Kalbime Sıkar Giderim, Ya da Suçlu Kim?

Ahmet Maruf Demir

VAN 5.08.2015 10:06:59 0
Kalbime Sıkar Giderim, Ya da Suçlu Kim?
Tarih: 01.01.0001 00:00

Bihter

Osmanlı’nın son dönemlerine ve Batılılaşma sürecinin de başladığı evrelere tekabül ettiği bir zamanda İstanbul’da ikamet eden, zengin ve o günün şartlarına göre “modern” bir ailenin, içerisinde yalnızlığı, hırsı, yozlaşmayı, yasak ilişkileri ve bunların sonucunda da intiharı barındıranların baş kahramanlarındandır Bihter. Tam anlamıyla İslam’ın şeairi uygulanmadığı, fakat mevcut İslam-i örf ve adetlerin de batılılaşma süreciyle beraber o günün toplumunda hızlıca nasıl eridiğini ve dejenere olduğunun kurbanlarındandır yani.

Dönemin İstanbul’unun, zenginlerinden olan… Boğaza sıfır bir yalıda oturan… Eşini yıllar önce kaybettiğinden dolayı iki çocuğu ile dul kalan Adnan Bey bir boğaz sefasında tekne de genç ve güzel olan Bihter ile karşılaşır. Bihter ise beğenmediği yaşamından bir an önce kurtulmak ve mutluluğun kaynağının zengin bir hayat sürmekte olacağına inanmaktadır.  Eşini yıllar önce kaybeden Adnan Bey, gençliğinden ve güzelliğinden etkilendiği Bihter ile evlenerek yalnızlığını gidermek isteyecektir. Ama Bihter’i de hiçbir zaman sevemeyecektir! Bihter de Adanan Bey ile evlenmesiyle arzuladığı hayatı bulacağını ve rahatlayacağını düşleyerek Adnan Bey ile evlenmeyi kabul edecektir. Ama o da Adnan Beyi sevmeyecektir.

Adnan Bey’in yalnızlığını gidermek; Bihter’in de zenginlik ile elde edeceği mutluluğa ulaşmak için gerçekleştirdikleri evlilikleri zaman ilerledikçe bu ailenin tüm bireylerini etkileyen bir kaosa dönüşecektir. Bu kaosun oluşmasını tetikleyen en önemli gelişme de Bihter ile Behlül’ün birbirlerine olan ilgisi olacaktır. Böylece de Bihter, gençliğinin getirmiş olduğu istekleri Adnan Bey’in karşılayamamasından dolayı giderek Adnan Bey’den soğumaya… Zenginliğin mutluluk getirmediğini fark etmeye ve hafta sonları yalıya gelen Adnan Bey’in yeğeni olan Behlül’e yakın olmaya başlayacaktır.

Batı kültürünün hakim olduğu prototip olan Behlül de; gençliğinin, yakışıklılığının, çapkınlığının ve hovardalığının vermiş olduğu cesaretle amcasının eşi/yengesi olan Bihter ile yakınlaşmaktan çekinmeyecektir. Böylece yengesi ile olan normal akrabalık ilişkisini yasak bir ilişkiye evirmekten de hicap duymayacaktır. Dönem itibariyle aile, akraba ve toplum ilişkilerinde çözülmeye ve çürümeye matuf bir diğer örnek ise Bihter’in annesi Firdevs Hanımdır. Firdevs Hanım da eşini aldatan… Aldatılan eşin üzüntüden ölmesine sebep olan… Babasız kalan çocuklarını sürekli başından kovan, vurdumduymaz, aklaşmış saçlarını sürekli boyatan, yaşının daha altında giyinen ve bundan dolayı da sürekli komik duruma düşen bir kadındır.

Bihter ve Behlül arasında yaşanan bu yasak ilişki de sonunda bir gün açığa çıkacaktır. Behlül ile evlenmek üzere olan Adnan Bey’in kızı Nihal, Behlül ile Bihter arasında geçen konuşmaları duyacaktır. Travma yaşayacak olan Nihal vücut dengesini kaybederek basamaklardan yuvarlanacaktır. Kızının basamaklardan yuvarlandığını gören Adnan Bey, Nihal’i kucaklayıp odasına götürecektir. Evin Hizmetçisi Beşir de gizliden gizliye sevgi beslediği Nihal’in bu durumunu görünce o güne kadar Behlül ile Bihter arasında bildiklerini/yasak ilişkiyi Adnan Bey’e söyleyecektir.

Yasak İlişkilerin açığa çıktıklarını gören Behlül daha sonra kaçarak Bihter’i yalnız, ortada bırakacaktır. Bir yönüyle annesinin kötü şöhretinden kaçmak istediği için Adnan Bey ile evlenen Bihter ise artık annesi ile aynı duruma düşmüştür. Aynı akıbete sahip olmamak için de aklına kocasının tabancası gelecektir. Tabancayı kalbine dayayacak ve tetiği çekecekti!

***

Ota Benga

Ota Benga’nın hikayesi 1883 yılında Afrika/Kongo’da doğmakla başlayacaktır. Dünyaya geldiği dönem ise sömürgeciliğin dünyayı kasıp kavurduğu yıllara denk gelmektedir. Beyaz adam deniz aşırı ülkelere deniz yoluyla gidebilmekte ve geliştirdiği ateşli silahlar ile hala ilkelliğini koruyan güney ve doğu hakları üzerinde hakimiyet elde etmektedir. Muhtemeldir ki yine böylesine bir hakimiyet elde etme savaşında Belçika’nın Kongo’da katlettiği 5-10 milyon insan arasında sağ kalarak büyümüştür Benga. 19 yaşına geldiğinde ise evli ve iki çocuk babasıdır artık. Bir gün ailesine yemek getirmek için ava çıktığı bir sırada evine dönerken beyaz adam tarafından yakalanıp, köleleştirilmiştir.

1904 yılında köle ticareti yapan ve aynı zamanda bir misyoner de olan Samuel Philips Verner tarafından Afrika’da yakalanan her köle gibi, ‘ilkel anlamdaki köleliliğin’, daha 100 yıl öncesine kadar serbest olduğu ABD’ye getirilir.  Kendisini bizlere tanıtan ve meşhur olmasına neden olan konu ise kendi hikayesinin, daha önce ABD’ye yada Avrupa’ya kaçırılan kölelerin hayat hikayesine benzememesidir. ABD’ye kaçırılan kölelerin ya ev ya da tarla faresi tabirine denk düşen yaşantıları söz konusu iken Ota Benga’nın yaşamı ise bu iki tabirden herhangi birine denk düşmeyecekti. O bunlardan tamamen farklı olarak 1904 yılında önce ABD'nin Missouri Eyaleti'nin St. Louis kentinde düzenlenen Louisiana Alım-Satım Sergisi'nde, sonrasındaysa 1906 yılında Bronx Hayvanat Bahçesi'nde açılan ve büyük tartışmalar yaratan "İnsanat Bahçesi"nde sergilenecekti.

Ota Benga ismin anlamı kendi dilinde dost anlamına geliyordu. Kendisine reva görülen bu insanlık dışı uygulamalara rağmen yüzündeki tebessümü bir an olsun beyaz adamdan eksik etmiyordu. Gündüzleri Hayvanat Bahçesinin temizlik işleri ile uğraşıyor, ziyaretçilere hizmet ediyordu. Geceleri ise goriller, maymunlar ve şempanzelerin kaldığı kafeste kalıyordu. Uyumak için de aynı kafeste kendisine bir hamak dahi yapmıştı.

Köle ticareti yapan bir aileden gelen Samuel Philips Verner’in bir müddet sonra işlerinin ters gitmesiyle, Ota Benga’nın hayat hikayesi daha da trajik bir hale gelecekti. Köle ticaretinin yaygın olduğu o dönemlere tekabül eden bir başka gelişme daha yaşanıyordu: Evrim Teorisi. Darwinist öğretinin yaygınlaşmasından, Ota Benga’da payına düşeni alacaktı. “İnsanların aslında hayvanlardan geldiği” tezi üzerine Ota Benga “İnsana en yakın ara geçiş formu” olarak aynı hayvanat bahçesinde, yine sahibi tarafından bu kez para karşılığında insanlara teşhir edilecekti. Kendisini sadece görmek 25 sent, ekstradan sivri dişlerini görmek ise 50 sentti.

İlk iki günde tam 40.000 insan Ota Benga’yı ziyaret etmişti. Bir insanın böylesine çirkin ve adice sergilenmesi birkaç vicdan sahibi kuruluşun tepki göstermesiyle çok fazla sürmemiş ve Ota Benga’nın teşhir edilmesi de böylece son bulmuştu. Kendisi daha sonra kilise tarafında sahiplenilip bir yetimhaneye yerleştirilse de doğumunda ailesinin yaşadığı katliam, 19 yaşında köyüne yapılan baskında eşinin ve çocuklarının öldürülmesi, kendisinin yakalanarak köleleştirilmesi ve en sonunda da bir kafes içinde şempanzeler, goriller, maymunlar ile kalması yetmezmiş gibi birde “insandan hayvana geçişte ara form” olarak kullanılması onda derin yaralar açmıştı.

1914 yılında 1. Dünya Savaşı patlak vermesiyle de, o zamana kadar aklında olan Kongo'ya dönme hayalleri de tamamen suya düşmüştü. Bunun üzerine 20 Mart 1916'da, Maymun Evi'nde sergilenmesinden 10 sene kadar sonra, 32 yaşındayken bir seremoni ateşi hazırlayacak, dişlerindeki dolguları sökecek ve çalıntı bir tabanca ile kalbine ateş edecekti.

***

Aysun Altay

Batı uygarlığının dünya hakları üzerinde medyanın da etkisiyle tam bir hakimiyet sağladığı yıllardı. İnsan aklının sınırlarının zorlandığı ve herhangi bir yaratıcının olmadığı; olsa bile “bu yaratıcıya diz çöktürüldüğü” algısı giderek yaygınlaşıyordu. Bireysel yaşamın alanlarının giderek genişletildiği, fahşa ve münkerin “kişi hürriyeti” adı altında temizlendiği bu dönemde, her türlü aşırılığın, açıklığın sıradanlaştığı/sıradanlaştırıldığı rahatça gözlemlenebiliyordu.

İnsan doğasına/fıtratına aykırı olan her ne varsa, hepsi bu dönemde yaşanıyordu. Kadın erkek ilişkilerinden toplum düzenine, sosyal hayattan siyasete varıncaya kadar tüm alanlarda yozlaşmanın açtığı yaralar giderek derinleşiyordu. İnternet ağlarının gelişmesiyle de her evde yeni bir dünya kuruluyordu. Bu dünyanın merkezinde aile bireylerinin sadece dışarıya bağımlı olduklarında hatırlayabildikleri ebeveynler vardı. Dışarıya bağımlılığın söz konusu olmadığı durumlarda ise bu dünyanın insanları kendi odalarında bir ulus devleti gibiydiler. Önlerinde oturdukları bilgisayarları ve interneti insanlığın faydasına kullanmaktan ziyade, Batı uygarlığın tornasından geçmiş olanların paylaşımlarına özeniyorlardı. Onlar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, onlar gibi gözükmek, onlar gibi yaşamak istiyorlardı.

Dünya üzerinde yaşayan insanlık aleminin büyük bir çoğunluğu, bu türden yaşamların, “kişinin hür iradesidir” zaviyesinden bakıp böyle bir yaşamı onaylıyorlardı. Sonunda da başta aile olmak üzere yani anne, baba, çocuklar ve kardeşler arasında birbirlerine yabancılaşma oluşuyordu. Bu işin marjinal boyutu ise ensest ilişkilere dahi varabiliyordu. Bu ve benzeri ilişkiler de, şahıslar arasında herhangi birisinden bir diğerine zorla dayatma yoksa eğer, bu türden bir ilişkinin adı “aşk” olara açıklanıyordu! Bu istekler “Özgür Dünya” tabiri ile kavramsallaşmıştı. Artık tek bir sınır vardı, o da sınırsızlıktı. Sadakat, Fedakarlık, İçtenlik, Maneviyat, Sevgi, Muhabbet kavramlarının yerini İhanet, Çıkar, Rol yapma, Maddiyat, Cinsellik, Kavga almıştı.

Aysun Altay’da işte tam da böyle bir dönemde, yani milenium çağına ramak kalmış 1993 yılında doğmuştu. Kendisi Kütahya Dumlupınar Yüksek Okulu mezunuydu. Trafik takip işleri yapan bir iş yerinde çalışıyordu. 22 yaşındaydı. Birkaç yıl önce memleketi olan Manisa’da öz ağabeyi tarafından tecavüze uğramıştı. O da bu olaydan sonra Manisa’dan Kütahya’ya gelmiş ve üniversite okumuş daha sonrasında yine burada işe başlamıştı. Ağabeyinin kendisine tecavüz etmesi üzerine şikayette bulunmuştu. Bu şikayet üzerine ağabeyinin tutuklanması, yine de girmiş olduğu depresyondan kurtulmasını bir türlü sağlayamamıştı. İki kez bileklerini keserek intihara kalkışmış ama ölmemişti. Ölmediği içinde çığlığını o güne kadar kimse duymamıştı!

Aile mefhumunun yerle yeksan olduğunun bir diğer örneği olan Altay ailesi ise, Aysun’un ağabeyi hakkındaki şikayetinden vazgeçmesini istiyordu. Bu istek Aysun’u daha da bir bulanıma sokacak ve arkasından “Hayattan ve yaşadıklarımdan bıktım. Arkamdan sakın üzülme' notunu bırakarak arkadaşına ait olan tabancayla kalbine sıkacaktı.

Dedim ki; İnsanın kalbini acıtanlar da cehenneme dahil!