“İSLAMİ HAREKET VE YAKIN TARİHİMİZ” ÜZERİNE…

Ayda KIVILCIM

VAN 10.05.2013 16:55:27 0
“İSLAMİ HAREKET VE YAKIN TARİHİMİZ” ÜZERİNE…
Tarih: 01.01.0001 00:00
“İSLAMİ HAREKET VE YAKIN TARİHİMİZ” ÜZERİNE…
 
İslami Hareket ve Yakın Tarihimiz başlıklı yazımda Sayın Fırat Mir DİDAN’ın bir görüşmemizde bana aktardığı bir ifade üzerinde durmuştum. Bu yazımın üzerine Sayın Didan, tenezzül edip yazım hakkında çok önemli olduğunu düşündüğüm düşüncelerini e-posta olarak göndermiş. Ben de Sayın Didan’dan izin alarak yayınlamam gerektiğini düşündüm…
 
Sayın Kıvılcım,
 
Yazınız için seçtiğiniz serlevha, yazınız üzerindeki ağırlığını iyice hissettirmiş bir durumda. Türkiye’de mesele çok, ama Türkiye’de asıl mesele, gerçek meselelerin öğrenilebilmesi için insanların mesele olarak belledikleri hususları bir kenara bırakmaları gerektiği konusundadır. Yani demem odur ki, gerçekleri öğrenebilmemizin yolu, meselelerimizi değiştirmekten geçiyor. Bu, tıpkı doğru soruları sormadığımız için doğru cevaplara ulaşamayışımıza benzer. Bu bağlamda sizi tebrik etmem gerekiyor, çünkü uzun süreden beridir kaleme aldığınız yazılarınız, insanları, meselelerini değiştirmeye zorluyor. Yaşadığımız coğrafyada yazan-çizen insanların, hepimizin hayatını etkilemekle meşgul olan zevatı siygaya çekebilmek gibi bir mahareti yok. Çünkü “aydın” denilen insanın pozisyonu, en azından doğduğu topraklarda sözünü ettiğimiz zevatı, siygaya çekebilmek sebebiyle oluşmuştu ve özerk bir yeri kazanabilmişti. Hassaten bu sebeple o ülkelerde aydının iyisi kötüsü gibi bir vakıa da mevcut olmadı. Bugün yaşadığımız topraklarda iktidara dayanmayan hiçbir düşünceyi üretebilmek mümkün değil. Daha doğrusu, iktidara dayanmayan düşüncenin insana ulaşması mümkün olmamaktadır.
 
İktidara dayanmayan bir düşüncenin üretilemeyişini, üretilebilse bile insan tekine kavuşamayışının en önemli sebebini, duçar olduğumuz mekanik işleyişte aramamız gerektiği kanaatindeyim. Sizin de bildiğiniz gibi mekanik işleyiş dediğimiz zaman, harekete geçmekten öte, hareket edebilmesi için harekete geçirilebilen bir işleyişten söz ediyoruz. Ne var ki bu gerçeği, insanlara anlatabilmenin en önemli gerekliliği, söz konusu insan tekinin modernizmin açtığı acı kaynaklarından dolayı mustarip olmasıdır. Bu bağlamda Hoca Nasreddin’in damdan düşünce, “bana hekim değil, bir damdan düşen çağırın” demesi boşuna değildir. Ama buna rağmen bugün yeryüzünde modern olmayan bir kafa yapısına rastlayabilmek de pek mümkün değildir.
 
İktidara dayanmayan bir düşüncenin üretilemeyişi, merkez ve çevre ayrımını en azından de-facto olarak gerçeklik alanına getiren en önemli sebepler arasında. Bu yüzden mesela, özellikle Türkiye gibi ülkelerde kanunların yazımından ve içeriğinden öte, yürütmedeki yorum-ları önem kazanmaktadır. Oysa kanunların en önemli vasfı, içerikleri konusunda olduğu gibi, yürütmede oluşabilecek yorumları da dikkate alıp belirleyebilmesidir. Bu bağlamda “…patrimonyalizm benzeri cumhuriyet…” ifadenizin yerinde bir tespiti yansıtmadığını düşünüyorum. “…benzeri…” ifadenizi elbette ki dikkate alıyorum ve fakat siz de takdir edersiniz ki, hassaten sosyal meselelerde her durumun biricik olduğunu biliyoruz. Sosyal bilimlere hâkim olan literatürün, sözünü ettiğimiz biricikliği handiyse hiç dikkate almadığını göz önüne almamız gerekiyor. Uygun bir literatürün gelişebilmesi için zorunlu olan şeyin, özellikle İslam dünyasının baskısı altında olduğu kuşatmadan kurtulma yönünde bir cehde sahip olmasını sağlayacak kaygı olduğunu düşünüyorum. Tematik benzerlikler dolayısıyla herhangi bir yer ve zamandaki durumu anlayabilmek için geliştirilmiş olan kavrayış biçimlerini, diğer bir yer ve zamanda gerçekleşmiş olan bir durumu anlama sürecinde kullanmak, bana kalırsa en azından hakkaniyet gibi bir değeri iplememekle izah edilebilir. Çünkü bu durumlarda, kaideler istisnaların mezarı haline getirilir ve genellemeler potasında yok sayılır. İstisnaların kaideleri bozmadığı yönündeki kanaatin, bir “anlayışın, mantığın ve giderek tarafın kanaati” olabileceği konusunda uyanık olmak gereği her zaman önemini korumaktadır.
 
Merkez-çevre ayrımı, bir dünya sisteminin içinde yaşıyor oluşumuzla elbette ki bağlantılı ve fakat bu bağlantı, mutlak değil. Yani bir dünya sisteminin içerisinde yaşıyor oluşumuza karşın, kendi içimizde bir merkez-çevre ayrımını ihdas etmeksizin de var olabileceğimizi bilmemiz gerekiyor. Merkez-Çevre ayrımı, söz konusu ayrımı ihdas etmiş bulunan insan topluluğunun, dünya yüzeyinde kendine uygun gördüğü ve bu yolda verebileceği mücadeleyle ilgilidir. Yani eğer bu insan topluluğu bu ayrımın son-uçlarını bertaraf etme liyakatini gösterme azminde ise, bu hedefi gerçekleştirememesi handiyse mümkün değildir. Bu bağlamda özellikle Müslüman bir toplumun, batı ile kurduğu ilişkiler ağı, sadece kendi bünyevi sağlığının optimum durumunu saptayabilip gerçekleştirebilmesiyle ilgilidir.
 
Merkez-Çevre ayrımını gerçekleştiren en önemli etkenlerden biri elbette ki içerisinde yaşadığımız dünya sistemidir. Ancak dünya sisteminin söz konusu ayrımı, kendinden menkul değerlerle oluşturduğunu iddia etmemiz de mümkün değildir. Bu doğrultuda özellikle kendi eğilimlerimiz içerisinde yer almayan hiçbir eğilimi gerçekleştirebildiğimiz söylenemez. Yani aslında ne yapar isek yapalım, mevcut veya örtülü eğilimlerimizi gerçekleştirmekten ötede bir kudrete sahip değiliz insan olarak. 1923’te ilan edilen cumhuriyetin niyet okuyuculuğunu yapmak, dikkate değer son-uçları hâsıl etmez bizim için. Bununla birlikte hassaten siyasi meselelerde, daha doğrusu vakıalarda niyet aramak, olgun bir tutum değildir. Çünkü bu vakıalarda dikkate alınması ve uygun tutumun geliştirilebilmesi için her an masada tutulması gereken şey, son-uçtur. Yani son-ucu, niyetten ayırt etmek, geri dönüşü olmayan maliyetleri kuvvetle muhtemel getirir. Özellikle bu bağlamda “Demokrasi Kimden Yana?”, “Demokrasinin Ambalajı”, “Aslında demokrasinin 1945 sonrasında neye evrildiği” şeklinde gelişen yazılarınız büyük önemdedir.
 
1945 sonrasında tüm dünyada bir demokratikleşmenin yaşandığı doğrudur ve fakat bu demokratikleşme sadece İslam ülkelerinde engellenmemiştir. Bu bağlamda Latin Amerika, Afrika, Orta Asya ve Doğu Avrupa da demokratikleşmemiş, bilakis baskı altında tutulmuşlardır. Ancak bu ülkelerin, yani Müslüman olmayan bu ülkelerin kapitalizmi dışlayabilecek ya da sistem-dışı kalabilecek nitelikte hiçbir dayanağa sahip olmadıklarını da eklemeliyiz. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Orta Asya’nın ve Doğu Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durabilmesine müsaade edilmemiş oluşunun sebebini, dünya sisteminin bugünkü yetkin ve güçlü konumunda bulunmayışında aramalıyız. Bugünkü dünya sistemini dışlayabilecek tek nitelikteki kaynak, İslam değildir bana kalırsa. Bilakis, dünya sistemini dışlayabilecek nitelikte olan kaynaklar, tüm otantik geleneklerdir ve bu geleneklerin en farklısı ve yetkin olanı İslam’dır. Ancak İslam dışındaki tüm otantik geleneklerin en önemli açmazı, söz konusu dünya sistemini dışlayabilecek olan sebeptir. Yani sizin bir yazınızın da başlığı olan “Neden İyi Olalım?” sorusu, bu noktada tüm önemini hissettirmektedir. İslam dışındaki hiçbir kaynağın, dünya sistemini dışlayabilmek için gerekli bir sebebi mevcut değil. İslam’ın en önemli özelliği, bu sistem karşısında hiçbir eklektik refleks göstermemesi, bilakis kendinden menkul bir bütünlükle tam bir karşı koyuşu gerçekleştirebilecek potansiyelde olmasıdır. Yani İslam, her alanda söz söyleyebilecek bir kaynak durumunda. Mevcut dünya sisteminin en önemli özelliklerinden biri, tek merkezli ve fakat simülatif olarak birden fazla merkezli olarak tasarlanmış olmasıdır. Merkezin, çevreyle kurduğu ilişki efektif olarak tek yönlü değildir. Bilakis çift yönlüdür bu etki, ama çevrenin merkeze baskıladığı etki ile merkezin çevreye baskıladığı etkinin hedefleri aynı değildir. Merkez öyle tasarlanmış ve çevreyle öyle kanallarla bağlantı kurmuştur ki, çevrenin merkeze verdiği etki, merkezin sağlığına hizmet eder bir duruma gelmiştir. Bu bağlamda SSCB, bir medeniyet meselesinin doğal bir son-ucuydu. Yani kökleri itibariyle aynı kaynağa bağlanabilecek bir deneydi SSCB. Batı medeniyetinin çökmesi ya da iflası ihtimali I. Dünya Savaşı’nın sonunda anlaşılmış olan bir gerçeklikti ve bu ihtimal, özellikle bugünkü dünya sisteminin nüvesi durumunda olan kaynakları her dönemde akıl almaz işlere yönlendirmiştir ki, bana kalırsa örneğin 11 Eylül olayları, işte bu kaynağın aklı almaz işlerinden biridir. SSCB, bu bağlamda batı medeniyetinin iflası durumunda batı medeniyetiyle aynı köklere (Universalim) bağlanabilecek yedeklenen ve deneylenen bir anlayış ve vakıa idi. Yarım asrı geçen bir süre boyunca yaşanan soğuk savaş, dünyayı, bugünlere getirebilecek en akıllıca şekillendirilmiş yollardan biriydi ve bu gerçeği kavramak, ancak ve ancak bugünlerde mümkün olabildi ki hala kavramamış olan insan sayısı çoğunluğu oluşturmaktadır.
 
Özellikle Müslüman ülkelerde II. Dünya Savaşı sonrasındaki demokratikleşmelerin gerçekleşmemiş oluşunun sebepleri konusunda haklısınız. Size daha önce aktarmış olduğum ifadem konusundaki çıkarımlarınız konusunda tümüyle katılıyorum size. Müslüman ülkelerde, Müslüman ülkelerin gerçekliğini göz önüne alarak geliştirilmiş olan bir demokratik işleyişin atbaşı gideceği tek şey vardır: İslamlaşma. Ancak tam da bu noktada, yani demokratikleşmenin Müslüman toplumun bünyesine uygun bir seyri sürdürmesinin engellenmesi için devreye giren şey, modernleşme hareketleri. Bu bağlamda sizin yazılarınızda işlediğiniz laiklik meselesi, bu konunun en önemli kısmı. Laikliğin, demokrasinin olmazsa olmazı şeklinde anlaşılması. Yani laik değil isek, demokratik bir işleyişi sürdürmemiz de mümkün olamaz. Bir tür Modernist-İslam entegrizminin laikliğin ne olduğu konusunda Müslüman toplumların lehine son-uç verebilecek bir anlayışı engellediğini ifade etmemiz mümkün ve gerekli. Türkiye’deki laiklik uygulamalarını, laikliğin temel dayanaklarından ibaret saymak mümkün değil ve fakat laikliğin İbrani-Hıristiyan medeniyet içerisindeki gelişimi, kaynakları konusundaki cehaletimiz de ne laik ve ne de anti-laik olamayacağımız konusundaki sarahati elde etmemizi engellemektedir.
 
Özellikle Türkiye’de Cumhuriyet sonrasındaki merkez-çevre ayrımı, Müslüman toplumun kendi kaynaklarına (beğenelim ya da beğenmeyelim, bu tamamen başka bir mesele) uygun bir yönü edinmesini engellemiştir. Bu konuda yazdıklarınız gerçeği olduğu gibi açıklayabilen nitelikte. Zaten belirtmiş olduğum gibi, politik etkin gücün merkezden çevreye devredilmesi, İslami hareketten başka bir şey olmuş olsaydı, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde bu topraklarda ikinci bir cumhuriyetin kurulmaması için hiçbir sebep de kalmazdı. Ancak bunun sadece bir ihtimal olduğunu varsaydığımı da belirtmeliyim. Çünkü o dönemdeki dünya sisteminin koşulları bugünün dünya sisteminin koşullarından farklıydı. Ama yine de bugünkü İtalya ile boy ölçüşebilecek bir Türkiye’den söz edilebilirdi ki, zaten özellikle 1960’lı yıllardan sonra bu örnek sıklıkla verilmiştir, ilgili çevreler tarafından.
 
İslami hareketi, yazınızda belirtmiş olduğunuz gibi Efgani-Abduh çizgisini bir biçimde sürdüren ve sistemin illegal alana sürüklemiş ve kıstırmış olduğu yapılanmalardan ibaret saymak, aslında bir dönem, sistemin angaryasını yerine getirmekle görevlendirilmiş ve fakat görevlendirildiğini bile fark edememiş totaliter sol hareketlerin mirası. Aynı tiyatroyu onlar da oynadı ve hala söz konusu romantizmin dayanılmaz cıvıklığıyla sayıklamaktadırlar. Ancak buna rağmen sözünü ettiğiniz yapılanmaların küçümsenmemesi taraftarı olduğumu da belirtmek isterim. Evet, elbette ki İslami hareket, söz konusu yapılanmalardan ibaret değildirler ve fakat tanımladığım İslami hareketin intellect’i bu yapılanmaların içerisinde gelişmeye de çok müsaittir. Söz konusu intellect’in gelişmesine izin vermeyen her yapılanmanın kuşkulu olacağı kanaatine sahip olduğumu da belirtmeliyim. İçerisinde olduğumuz dönemlerin yükselen trendlerinin aynı zamanda zihinsel ve ruhsal birer baskı oluşturduğunu görebilmemiz gerekiyor. Bu bağlamda eğer dikkat ederseniz, belirtmiş olduğunuz 1980-1999 yılları arasında geçen deneyimleri kılgılayan insanların handiyse tamamı, bugün sistem tarafından entegre edildiler. İşte bu entegrasyonun en önemli sebebi, söz konusu insanların semboller üzerinden düşünen zihinsel tembelleri oluşturuyor olmasıydı. Semboller üzerinden düşünmek demek, yuvarlamak demektir. Yani semboller üzerinden düşündüğünüzde, içeriği ve kontrolü kaybeder ve sembollerin sizi sürüklediği alanlarda kendinizi kaybedersiniz. Söz konusu insanların en önemli zaaflarından biri, soludukları atmosferin kendilerini topluma göre kökü-dışarıda bir hale getiren zihinsel düzenleriydi. Toplum strüktüründe ve ambiance’ında nelerin yer alabileceği konusunda hazır metinleri, kitapları vardı ve bu beslenmeler, içinde bulundukları sisteme rağmen mümkün olabiliyordu.
 
Oysa bu insanlar, nihayetinde merkezin gücünü çevreye devretmekten önünde sonunda bahsediyor ve toplumun zorladığı yönü görememek konusunda ne yazık ki oldukça becerikliydiler.
 
Teşekkürler…
Fırat Mir DİDAN