisi, ne Receb’i ve ne de Şa’ban’ı tamamen oruç tutarak geçirmişlerdir. Bereket ve keramet onların yolu üzere olup, Sünnet’e uymakadır. Bid’atlarda ve aşırılıklarda be hayır, ne bereket ve ne de keramet vardır.
 
Enes b. Malik’in Allah Rasulü’ndenn rivayet ettiği bir hadiste şöyl der:
Cahiliye döneminde her sene bayram edindikleri iki gün vardı. Allah’ın Nebisi Medine’ye gelince şöyle dedi:
 
“Sizin önceden oynadığınız iki gününüz vardı. Allah size bunun karşılığında ondan daha hayırlı olan iki gün verdi. Fıtır günü ve Nahr günü.”
Bununla Ramazan ve Kurban bayramını kastediyordu.
 
Müslümanların bayramları, sevinç günleri ve tabiri caizse, kutladıkları günler bu iki bayram günü ve Cuma namazı ile Arafatta vakfeden öteye geçmedi. Ve Rasulullah’ın ölümünden sonra Sahabe döneminde de aynen devam etti. Sonra her ne olduysa, ne Allah Rasulü’nün (s.a.v.) ve ne de ashabının tuttuğu oruçlar, kıldığı namazlar icad edildiBu bir anlamda Sünnet’in dışına çıkmaktır. Zira insanlar bu aylardaki ibadetleri Sünnet diyerek yapmışlardır. Haluki Allah Rasulü’nün Sünneti apaçık ortadadır. İnsan nezrinde (adağında) de olsa, onda Sünnet’e aykırı hareket etme hakkına sahip değildir.
 
Bunun için, Abdullah b. Amr ile haram aylarda sürekli oruç tutan Darir b. Nufeyr’in oruç tutma kıssaları meşhurdur. Allah Rasulü Darir’i bedenen çökmüş görünce ona acıdı ve “niçin nefsine işkence ediyorsun?” diye uyarmıştı.
 
Herün oruç tutmaya güç yetireceği gün aşırı (Davud Aleyhisselam’ın tuttuğu gibi) oruç tutmayı kabul etmeyişinden dolayı pişman olduğunu itiraf etmiştir.
 
Bu konuda azimli ve ısrarlı olanlara Allah Rasulü’nün en son tavsiyesi, Davud (Aleyhisselam) orucudur. Bundan ötesi Sünnet’e muhalefet kapısını açar.
 
Allah Rasulü (s.a.v.) derdi ki:
“Allah ’a en sevgili oruç Davud’un orucudur. Birgün tutar bir gün iftar ederdi. Namazların Allah’a en sevgilisi Davud’un namazıdır. Gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar ve altıda birinde de uyurdu.”
 
Aişe (r.anha) Allah Rasulünden rivayet ediyor:
“Ben Allah’ın nebisinin, ne bir gece de Kur’an’ın hepsini okuduğunu, ne namazla sabahladığını ve ne de Ramazan hariç bir ayı oruçla geçirdiğini bilmiyorum.”
 
Ancak bunu söylerken, Rasul’ün (s.) Sünnet’i dairesinde insanın istediği zaman oruç tutabileceğini de hatırlatmak gerek...
 
Ebu Said el-Hudri (ra) Allah Rasulü’nden rivayet ediyor;
“Allah yolunda bir gün oruç tutan kimse olmasın ki Allah o gün için, onun yüzünü cehennem ateşinden yetmiş sonbahar seyrinde bir mesafeyle uzaklaştırmasın.”
 
Yine Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir diğer hadiste Allah Rasulü (s.a.v.):
“Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah O’nun yüzünü cehennemden ytmiş sonbaharlık, mesafeye uzaklaştırır.” Ebu Hureyre (ra) Allah Rasulüden rivayet ediyor:
“Admoğluun her ameli kendisi içindir. Ancak oruç O benim içindir ve ben onun karşılığını veririm. Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu gününde iken, sakın fuhuş işlemesin ve kavga etmesin. Birisi ona söver veya onunla kavga tmek isterse, ben oruçlu bir insanım desin. Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır. Birisi iftar edince, diğeri orucuyla Rabbi ile karşılaştığındaki sevinci...”.
 
Allah Rasulü de (s.a.v.) Davud orucunu tutardı.
 
Bu ve benzeri hadislerden de anlıyoruz ki, oruç halis olarak Allah için eda edilen bir ibadettir. Çok oruç ve çok namazla değil, bunun az da olsa devamlısı ve Sünnet üzeri olan ile amel etmek esastır. O (s.a.v.) daha çok, Pazartesi ve Perşenme oruçlarını tutmaya gayret ederdi.
 
Ümmü Seleme ve Hafsa’nın rivayet ettikleri iki hadiste, Allah Rasulü (s.) her Pazartesi ve Perşenme oruç tutar, ardından yeni bir ay girdiğinde, Pazartesi’yi tutmaya başlardı. Bir de Allah Rasulü Aşure günü orucunu tutardı. Bunun için Allah Rasulü Dehr (bütün yıl oruç tutmayı yasaklamıştır.) Çünkü bu Davud’ un (a.s.) Sünnet’ini terketmektir.
 
Onun için Allah Rasulü: “Dehr orucu tutan, oruç tutmamıştır” derdi.
 
Hatta bazı “Dehr orucu” tutanlar için:
“O kimse ne oruç tutmuş, ne iftar etmiştir” buyurmuştur.
 
İhlas ve takva, Allah Rasulü’nün Sünnet’iyle amel etmektir. Bunun dışındaki yollar, yöntemler bid’at ve fesadın kaynağıdır. İmam Mücahid (rh.a): “Yollara uymayınız” aytini (En’am:153) ; “Bid’at ve şüphelere uymayınız şeklinde tefsir etmiştir.
 
Buradaki “Sübül” kelimesi, Kur’an ve Sünnet dışı yollardır. Bundan maksat sonradan uydurulan şeylerdir.
 
Sevban’ın (ra) Allah Rasulü’nden (s.) rivayet ettiği bir hadiste, Allah Rasulü ümmeti saptıracak olan önderlerden sözetmiştir. Bu dalalet ve bid’at öncüleri her fitne ve belanın kaynağı ve bataklığıdırlar.
 
“Ben ümmetim için saptırıcı önderlerden korkuyorum”
 
Allah katında kendimizi, O’nun Kitabı ve Rasulü’nün Sünnet’ine karşı sorumlu gördüğümüz için, bu çalışmamızı Allah’ın rızasını talep etmek ve kıyamet günü Salih amellerimizden olması niyetiyle müslüman okuyucuya sunuyorum.
 
“Allah’a davet edip, salih amel işleyen ve ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.” (Fussilet: 33)
 
Gayret bizden, Tevfik Allah Azze ve Celle’dendir.
 
 
İTTİBA’DAN(Uymaktan) İBTİDA’YA(Yenilik çıkarmaya) VE SAPMALARIN NEDENLERİ
 
İslam’da aml ve itikadın aslı Kitap ve Sünnettir. Bu konulardaki emir, yasak ve tavsiyeler Kur’an’da muhtelif derecelerde zikredilmiştir. Sünnet bunu kimi zaman, beyan, kimi zaman tahsis eder ve kimi zaman da tefsir eder.
 
Amel ve itikat bunun üzerine bina edildiği zaman sahihtir. Kur’an ve Sünnet Sırat-ı Müstakim ve Allah’ın hidayetidir. Müslümanlar ne Kur’an’dan ve ne de Sünnet’ten uzak bir hayatı yaşayamazlar. Kur’an ve Sünnet’ten ayrıldıkları zaman dalalete sapmış ve Allah’ın hidayetinden yüz çevirmiş olurlar. Kur’an’dan yüzçevirmek ve Sünnet’i terketmek, nasıl insanı iman dairesi dışına çıkarıyorsa, Kitap ve Sünnet’te olmayan bazı amelleri işlemekte, insanı iman dairesi dışına çıkarabilir.
 
Kur’an ve Sünnet ilmini terkedip cehalete ve hevaya teslim olmak, bu yolun başlangıcını oluşturur. Kur’an ve Sünnet’ten yüzçevirmede insanlar farklı farklı tavırlara ve inançlara sahiptirler.
 
Kimisi inandığını söyler, ama amel etmez. Kimisi hem iman ettiğini hem de amel ettiğini zanneder.
 
Kimisi kitabı bildiğini zanneder, ancak buna rağmen O’na aykırı davranır. Kimisi de O’nun bir kısmına inanır bir kısmına inanmaz. Kimisi de O’nu bilir ve O’nunla amel de eder, ancak amellerinde hatalar da olur. Kimi O’na inandığını söylediği halde, ne O’nunla amel eder ve ne de işlediği amellerin O’na uygun olup olmadığını hiç araştırmaz.
 
İnsanın amel ve itikadının Kitap ve Sünnet hududunun dışına çıkmasının nedenlerinden bazılarına değinecek olursak; bunda cehalet, hevaya uyma, kibir ve başkalarının işledikleri amelleri ve inandıkları şeyleri, Kur’an ve Sünnet’e arzetmekten aciz olmak veya bundan gafil olup, peşlerinden gittiği kimseleri tek güvenilir merciler görmektir. Halbuki İslam Allah’a halis kulluk ve Rasulü’nün Sünnet’ine uymadır. Allah’ın bizden istediği İslam, onun için halis kılınan ve Cahiliyye ile asla bağdaşmayan bir teslimiyettir.
 
Bu da, dinen ancak Kur’an ve Sünnet’te olduğu gibi iman etmektir. Din, Allah için halis kılınmazsa, batıla, bid’ata, küfre, şirke ve nifaka düşme tehlikesi vardır. Zira, Kur’an tarihte sapmaları bize anlatırken, birçok ümmetin Allah’tan kendilerine gleni tahrif edip, Rasulleri’nin yolundan ayrıldıkları için dinden saptıklarını söyler.
 
Sapmanın aslı, Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bilmemektir. Kur’an bilinmeyince, zaten Sünnet’le de amel sözkonusu olamaz. Bundan ötürü dinde birçok bid’atlar ve hurafeler ihdas edilegeldi. Öyle ki, insanlar Kur’an okumaktan daha çok, kendi yazdıkları kitapları okumaya başladılar. Sünnet-i Nebeviye’deki ameller Allah’ın son peygamberinin hidayet (yolu) iken, O’nun yanında O’na aykırı olan birçok amel ve ibadet ortaya çıktı. Peki, niçin? Acaba bu insanlara, Kur’an ve Sünnet’te glen ameller yetmiyor muydu? Yoksa Kur’an ve Sünnet’teki ameller bunlara az mı geliyordu? Veya Kur’an ve Sünnet’te onlara gelen onları mutlu etmeye yetmiyor muydu?
 
Nedenler ne olursa olsun, dine belli bir dönemden sonra birçok hurafe ve bid’atler karışmaya başladı. İnsanlar Kur’an ve Sünnet’in diliyle konuşmayı gittikçe unuttular. Bunun karşısında ilim ehli imamlar ve alimler ne kadar mücadele etmişlerse de, bu sapma tamamen yok olmamış ancak, kısmen de olsa önüne geçilip durdurulmuştur.
 
Dinin Allah için halis kılınabilmesi için, öncelikle Tevhid akidesinin sağlıklı bir biçimde anlaşılması ve hayata uygulanması gerekir. Bu gerçekleşmeden, ne niyetlerde, ne sözlerde ve ne de amllerde din halis olarak yaşanamaz. Çünkü Allah dinini tamamlamış ve O’nu kemale erdirmiştir. Dini Allah için halis kılmayan hiçbir dini anlayış veya davranış İslami değildir.
 
“O’na dini halis kılarak ibadet edin.” (A’raf:29)
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
Allah Rasulü’nün (s.a.v.) Ümmetinden önceki ümmetlerin birçoğu kendilerine Allah’tan geleni değiştirdikleri içinhelak olup dinden çıktılar.
“Zulmedenler kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Böz de zulmedenlerin işledikleri fısktan ötürü üzerlerine gökten bir azap indirdik.” (Bakara:59)
 
Bu ayet üzerinde düşünen akıl sahibi her insan, İslam’la glen ibadet ve amelleri değiştire-nin; tıpkı Yahudi ve Hıristiyanlardan zalim olanlara benzeyeceğini yakinen bilir. Ne acıdır ki Müslümanlardan da birçok cahil ve heva sahibi kimseler, kimi zaman Allah’a daha çok ibadet etmek, kimi zaman da mezheb taassubu veya zındıklığından dolayı İslam’da olmayan sözler ve ameller ortaya atmışlardır. Bazıları bunu sin adına yaptıklarını zannediyordu. Bunun örneğini hadis uyduranlar hakkındaki ilmi kaynakları okuduğumuzda rahatlıkla görebiliriz. Bunu daha kapsamlı bir tanımla dile getirmek istediğimizde, karşımıza bid’at kavramı çıkar.Müslümanlar Kur’an ve Sünnet’ten ayrılıp bid’atların çoğalmasından sonra sapıtmışlardır.
 
Bid’atlar bazen Kitap ve bazen de Sünnet’le geleni tebdilin adıdır. İslam kendisine dışardan yamanmak isteyen hiçbir bid’atı kabullenmez. Zira bid’at, dinin aslına bie zarar verecek olan bir değişimdir. Bid’at Kitap ve Sünnet’ten ayılmanın özünü teşkil eder. Dediğimiz gibi bid’atların aslı dinde yoktur. Zamanla bir yerden çıkmaya başlar ve devam eder. Eğer Müslümanlar kendilerine gönderilen Rasul’ün (s.) Sünnetini öğrenir, O’nunla amel eder ve O’nu öğretirlerse, bid’atlar geriler. Fakat Sünnet terkedildiğinde bid’at kendiliğinden işlenmeye hazır hale gelmiş olur.
 
Bugün Müslümanların çoğunun inanç ve hayatına Rasul’ün Sünnet’i değil, kendilerinden önce dedelerinden ve babalarından gördükleri ve iyi saydıkları birçok bid’at girmiştir. Bu bid’atların bazısı insanların kalplerinde öyle yeretmiştir ki, bunu söküp atmak için, ancak Allah’ın hidayeti insanın imdadına yetişir. Çünkü, böyle insanların işledikleri bid’atlar ne yazık ki aslı dinde olan Sünnet’ler zannedilmektedir. İmam eş-Şatibi (rh.a) bid’atların çeşitleri hakkında yaptığı tasnifte şunları söylüyor:
 
Bid’atlerin çoğu sanki şeriatta varmış gibi algılanmıştır. Ama gerçekte böyle değildir. Bid’atlerin hepsi Şeriata aykırı olan davranışlardır. Mesela:
 
a)Hiç oturmadan ayakta oruç tutmak için nezirde bulunmak. Güneşte durup gölgelenme-mek. Özellikle belli ibadetlere daha çok zaman ayırmak. Herhangi bir nedeni olmadan muhtelif yemekleri terkedip sadece bir tek sınıf yemekten yemek.
 
b)Belli şekil ve durumları önemseyip, bunun dışına çıkmamak. Topluca bir tek sesle zikretmek için toplanmak. Rasul’ün doğum gününü bayram (kutlama) günü edinmek gibi.
 
c)Belli vakitlerde belli ibadetleri, Şeriat’ta böyle bir tayin olmadığı halde işlemeyi gerekli görmek; Şa’ban’ın onbeşinci günü orucu ve gecesinin namazı gibi.
 
Dinde bid’atleri ihdas edenler ya dini tahrif etmek için dindeki belli ibadetleri azımsayarak veya ona birşeyler eklemeye çalışarak bunu yaparlar. 
 
Bu bakımdan, bid’at ihdas edenler de kendi aralarında sınıflara ayrılırlar. Bilgi sahibi olup, ve iyi niyetle bid’at ihdas edenler. Din ilimleri hakkında fazla bir şey bilmedikleri halde, dinde bid’at ihdasında bulunanlar. Bir diğer sınıf da, tamamen dine karşı olduğu halde bid’atleri müslümanlar arasında yayanlardır. Bunun için Kur’an ve Sünnet’te aslı olmayan her itikat ve ibadet bid’atler dairesine girer. Bu nedenle hiçbir söz ve amel Kitap ve Sünnet’e uygun olmadıkça söylenip işlenmemelidir.
 
Allah Rasulü (s.a.v.) nafile namazları cami ve mescidlerde kılmayı değil, daha çok onları evlerimizde kılmamızı tavsiye etmiştir.
 
Aişe’nin (r.anha) Allah Rasulü’nden rivayet ettiği bir hadiste şöyle diyor:
“Allah Rasulü mescidde hasırdan kendisine bir hücre edindi. Orada namaz kılıyordu. Sonra O’na bazıları gelip uydular. Sonra bir başka gece gelip onunla kılmak istediler. Bu kez bunu görünce o biraz ağırdan aldı. Onlar bunu görünce sesli sesli konuşmaya başladılar. Rasulullah’ın kapısını elleriyle çaldılar. Allah Rasulü kızgın bir vaziyette dışarı çıktı ve onlara dedi ki: Bu sizin yaptığınızda ne oluyor, neredeyse o namazın size farz kılnıacağından korktum. Evlerinizde namazlarınızı kılınız. Bilin ki farz namazdan sonra kişinin kıldığı en hayırlı namaz evinde kıldığı namazdır.”
 
Enes b. Malik (ra) rivayet ettiği bir hadiste şunları söyler.
“Allah Rasulü (s.) Ramazan’da kalkıp nafile kılıyordu. Ben yanına gelip namaza durdum. Sonra bir kişi daha geldi. Öyle ki gitgide bir cemaat olduk, Benim arkasında olduğumu anlayınca namazı çabuk kılıp odacığına girdi. Bu kez de bizim bizim yanımızda hiç kılmadığı bir namazı kılmaya başladı. Sabah oluna O’na bizi farkettin ya Rasulullah dedik. O da evet dedi. İşt benim bu yaptığım, sizin yaptığınız şey nedeniyledir.
 
Sonra Allah Rasulü buna devam etmeye başladı. Bu ayın sonlarıydı. Bu kez, O’nun ashabından bazıları da aynı geceler namaz kılmaya başladılar.
 
Allah Rasulü bazı kimselere ne oluyor? Siz benim ginş değilsiniz. Ay uzasa bile ben kılarım. Hem de öyle kılarım ki bu aşırı gidenler bu yaptıklarını bırakıncaya kadar.”
 
Biz bu hadislerden de anlıyoruz ki nafile namazların faziletlisi kişinin kendi evinde kıldığı namazlardır.
 
Bunun için Allah Rasulü şöyle demiştir:
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Kabrimi de bayram yeri (ziyaretgâh) edinmeyin. Bana Salat getiriniz. Nerede olursanız olun, salatınız bana ulaşır.”
 
Rasulullah İrbad b. Sariye’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle der:
“Allah Rasulü (s.) bir gün bize öyle bir öğütte bulundu ki, ondan gözler yaşardı ve kalpler sarsıldı. Bir adam, ey Allah’ın Rasulü bu sankiveda eden bir kimsenin öğütüne benziyor. Bize ne tavsiye edip bırakırsın?
Allah Rasulü Size Allah’ın emrettiği takvayı, dinleyip itaat etmeyi, velev ki bu bir habeşli köle olsun. Şüphesiz benden sonra kim yaşarsa çok ihtilaflar görecek. Siz, siz olun benim sünnetime ve raşid hidayet ehli halifelerin Sünnet’ine uyun.
Ona sıkı sarılınız. Hatta O’na azı dişlerinizle yapışınız. Siz siz olun dindeki uydurma şeylerden kaçınınız! Çünkü her uydurma bid’attir ve her bid’at dalalettir.”
 
Ne yazık ki, bugün bu ihtilafların binlercesine şahid olmaktayız. Halbuki insanlar Kur’an’ı ve Sünnet’i hakkı ile bilselerdi O’nun dışındaki yollara uymazlardı.
 
“İşte bu, benim doğru yolumdur. O’na uyunuz. Yollara uymayınız. Yoksa sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (En’am: 153)
 
Budan daha açık ve üstün bir hüküm olabilir mi? Allah Azze ve Celle bunu haber verdikten sonra Kur’an ve Sünnet’in kabul etmediği sözleri söylemeyi ve amelleri işlemeyi kim caiz görebilir? Sünnet genel olarak Kur’an’a tabidir. Bu bakımdan Kur’an’ın getirdiği itikad ve ameli ifsad edenler, aynı zamanda Sünnet’le gelen ilmi de ifsad etmişlerdir. Hakeza Sünnet de öyledir. Sünnet Allah Rasulü’nden (s.) gelen ilmi korumadır. Allah Rasulü’nün Sünnet’ine uymak iman ve ihlasın güvencesidir.
 
Aişe’nin (ra) Allah Rasulü’nden (s.) rivayet ettiği sahih hadiste şöyle der: “Kim bizim dinimizin üzerinde olmadığı birşey yaparsa o reddedilmiştir.”
 
Yine Allah Rasulü’nden rivayet edilen bir başka hadiste şöyle buyurur:
“Kim güzel bir Sünnet (yol) koyarsa, O’na bunun ecri ve bu yolda ona uyanların ecrinden hiç eksilmemek kaydıyla bir ecir vardır. Kim de kötü bir Sünnet (yol) koyarsa, onun için bunun günahı ve o yolda ona uyanların günahlarından hiçbirşey eksilmemek kaydıyla da bir günah vardır.”
 
Allah’ın kitabında bunun tasdikini görüyoruz: “Kim iyi bir şefaatta bulunursa onun için ondan bir nasip vardır. Kim de kötü bir şefaata bulunursa onun için ondan bir yük (sorumluluk) vardır.” (Nisa: 85)
 
İslam’da ihdas edilen bid’atların önemli bir kısmı ibadetlerle ilgilidir. İmam Şatibî (rh.a) bid’atları ihdas edenlerin büyük bir kısmının işledikleri batıl amellerin, Sünnet’leri ihya etmedeki gevşeklik nedeniyle olduğunu söyler. Yine eş-Şatibi diyor ki: “Onlar, dinde olmayan bid’atları uydurmanın dinde sahih bir ibadet olduğunu zannederler.”
 
Bid’atlar bu bakımdan dinde tahrif ve tebdilin başlangıcıdır. Onun için, bid’at olan bir niyet ve amelde Allah’ın rızası yoktur. Allah ancak kendi kitabında ve Rasulü yoluyla bildirip emrettiklerinin yapılmasından razı olur. Diğer bir husus, ümmet bid’atlarla amel etmey başlayınca aralarında ihtilaf, kin ve buğuz ortaya çıkar. Allah Azze ve Celle kitabında buna işaret ederek şöyle buyurur:
 
“Kendilerine Allah’ın apaçık ayetleri geldikten sonra fırkalara ayrılıp ihtilafa düşenler gib olmayın. İşte onlar için bir azap vardır.” (Al-i İmran:105)
 
Bid’atlar, insanlar tarafından Sünnet yerine konulduğu zaman, Allah ve Rasulüne (s.) açıkça bir isyana kalkışılmış olunur.
 
Müslümanlar arasında yüzyıllardır süre gelen bir çok ibadet, iyi niyet ve salih amel adı altında, Şeriat’ta hiç varid olmayan bir keyfiyetle işlenmiştir. Mesela Şeriat’ta delili olmadığı halde, bazı ibadetleri ihdas edip, bazı günleri diğer bazı günlerden üstün tutmak ve onlara özel bir ilgi göstermek... Bu türden davranışların bir çoğu aklın ve hevanın hoşgördüğü türden ibadetlerdir. Kur’an ve Sünnet’te sabit olmayan şekliyle ibadetlerdeki bu tahsis şer’î amllere yeni ameller eklemektir.
 
Şeytan, insanları her zaman bildikleri şeyler aracılığıyla aldatmaz. Bazen de onları bilmedikleri şeylerle aldatır. Mesela, birşey hakkında delil yok ise, şeytan o konuda insanı, yapıldığında meşu olacağı fikrine inandırır. Burada insan delili değil, niyetini esas alır. Çünkü ona göre, niyeti iyi olduktan sonra işlenen amel, niçin Allah’ın veya Rasulü’nün hoşuna giden amel olmasın ki? İmam eş-Şatibi buna örnekler verirken Bermkiler’in mescidlerde güzel kokulu tütsüler yakmak için mangallar üzerinde ateş yaktırdıklarını anlatır. Buna ilave olarak mescidlerin gereğinden fazla sislenmesini de katar.
 
Zira mescidler ancak Allah’a halis Tevhid ile kulluk edilmesi için bina olunmuştur. Mescidlerde esas olan, takva, sadelik, ziynetten veboş dünyalık lakırtı ve ticari alışverişlerden uzak olmasıdır. Bu gün mescidler İslam’daki yerlerini yitirmişlerdir. İslam gelmedikçe de öyle gidecektir.
 
Yine İmam eş-Şatibi en-Nevevî’den naklettiğine göre:
“Arafat’ta Zilhicce’nin sekizinci gecesi mumlar yakmak çirkin olan bid’atlardandır. Çünkü bu fahiş bir dalalettir. Beraberinde birçok çirkinliği de getirir. Üstelik bunda malın gereken yolun dışında bir biçimde harcanması vardır. Bir diğeri de bunda Mecusilerin dini sembollerinden birinin izharı vardır.”
 
İmam Malik (rh.a), müezzinin ezan okumaya çıkarken, ezandan önce öksürmesine engel olurdu ki, insanlar bunu Sünnet sanmasınlar. Hatta Şevval’den altı gün oruç tutmayı da terkeder ki, insanlar bunu da Sünnet zannetmesinler, İmam eş-Şatibî diyor ki; “Bid’atın onu işleyenin onu meşru kabul etmesinden başka bir anlamı yoktur.”
 
Bid’atlardan hiçbirisinin Şeriat’ın maksatları ile bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bid’atlarla amel edenler, işledikleri bir çok amelde, Şeriat’ın hükümlerine uymazlar. Bid’atların yayılmasında işaret edilmesi gereken bir diğer önemli husus, ilim ehlinin bid’at ehli karşısında susmaları ve cahillerin cehaletlerine dokunmamalarıdır.
 
Hele Emr-i Bil-Ma’ruf’un ve Nehy-i Anil-Münker’in artık zalim İslam düşmanı yönetimlerce yasaklandığı günümüzde, ilim sahibi olanların yükleri daha ağır ve görevleri daha zorlaşmıştır.
 
Dalalet ve Cehalet öyle bir hale geldi ki, gerçek ilim ehli olan takva sahibi alimlere, ağızlarıyla iman ettiklerini söyleyen bazı kimseler, ilim ehline karşı, müşrik rejimlerle aynı düşmanca tavırları sergileyebilmektedirler.
 
Doğrusu, bu ilim ehlinin sorumluluğunu kaldırmadığı gibi, müslümanlar için de bu mazeret değildir. Hele ilim sahibi olduklarını söyleyenler, bid’atları müstahsen gören kimseler ise; hem kendilerini, hem kendilerine uyan kimseleri helak ederler.
 
Rusuh sahibi olan alimlerden bid’at sadır olmaz. Onlar insanlara ancak Sünnet üzere amel etmelerini emrederler. Çünkü onlar hevalarına uymazlar. Onlar için ilim Allah’ın en önemli emanetlerindendir. Bu emanetin yüve imani bir değeri vardır. Çünkü Allah’a gerçek ibadet ve kulluk ancak ilimle yapılabilir. İlim insanları hidayete götüren bir nurdur. Cehalet karanlıktır, helaktır ve felakettir. Zira Allah’tan ancak hakkıyla kullarının alimleri korkarlar.
 
“Ancak Allah’tan kullarından alim olanları korkar.” (Fatır:28)
Buradaki korku bildiğimiz korkunun da ötesinde olan birşeydir. O korkuya takva adı verilmiştir. Takva Allah’a imanın en sağlam vesilesidir. Takva sadık bir iman, salih bir amel, Kitap ve Sünnet üzere bir hayattır.
 
Bunun için ümmetin alimlerinden olupta ilmiyle dalalette ve bid’atlara saplanan ve insanların Sünnet üzere olan yoldan ayrılmalarına sebep olanlar; ilim ve ameli, iman etmedeki gerçek yerine oturtmayanlardır. Müslümanların Sünnet’i terkedip bid’atlarla amel etmelerinde, Sünnet’i terkeden ve hevasına uyan sultanlar ve alimlerin hiç te azımsanmayacak payları vardır.
 
Siyasi güç ile zaaf sahibi ulema, ne yazık ki müslümanların adet, ibadet ve kısmi muamele-lerinde Yahudi ve Hristiyanların işlediklerine benzer şeyler yapmlarına engel olamamışlardır. Fesadın kapısını açan bunlardır. Eğer Allah’ın dilemesiyle Kitap ve Sünnet ilmine sahip çıkan Rabbani alimler olmasaydı, İslam bugün olduğundan da çetin bir durumla karşı karşıya olabilirdi.
 
Bid’atlar genellikle müslüman olduğunu ileri süren insan çoğunluğunca bilinmez. Kimi bid’atlar vardır ki, insanın küfre ve şirke girmesine neden olur. Allah’tan gayrısına dua etmek ve onlardan ancak Allah’tan istenmesi gerekeni istemek, ölümlerinden sonra salihlerden yardım ve imdad istemk, türbelerde evliyaya kurban kesmek gibi... Bid’atların bir kısmı da haramdır. Ölülerle Allah’a tevessülde bulunmak veya onlardan dünyalık istemek. Bu da şirk olan amellere girer.
 
Kimi bid’atlar da mekruh olan amelleri içine alır. Ücretle Kur’an okumak, dua veya hatim yapmak, Reğaib ve Beraat gecelrini kutlamak veya farz namazdan sonra müezzinin yüksek sesle tesbihat yaptırması gibi.
 
Ancak, birçok alim dinde ihdas edilen her bid’atın haram olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah Rasulü (s.): “Her ihdas edilen şey bid’attır” buyurmuşlardır.
 
Sünnet’ten Bid’ata doğru hızla kayan bir hayat bu gün de, tarihte olduğu gibi müslüman toplulukların çok tehlikeli bir süreçten geçtiklerini göstermektedir. İhlas sahibi, adil ve ilmin haysiyet ve şerefini müdrik ilim ehli ve ilim talebelerinin modernizm adına itikad ve amellerimize bulaştırmak istenen batıllarla sonuna kadar mücadele edip Nebevi emaneti sahiplenmeleri gerekir.
 
Bunun yapılabilmesi için müslümanların hayatlarının her alanında gerçekleştirmesi ve alimlerin Rabbani rehberlik şuurunu diriltmeleri gerkir. Boş gündemlerle müslümanları oyalayıp Kur’an’ı ve Sünnet’i felsefileştirmek isteyen bir akımın, silahını kuşandığı şu günümüzde: İslam Allah ve Rasulü’nü (s.) mehsur edecek bir Cemaat bekleniyor. Bu da ilmi ve aksiyoner bir birlik olarak ortaya çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. İster dini fırkacılık ister modernizm adına olsun; ihdas edilen bid’atların hepsi Kur’an ve Sünnet ilminin değişmesine yol açacaktır. Birinci kesim zaten tarihi rolünü henüz Kur’an ve Sünnet ölçüsüne yaklaştırma-nın ciddi çabasını vermeye niyetli değil. İkinci kesim ise, felsefi ve modernist bir iddiayla kendisine Kur’an ve Rasul’ün (s.) Sünnet’i hakkında söz söyleme alanı arıyor.
 
Hatta Tanrı Bilimcilik Fakültelerinden bazı saptırıcı ağızlar, Kur’an’ın yanlışlarla dolu olduğunu bunlardan bazıları bu yanlışların bir kısmını düzellttiklerini söyleyecek kadar ileri gidebiliyorlar. Dün Kur’an’a eşya gibi bakanların bugünkü uzantıları, Kitabı neredeyse Allah kelamı olmaktan çıkarmayı da gündeme hazırlıyorlar gibi.
 
İşte dün de bid’at ihdas etmenin sonuçları. Zira bid’at sahibi artık kendisini “Şari” makamında gördüğü için Kitabın tefsirinde veya hükümleri çağa uyarlamada Allah’tan daha çok yetki sahibi görmekteler.
 
Kur’an’ın anlaşılmasında Nebevi Sünneti dışlamaya çalışan zihniyet aslında bir diğer bakıma Sünnet’teki otoriteyi Allah Rasulü’nden (s.) gasbedip almak istemektedirler.
 
Ümmetin imamlarına uymayı, onları “Rabler edinmek olarak açıklayanlar, bugün kendi-lerinin “Erbab” edinilmelerinin adeta hızla mücadelesini vermektedirler. Halbuki yine bu ümmetin alimleri bize “Masum”un ancak Rasulullah olduğunu alimlerin kitap ve Sünnet hududu içerisinde ihtilaflarının rahmet olduğunu bize öğretmişlerdir. Ama bunlar kendileriyle ilmi olarak ihtilaf eden müslümanların sapıklık ve gerikalmışlık klasik (!) in anlayışına sahip kimseler olarak küçümsemeyi bilmektedirler.
 
Her halükarda bid’atçı, alim dilli münafıkların hareketlerinin mantığı fazla farklılık arzetmez kurtuluş Kur’an ve Sünnet yolunda izleyerek anlamak ve artık davayı tutup kaldırıp ayaklar altında kalmaktan kurtarmaktır.
 
İslam tarihi boyunca sadece Rasul ve Nebi’lerin yolunu izleyen ve onlara itaat edenlerin, ancak Allah katından kurtarıldıklarına örnekleriyle doludur. Bu ümmet de Rasulü’ne uyarsa, “Necat” bulacaktır. Çünkü diğerleri hep helak olmuşlar ve azabı hak etmişler.
 
Allah öyle buyuruyor: “Eğer O’na itaat ederseniz hidayete erersiniz.” (Nur:54)
“Haktan sonra sapkınlıklardan başka bir şey yoktur.” (Yunus:32)