İslâmcılık, Milliyetçilik ve Devlet

Metin BOŞNAK

VAN 30.03.2016 09:47:22 0
İslâmcılık, Milliyetçilik ve Devlet
Tarih: 01.01.0001 00:00
 CHP’nin Devletçilik ilkesi kadar Milliyetçilik kadar sakıncalı idi. Zaten Osmanlı’yı bitiren Milliyetçilik akımları olmamış mıydı? 

Bu tür yaklaşımların tarihi gerçeklerin bir kısmını aktarırken diğer kısmını kararttığı açıktır. Aslında, Milliyetçilik ve İslamcılık Ortadoğu’da en az 150 yıldır değişik dönemlerin dönüşümlü olarak çatıştırılan unsurları oldu. Milliyetçilik, Osmanlı Devletinin son asrında Batı’nın desteklediği bir akımdı. Aynı şekilde, Osmanlı Devletine karşı Vahhabilik gibi bazı akımlar da desteklenmiş, Lawrence vakası böyle yaşanmıştı. Batı’nın değişik kanatları vardı tabii ki.

Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik topluluklar bazen dinleri, bazen tarihsel mirasları kullanılarak Osmanlı aleyhinde harekete geçirildi. Fransa ve İngiltere en önemli rolü oynadılar. Fransa teorik ve felsefî altyapı hazırlarken, özellikle İngiltere lojistik destek sağladı. Milliyetçilik teorik olarak ulus-devlet esasında bir toplum, İslâmcılık ise, ulus-toplum sınırları ötesinde din, ümmet birliği esasına daha geniş çevrede düşünürken, vatan algısı konusunda daha evrensel kaldı. İkisi de bir dış tehdit algısı ve ona karşı ittifak arayışlarının sonucu doğdu. O ortak hedef de aslında Batı emperyalizmiydi; Rus komünizmiydi. 

Devlet konusu ise temelde, ibadet özgürlüğü olan her yeri içerebiliyordu. Bu anlamda, Kur'an-ı Kerim ve Hadis yaklaşımlarında da vurgulanan, Kur'an-ı Kerim’in devlet konusuna eğilmediği fikri yaygındı. Ancak bu algıların çoğunda müstemleke ülkelerden tercümelerin etkisi büyüktü. Bir anlamda Britanya’nın arzuladığı bir yorumu öner çıkarıyordu.

İngiltere’nin “ışık” getirdiği, Amerika’nın darbe süreçlerini resmen gelenek haline getirdiği Ortadoğu’da her darbe ile gelen “açılımların” arkasında olan bazen “komünistlere karşı” takviye edilen, bazen de “liberalizm” ya da küreselleşme önünde engel olunca, tepelenmesi gereken bir milliyetçilik.

Osmanlı'yı bitirmek için Araplar arasında yaratılan anti-Osmanlı Baasçılık Batı'ya tepkiye dönünce, artık dümen --bazen bizzat İsrail'in de bazen desteklediği-- İslamcılığa döndü. İslamcılık ve Milliyetçiliklerin bugünkü dönüşümlü devinimi hale devam etmektedir. Arap Baharı sürecinde bu nöbet değişimi yeniden planlanmış oldu. Halklar ise, özgürlüklerinden özgür olarak yaşamlarına devam etmektedir.

Osmanlı coğrafyasında, önce gayr-ı Müslim topluluklar, sonra da Müslüman topluluklar Osmanlı’dan koptular. Birer birer “bağımsızlaşan” ülkeler, aslında sadece Osmanlı’dan bağlarını koparmışlardı. Çünkü yapılan Ortadoğu paylaşım planlarında, hem Ortadoğu parça parça yeniden şekillendirildi hem de bu ülkelerin kaynaklarına Batılı ülkeler el koydular. Artık “müstakil” yeni Ortadoğu “devletleri” vardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan ülkelerin milliyetçilikleri, Baasçılıkları aslında Osmanlı’yı geçmişte bir sömürge güç olarak göstermek suretiyle bu ülkeleri sömürme üzerine kuruluydu. Nitekim planlar tuttu da.

Bu planlar 1950’lerde, petrolün dünyaca ihtiyaç duyulan bir enerji kaynağı olmasıyla huzursuzluk yaratmaya başladı. Milliyetçilik akımları zararlı olmaya başlamıştı. Batılıların elindeki kaynaklarını devletleştirmek istiyorlardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan milliyetçilikler, yavaş yavaş bizzat sömürgeyi yasallaştıran Batılı ülkelere dönmeye başlayınca milliyetçilik önüne set çekmeler başladı.

Bu dönem aynı zamanda Osmanlıya karşı tavır alan ülkelerin, Osmanlı’nın devamı olan Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kendilerine örnek aldığı dönem de oldu.  Darbelerin olmaya başladığı dönem de bu evrime tekabül etmektedir.

Müslüman halklardaki bu dönüşümü iyi tahlil etmek lazımdır. Batılı ülkeler, psikolojik olarak iğdiş ettikleri, tarihlerini yeniden yazdıkları toplumları iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdüler. Bu ülkeler arasında, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir vardı. Bu ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu. Yani Milliyetçilik Batı'nın kendi yarattığı Frankeştayn’ı olmuştu.

O halde darbelerle bunun önüne geçilmeliydi. Özellikle Irak gibi ülkelerdeki kamulaştırmalara karşı olarak bizzat CIA’nin örgütleyip, parasal ve insan desteğiyle ilk aşikâr darbe yaptırıldı. İran’da Başkan Musaddık’ın 1953’te devrilip yerine Şah’ın gelmesi böyle bir millileştirmeye karşı yapıldı. Petrol kaynaklarının kontrol ve sömürüsünü bırakmak istemeyen, dolayısıyla, dönem dönem dini hassasiyetleri milli olanlara karşı,  hem iç savaş hem de darbe amaçlı kullanan çok uluslu Mobil, BP, Shell vb. çok uluslu şirketler vardı. “Operasyon Ajax” amacına ulaşınca, Musaddık yerine Şah gelmişti ve ondan isteklerini koparmışlardı Batılı şirket ve devletler.

Saddam’ın başarısız ve başarılı olan darbe girişimlerinde de etken olan aynı unsurlardı zaten.  Musaddık yerine Roma’da kaldığı yerden İran’a getirilip tahta oturtulan Şah’ın benzerini ise bugün Afganistan’daki kayyum lider Karzai, Mısır’da hep “demokrasi” rekorları kıran bugünkü lider Hüsnü Mübarek ve gençleşmiş hali Sisi, en güzel örneğini sergilemektedir. Seçimle gelen diktatörlükler ve Hanedanlar daha bir istikrarlı idi bölgede!

İsrail’le ilk anlaşma zemini kuran, ziyaret eden Arap, Nobel Barış ödülü alan ve sonraki yıl da suikasta kurban giden Enver Sedat ve benzerleri de bu hesapların kurbanı oldu. (İsrail bu tasnif dışındadır tabii ki! İnsan haklarına “saygılı” ve “demokratik” bir devlet olması bunda esastır...) Devletlerin demokrasi ve darbelerle aynı odaklara hizmet ettirildiği coğrafyanın cilveleriydi bunlar. Türkiye’de olanlar gibi.

Uzun zamandır beri, Türk medyası, akademisi ve siyaseti de “millet” ve devlet kavramına “ulusalcılık” turnusol testi ve Ergenekon Placebosu nedeniyle eleştirel bir bakış sergilemektedir. Türkiye Cumhuriyetinin rota tayin sorunu yaşaması, Doğu-Batı arasında sıkışması, AB-ABD arasında sandviç olması, geçmişle, kendi arasında hem güzel hatıralarla yâd edip, borçlarına kadar ödeyip, aynı zamanda “Osmanlı’nın Oğlu değil, Türkiye Cumhuriyeti benim adım” diklenmelerinden dolayı, özellikle 1950’ler ve daha sonra Doğu Blok’unun çöküşü sonrasında dini, bölgesel ve küresel gelişme ve tehditler sonucunda milli, siyasi ve iktisadi kimlik arayışlarında Özal’la özdeşleşen “Adriyatik’ten Çin Denizine,” “21. asrın Türk asrı” olacağı heyecanları, millet kavramının rahmetli Türkeş sonrası ve yeni tüzüklü ve Bahçeli başkanlığındaki MHP ve küskün, ama bir türlü de ayrıldığı baba ocağından ayrılma gerekçelerini anlayıp anlatamayan ve bu dinamikler üzerinden hareketle ne yeniden birleşmeyi ne de tamamen ayrılmayı beceremeyen BBP ekseninde bir intizamsız tekel halinde olması, artan Kürtçü terör ve Kürt etnik milliyetçiliğini körüklememe niyetlerine kadar bir dolu etken millet kavramını ve doğal devamı olan Devlet kavramını öcüleştiren unsurlar oldu.

Öte yandan liberal siyaset ve ekonomi adına kendine liberal odakların “devlet küçülsün” diye, devletin bazen iyi bazen kötü işletilen kurumlarını “özelleştirmeye” yönelik, bir şuuraltı canavar devlet imajıyla oluşturulan özelleştirmeler furyası da oldu. Daha önceleri devlet “inhisarında olan ya da sermaye-bilgi-teknoloji ve uzmanlık darlığında devletin mecburen tekel olduğu, milletin parasıyla kurduğu ve bazen de yatırımsızlık ve peşkeşçilik zanaatkârları elinde zarar eden kurumlar, yeni bir yörüngeye oturmak için gerekli enerjisi, peş peşe arkasındaki enerji tüplerini hem kullanan hem de onları yörüngeye gök katmanlarını geçtikte geride bırakan füzeler gibi hareket etti. 

Mesela Tekel ve PTT maden işletmeleri, denizcilik işletmeciliği gibi bu kurumlardan bazıları tarihçeleri itibariyle, Osmanlıdan TC dönemine geçerken Osmanlının borçlarına mahsuben bazı Avrupa Devletlerinin idaresinde ve onların alacaklarına mahsuben işletilmişlerdi. “Reji”den Tekel idaresine geçiş aşamasında, moderniteyle müstemleke olan Müslüman ülkelerin aksine teritoryal istiklal savaşını kazanan Türkiye’nin, bir de ekonomik olarak bunu teyit etmesi anlamına geliyordu. 

Bu anlamda, Türkiye’deki mezkûr kurumlar ve eski Osmanlı havzası olan ülkelerdeki petrol kaynakları ve ulaşım sistemlerini millileştirmeleri, sadece maddi değil aynı zamanda manevi zaferdi de.  Psikolojik olarak iğdiş edilen toplumların, kendilerini iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdükleri ülkeler malum, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir gibi ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu. 

Kamulaştırmalarla başlayan Ortadoğu’nun kendi kaynaklarını kendisinin kullanma çabası 1953 yılında ilk defa İran’da doğrudan CIA’nin müdahalesiyle ABD güdümlü darbelerin başlangıç tarihi olmuştur. Yani darbeler Türkiye, Milletin Millet, Devletin Devlet olma çabalarını öngörerek onları akim bırakmak, engelleme stratejileri oldu.