İslamcılık, İslam dünyasındaki ‘canlılığın’ motor gücüdür

M. Kürşad Atalar'la son dönemde gündemde önemli bir yer tutan İslamcılık tartışmalarını, moderniteyi ve post-islamcılığı konuştuk

VAN 5.10.2012 21:40:22 0
İslamcılık, İslam dünyasındaki ‘canlılığın’ motor gücüdür
Tarih: 01.01.0001 00:00
 

Asım Öz/ Dünya Bülteni

İslamcılık tartışmalarında ortaya çıkan düşünsel sorunları, farklı konumlanışları, moderniteyi, düşüncenin okullaşmasını, post-İslamcılığı, Seyyid Kutub ve Said Nursi karşılaştırmasının anlamlı olup olmadığı gibi konuları M. Kürşad Atalar'la konuştuk.

Son dönemde yapılan İslamcılık tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu tartışmalardan İslamcılık adına ümitlenmek mümkün mü?

Son dönemde yapılan tartışmaları 'keyfi' buluyorum; çoğunluk, bulunduğu pozisyonu meşrulaştıracak şekilde konuşuyor ve yazıyor. Tartışmanın bu şekilde gerçekleştiği durumlarda pek 'hayır' hâsıl olmaz. Bu ve benzeri tartışmaların verimli olabilmesi için, öncelikle 'tanım'ın analitik olması gerekir ki, muhataplar öne sürülen görüşleri 'test' edebilsin. Ayrıca "bana göre İslamcılık şudur" tarzı indi değerlendirmelerin de pek bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Hele hele İslamcılığın akıbetini Milli Görüş partileri üzerinden değerlendirmek artık tartışmanın iyice sulandırılması anlamına gelir ki, maalesef süreç genellikle bu şekilde işliyor.

Bu süreçte farklı İslamcılık tanımlamaları da gündeme geldi.  Siz İslamcılığı nasıl tanımlıyorsunuz?

İslamcılık, yaklaşık bir asırlık tecrübesi olan bir siyasi ve sosyal akımdır. İdeolojiktir; siyasal ve sosyal amaçları vardır. İslam'ı (her anlamda) iktidar etmek gibi 'özsel' bir amacı vardır. İslamcı, İslam'ı bir 'hayat tarzı' olarak gören kişidir. O nedenle de günlük pratiklerinden tutun, siyasal görüşlerine varıncaya kadar kendini sadece İslam ile tavsif eder. Kelimenin sonundaki 'cı' ekinin de gayet açık bir şekilde ima ettiği gibi, İslamcı, İslam'ı – kelimenin her anlamıyla – savunan ve sahiplenen kişidir. Nasıl ki Marksist Marks alıp-satan kişi değilse, İslamcı da (kimilerinin komik bir şekilde savunduğu gibi) İslam alıp-satan kişi değildir. Marksist Marks'ın görüşlerini benimseyip savunan kişidir; İslamcı da İslam'ın doğrularını benimseyip savunan kişidir. Bu terim, Batılı (ve ondan mülhem yerel) literatürde 'Islamist' teriminin karşılığı olarak kullanımında da esas itibarıyla bir sakınca yoktur. Zira burada İslam'ı "ideolojik bir içerikle savunan kişi"yi geleneksel olarak 'Müslüman' olan geniş yığınlardan ayırt etme kastı vardır ve kanımca da bu ayrıştırma çabası doğrudur. Zira İslam dünyasında yaklaşık bir asırlık bir Öze Dönüş çabası vardır; bunun için büyük bir entelektüel ve ilmi gayret gösterilmiş ve ciddi bir ilmi birikim hasıl olmuştur. Bu sürece katkısı bulunanları geleneksel inanca sahip olan kitlelerden ayırt etme çabasının doğru olduğuna kuşku yoktur.

İSLAMCILIĞIN İLMİ BİRİKİMİ

Oluşan ilmi birikim ifadesiyle neyi kast ediyorsunuz?

Öncelikle düşünsel birikimi kast ediyorum. Malum beşer düşüncesi zaman içerisinde gelişir, evrilir ve sistematikleşir. İlk dönem siyasi, fıkhi ve itikadi mezheplerin gelişim süreci de böyle olmuştur. Örneğin Ebu Hanife, kendinden önceki belirli bir düşünce tarzını sistematikleştiren kişidir. Batı'da da Marks'ı sosyalist düşünceyi sistematikleştiren kişi olarak örnek verebiliriz. Burada nasıl bir süreç işliyor? Önce 'okul' dediğimiz akımın ana ilkeleri ortaya konuluyor. Sonra ortaya çıkan meseleler, bu ana ilkelere göre ve artan ilmi çabalarla tanzim ve tasnif ediliyor. Bu isi sistematik bir biçimde yapan kişiye bizler 'okul sahibi' yahut 'mezhep imamı' vs. diyoruz. Çağdaş Müslüman Düşünce'nin başlangıcını da 19. yüzyılın sonu olarak alırsak, o günden bu yana 'yeni düşünce'nin ana ilkelerinin tespit edildiğini ve ortaya çıkan meselelere çözüm bulmak için belirli tarzların oluşmaya başladığını görüyoruz. Ancak bunları henüz 'sistematik' bir hale koyabilmiş değiliz. Bu işi başaracak kişilerin de yine 'ekol/okul sahibi' olarak nitelenmeyi hak edeceğini düşünüyorum. Süreç olumlu işliyor; ilmi birikimimiz artıyor. İnşallah sistematikleşme aşamasını da aşarız.

İslamcılığı tanımlarken bazı isimler eleği oldukça geniş tutuyor. Yaşar Nuri Öztürk'ü bile bir şekilde İslamcılığa dâhil ediyor. İslamcılığı tanımlarken veya Müslümanların oluşturduğu yapıları değerlendirirken İslamcılık incelemelerinde yer verilen Türkiyeli isimleri ve yapıları İslamcılığa dahil etmiyorsunuz. Mesela Milli Görüş partilerini. Bu tavır 'sekter' bir tavır değil mi?

Bendeniz, İslamcılığı tanımlarken belirli 'analitik' kriterlerden hareket ediyorum ve İslami Uyanış olgusu içerisinde yer alan farklı grupları 4 terim üzerinden tasnif etmeye çalışıyorum. Bunlar "din-siyaset ilişkisi", 'modernizm', 'gelenek' ve 'yöntem'dir. Bu bağlamda din ve siyaset arasında doğrudan ilişki kuranları İslamcı olarak tanımlıyorum; ikisi arasında 'özden' bir ilişki görmeyenleri ise, farklı yaklaşımlarına göre 'modernist' veya 'gelenekçi' olarak tanımlıyorum. Modern kavram ve kurumlara kökten eleştiri getirme noktasında ise İslamcı'yı yine diğer iki kategoriden ayrı tutuyorum ve moderniteye yönelik İslamcı eleştirinin 'gelenekçi' eleştiriye göre daha derinlikli ve etkili olduğunu savlıyorum. Gelenek eleştirisi noktasında ise yine benzer bir şekilde İslamcı eleştirinin, modernist eleştiriden daha kapsamlı ve etkin olduğunu ileri sürüyorum. Yöntem konusunda ise yine İslamcı, diğer iki kategoriden bariz bir şekilde farklılaşıyor ve 'nebevi' olarak nitelediği bir ilkesel tavrı öneriyor. Gelenekçi ve modernist yaklaşımda ise, İslamcı söylemde olduğu gibi sabit ve değişmez bir 'yöntem' anlayışı yoktur. Bendeniz bu temel kriterler üzerinden bir ayrıştırma yaptıktan sonra, bazı isimleri İslamcılığa dahil ederken, bazılarını da dışarıda tutuyorum. Tabii ki 'iddia' da dikkate alınmalıdır. Kişi "ben İslamcıyım" diyorsa, bakılır; iddiasında ne ölçüde samimi ve tutarlıdır. Belirli bir bir samimiyet ve tutarlılık varsa, ona elbette İslamcı denilebilir. Ama biliyoruz ki, şirk koştuğu halde kendini 'Müslüman' sanan insanlar da vardır. Bunlara 'Müslüman' denilemeyeceğini herhalde hepimiz kabul ederiz. O nedenle, tekraren ifade edeyim, bu tür tartışmalarda sorunu çözecek olan, doğru ve analitik tanımlama yapabilmektir.

Bu analitik tanımlamadan hareket edildiğinde İslamcıların genele göre daha az olduğu gibi bir durumla karşılaşmak istenilmediği için mi İslamcılığın tanımı geniş tutuluyor?

Kimilerinin bu tür bir arzusu olabilir. Özellikle de aktif çalışma yapan kesimlerin böyle bir ihtiyacı hissetmesi mümkündür. Çünkü bu kesimler, çalışmalarının sonucu olarak 'kemiyet' unsurunu önemserler. Ancak bendeniz azlık/çokluğu kemiyete göre değil, keyfiyete göre tayin etmenin daha doğru olacağına inanıyorum. Çünkü düşünsel birikim anlamında bir 'çokluk', kemiyet çokluğunu zaten beraberinde getirecektir. "İnsanların fevc fevc Allah'ın dinine girmesi için" öncelikle vahyin inzal olması, liderliğin oluşması ve itaat ilişkilerinin düzene görmesi gerekir. Bu süreçte vahyin inzali belirleyici önemdedir. Beşeri düşünsel süreçlerde de belirleyici olan, düşünsel zeminin sağlam inşasıdır. Tanım çabalarında doğru tanıma ulaşmak, herkes açısından yararlıdır. Dost için de düşman için de. Dost, doğru tanım ile hedefine varır; düşman da kiminle muhatap olduğunu bilir; ona göre tutum takınır. Yani en azından zaman heba olmaz!

İslamcılığın Müslümanlık üzerinden değillenmesi nasıl bir zeminden besleniyor? İslamcılık kavramına niçin ihtiyaç duyuluyor?

Bu bence biraz 'romantik' (hatta 'komik') bir yaklaşım olarak görülmelidir. Bazıları bu noktada terminolojik hassasiyetin önemini gerekçe gösteriyor ki, bu husus gerçekten önemlidir; ama yerinde yapılması şartıyla. Kimileri diyor ki: "İslamcı terimi Kur'an'da yok, gelenekte yok; İslamcı, son asrın ürünü, nevzuhur bir terimdir. Bunu bırakalım ve yerine 'Müslim' kelimesini benimseyelim." Şimdi, iyi güzel de, 'Müslim' kelimesinin Türkçe'de bir 'anlam'ı yok ki. 'Müslüman' deseniz neyse. Müslim, isim olarak bile Türkçe'de yok: Fonetik olarak Türkçe kurallarına uymuyor çünkü! Müslüm diye bir şahıs ismi var; ama o da 'İslamcı' teriminin içerdiği anlamları haiz olarak kullanılmıyor. Unutmayalım ki, dilin 'kullanım'la ilgili bir boyutu vardır. Bunu görmezden gelemezsiniz. Müslümanlar, bir zamanlar Öz Türkçeci akımın düştüğü yanlışa düşmemelidirler.  Lokantaya 'otlangaç' diyebilirsiniz, ama bu tutmaz! İslamcı, 'kullanım'dan dolayı, İslam'ı bir hayat tarzı olarak gören Müslümanların adı olarak yaygınlaşmış bir terimdir ve özünde de İslam'a aykırı bir içerik yoktur. Bunu 'domatesçi', 'patatesçi' gibi pazarda satılan bir şey olarak görüp reddetme tavrı gerçekten komiktir. Bazı kesimler bunu yaptığı için böyle söylüyorum. Etrafında gürültülü tartışmaların cereyan ettiği bir kelime için böylesine basit bir gerekçeden hareketle reddiyeci bir tavır benimsemeyi doğru bulmuyorum. Ha, tabii ki zaman içerisinde, yine yaygın kullanımdan dolayı, 'Müslüman' kelimesi İslamcı teriminin yerini alırsa, o zaman İslamcı terimi bırakılır ve 'Müslüman' kelimesi kullanılır (dikkat edelim, bu terim de Arapçası 'Müslim' olan terimin Türkçeleşmiş halidir!).

İSLAMCILIK VE MODERN KAVRAMLARIN ELEŞTİRİSİ

Peki, burada şu soruyu sormak gerekmiyor mu: İslamcılık kavramını eleştiren isimlerin demokrasi, özgürlük başta olmak üzere liberal kavramların hiçbiri hakkında en ufak bir eleştiri yapmamasını nasıl yorumlamak gerekir?

Bu da tabii önemli bir konu. Bunun değerlendirmesi basit. Bu terimler modernitenin 'eril' kavramlarıdır ve bu tür bir eleştiriyi yapmak 'bedellidir.' Çokları, bu bedeli ödemek istemedikleri için eleştiri yapmıyorlar. Bırakınız laik kesimleri, Müslüman (hatta 'İslamcı') olduğunu söyleyenler dahi genellikle bu kavramlar hakkında eleştirel konuşmuyor. İslamcılık adına tartışmaya katılanların bu sahaya girmek istememesi ise, laik kesimin tartışmaya 1-0 önde başlamasına neden oluyor! Bu şekilde başlayan karşılaşmaların sonucu ise malumdur!

İslamcıların kavramlar konusunda eleştirelliği bırakmalarını veya öncelememeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hangi İslamcılar kavramlar konusunda eleştirelliği bırakmış, önce ona bakmak lazım. Birilerinin birilerine İslamcı demesi ve bu sıfatın üzerine yüklendiği kesimlerin eleştirelliği bırakması, bir takım yargılara varmak için sağlam bir zemin teşkil etmez. Öncelikle eleştirelliği bırakanların İslamcı olup-olmadığı yahut İslamcılık düzeyleri belirlenmelidir. Bana göre, İslamcı olduğu söylenen yahut bir dönem kendisini öyle tanımlayan ancak daha sonra "değiştim" vs. diyerek İslamcılıkla ilişkisini koparan kişiler üzerinden değerlendirme yapmak yanlıştır. Gerçekten İslamcı olup da eleştirelliği bırakan var mı, ona bakmak lazım. Bence bu mümkün değildir. Makam, şöhret, kadın vs. için İslamcılığı fiilen bırakmış olanlar üzerinden yapılan değerlendirmelerin tümü boşa vakit kaybıdır. Bunu söylerken, süreç içerisinde yaşanan gelişmelerin yeniden değerlendirilmesinin de bir gereklilik olduğunu söylemem gerekiyor. Yani bir 'özeleştiri' her zaman yapılmalıdır ve bugün de yapılmaktadır. Fakat eleştiri 'asıllara' yönelik olunca, artık, bunun bir İslamcılık tartışması olmaktan çıktığını da görmemiz gerekiyor. Değişenler, dönüşenler üzerinden bir değerlendirme yapılamaz. Değişmeyen ve dönüşmeyenlerin başarı veya başarısızlığı ise her zaman zaten tartışılacaktır ve tartışılmalıdır da.

İSLAMCILIK VE İKTİDAR TALEBİ

Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde 'İslam Devleti' kavramının İslamcı söylemin ana ideolojik unsurlarından biri olduğunu ve bu söylemin Türkiye özelinde entelektüel olarak doksanlı yıllarda kitlesel olarak ise 28 Şubat sonrasında eleştirildiğini görüyoruz. İslamcı çevreler içinden gündeme getirilen bu eleştirilerin sebeplerini ve sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz?

İslam Devleti kavramına getirilen eleştirileri, 'terminolojik' olarak tutarlı bulmuyorum. Zira 'devlet' kelimesinin yaygın anlamında 'ulus-devlet'i doğrudan çağrıştıracak unsurlar yoktur. Terim Arapçadır ve Türkçede çoğunlukla 'siyasal erk'i karşılamak için kullanılır. Bu açıdan kelimenin 'nötr' bir manası vardır ve kullanımında bir mahzur yoktur diye düşünüyorum. Ama tabii ki bu eleştiriler 'anlamlı'dır. İslam Devleti kavramına itiraz edenlerin önemli bir kısmı, tartışmayı götürüp İslam'ın bir ideoloji olmadığı veya iktidar talebinin bulunmadığı noktasına bağlıyorlar ki, bu noktada öne sürdükleri gerekçeleri bendeniz temelde tutarsız görüyorum, bazılarının ise 'maksatlı' olduğunu düşünüyorum. Tutarsızlık şuradadır: İslam, hakikati temsil eden ve onun için 'hakim' olmak ister. Bu, açıkça bir 'iktidar talebi'ni beraberinde getirir. Bu yönüyle de İslam'ın 'ideolojik' bir içeriği vardır. "İslam'ın belirli bir devlet modeli yoktur" tezini bu açıdan 'masum' görmek mümkün değildir. Çünkü anlam tazammunlarında, "her türlü rejim İslami olabilir" gibi bir ima bulunmaktadır ve o yüzdendir ki, bu söylemi popüler manada ilk kullanan Ali Abdurrazık'tan sonra Abdülvehhab el-Efendi çıkıp: "tarihsel süreç içerisinde tecrübe edilen demokrasi de sosyalist model de, başkaları da pek ala İslami olabilir" diyebilmiştir! Dikkat edilirse, bu söylemi kullananlar, çoğunlukla, tartışmaların akabinde, modern devlet modellerinden biri veya birkaçını olumlama yaklaşımı sergilerler. Bu boşuna mı böyle oluyor? Sanmıyorum. Bu, ya modernitenin kavram ve kurumları karşısında hissedilen aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor, ya da birileri 'bilinçli' olarak bu söylemin yaygınlaşmasını istiyor. Zira tezin temelinde ben 'bilgi' unsurunu görmüyorum. Bilgi unsuru temelde değilse, diğerleri zaten hakikat iddiası anlamında dikkate alınacak şeyler değildir. Siyasi hesaplar, sömürgeci amaçlar, nefsi arzular vs. sürecin içine dahil olabilir, ancak bunları fazla önemsememek gerekiyor. Önemli olan iddianın çürük olup olmadığıdır. Zira insanların akıllarını çelecek olan aslen budur. Bu noktada Müslümanlar, 'art niyet' vs. gibi unsurları fazla öne çıkarmamalı, bu tür iddiaların çürüklüğü üzerinde durmalıdırlar. Tabii bunun için de ilmi açıdan donanımlı olmak gerekiyor.

MODERNİTENİN MAĞLUP EDİLMESİ

Peki İran İslam Devrimi'nin tıkanma noktaları İslamcıların iktidar ve devlete ilişkin bakışlarında kırılmalar meydana getirdi denilebilir mi?

Bir bakıma denebilir. Fakat bu tür 'dışsal' faktörler, kırılmanın asli nedeni olamazlar. İslamcılığın iktidar ve devlete ilişkin görüşlerinde bir kırılma meydana geliyorsa, bu, aslen, İslamcı düşüncenin kendisindeki bir 'zaaf'tan kaynaklanıyordur. İran'da tecrübe elbette önemlidir; ancak bunu 'belirleyici' önemde görmek kanımca yanlıştır. Bana göre Çağdaş Müslüman Düşünce, yaklaşık bir asırlık tecrübesinde önemli gelişmeler kaydetmiştir; ancak 'okullaşma' noktasında hala zaaflarla malüldür. Bu zaafları ortadan kaldırmak için ise öncelikle 'malumat' zenginliği olmalı; ardından ilmi bir 'özümseme' faaliyeti sonucunda 'sistematik' ve 'mezhep tutarlılığı içeren' neticelere ulaşılmalıdır. Siyasal kavramlar konusundaki zaafın asli sebebi de, yine düşüncenin okullaşamamasıdır. İran'daki devrim, çoğunlukla geleneksel düşüncenin kavramlarına dayalı olarak gerçekleşmiştir; pratik de tabii ki çoğunlukla gelenekle uyumlu olacaktır. Humeyni ve Şeriati'nin kimi görüşlerinin, 'çağdaş' unsurlar içerdiği elbette inkâr edilemez. Mesela kanımca Velayet-i Fakih kavramı terminolojik olarak gelenekseldir; ancak içeriğe baktığımızda, geleneksel Şia düşüncesini kökünden değiştirecek unsurlar içermektedir. Hakeza Ali Şeriati'nin toplum ve siyaset konusundaki kimi düşüncelerinin de Devrim'in gerçekleşmesinde payı olduğuna kuşku yoktur. Fakat bunların geliştirilmesi ve bir 'siyasal düşünce' yahut 'siyasal teori'ye evrilmesi gerekmektedir. Bunu sağlayacak olan şey, 'ilim'dir; ilmin artırılmasıdır. Sadece İran'da değil, Sünni dünyada da iş gelip bu noktaya dayanmıştır. Tıkanma noktası da burasıdır. İnşallah 'düşüncenin okullaşması' ile birlikte bu tıkanıklık aşılacaktır. Ancak bunun için de yapılması gerekenler vardır. Bendeniz bu noktada 'kurumsal' bir faaliyetin adeta 'zorunlu' olduğunu düşünüyorum. Bu yapı, geçmişte Beyt'ül-Hikme örneğinde gördüğümüz bir işlevin benzerini görmelidir. Kurumun amacı da, modernite ve İslam düşüncesinin derinlikli ve yetkin bir şekilde bilinmesi, mukayese edilmesi ve sonuç itibarıyla modernitenin 'mağlup edilmesi' olmalıdır. Bu amaçla kurulacak ve yoğun ilmi çalışmalar yapacak bu yapının, üniversite, akademi, enstitü (hatta medrese) vs. gibi bilinen kurumlardan farklı olması gerektiğini de burada ifade etmem lazım. Bu bir 'Düşünce Okulu' olmalıdır. İslam Dünyası'nın herhangi bir yerinde (hatta başka coğrafyalarda bile) kurulabilir. Ama faaliyetlerini mutlaka "İslam'ın Hakikat İddiasının ispatlanması ve Modernitenin mağlup edilmesi" amacı belirlemelidir. Bu noktada 'proje' denilebilecek bazı düşüncelerim de var ve uygun bir zamanda bunları da kamuoyu ile paylaşmayı düşünüyorum.

Batıda yaşayan Müslüman düşünürlerin genellikle Batı ile uyumluluğu gündeme getiren enstitü gibi yapılanmaları var. Bu yapılanmaların geneli de 'ideolojik' olandan ziyade kültürel olanı önceliyorlar. Düşünce okulu neyi ifade ediyor?

Düşünce Okulu tamamen ideolojik maksatlarla kurulacak bir okul olacaktır. Amacı moderniteyi mağlup etmek suretiyle İslam'ın küresel çapta etkinlik kazanmasıdır. Bu nedenle, Batı'daki yapılardan kökten farklı olduğunu söyleyebilirim. Zaten o yüzden mevcut kurulu örneklerden biri olmayacak diyorum. Özetle, bu okulda öncelikle 'gerçek İslamcılar' görev alacaktır. Zira İslam'ı ideolojik içeriği ile benimsemeyen kişilerin modernite karşısında fazla tutunması mümkün değildir. Sürecin bir aşamasında ya liberal ya sosyalist ya da demokrat olup çıkarlar! İslam bilgisi bu okulda modernite bilgisinden önce gelecektir. İslam'ı iyi bilen kişilerden oluşan bu okulda moderniteyi de iyi bilmek de 'asli bir şart' olacaktır. Sonra bu ikisi arasındaki 'karşılaştırma'nın yetkin düzeyde yapılması aşaması gelecektir. Bu iş, zaten en zorlu süreçlerden biridir. Birçokları, çok şeyleri bilirler ama bu 'yığma' tarzı bir bilgi olur. Özümseme ve sonuç çıkarmak, ayrı ve meziyet gerektiren bir iştir. Bunu, bu okulda verilecek ve 'donanım'ı esas alan müfredat programı sağlayacaktır. Bu müfredata ilişkin somut önerilerim var ama şimdilik bunlar bende kalsın. Son olarak da, kavramsal tasnif aşaması gelecektir ki, bu aşamaların sonuncusudur. Yapılırsa zaten modernite mağlup edilmiş demektir! Burada kriter, Gazali'nin zamanında söylediği: "Yunan filozoflarının 19 noktada batıl şeyler söyledikleri, 3 hususta da küfre girdikleri sonucuna ulaştım" tarzı bir cümleyi kurabilmektir. Yani moderniteyi kavramsal bazda tasnif edecek ve onun özellikle de yanlışlarını ortaya koyacak bir ilmi çaba lazımdır. Öğrencilerinin, kayıt yapılmadan önce zeka testinden geçirildiği, birçok dil bilerek mezun olduğu, temel fen ve sosyal bilimler alanında kaliteli eğitim verilen ve bu arada beden eğitiminin de eklemlendiği bir müfredat programından mezun olmuş öğrencilerden herhalde en azından birkaç tanesi böylesi bir 'potansiyel'e sahip olur diye düşünüyorum. Tabii ki şunu da eklemem lazım ki, bu okul, 'düşüncenin okullaşması' sürecinde sadece 'yardımcı' unsur olarak işlev görecektir. Düşüncenin Okullaşması sürecinin asli sorumlusu, toplumdur. Görevi toplum icra edecekse, toplum içerisinde bir 'eleştirel kitle'nin varlığı da zorunludur. Aksi takdirde okuldan fildişi kulelerden konuşan insanlar yetişir. Biz ilmi salih amel için istiyoruz; entelektüel gevezelik yapmak için değil!

Bugün İslamcılık olarak andığımız bazı eğilim ve yönelimleri ifade etmek için kullanılan İslami hareket, şuurlu Müslüman, İslamlaşmak veya öze/kaynaklara dönüş gibi çok farklı kavramlar var. Bu kavramlar hakkındaki kanaatiniz nedir?

Bendeniz kavramların İslamileştirilmesinde gelişigüzel yaklaşımları önlemek için bir 'yöntem' kullanmamız gerektiğini düşünüyorum ve burada 'kök-anlamlılık' yöntemini öneriyorum. Daha önce bu yöntemi kullanarak bazı yazılar yazdım. Demokrasi, özgürlük ve İslami hareket kavramları üzerine yazmış olduğum yazıda ilk ikisinin İslamlaştırılamayacağını, ama ikincisinde bir sorun bulunmadığını (gerekçeleriyle beraber) yazdım. Bu yöntemi bütün kavramlar için uygulamak mümkündür diye düşünüyorum. Sizin sorduklarınıza ilişkin olarak ise şunları söyleyebilirim: şuurlu Müslüman tabirinin kullanılmasında (tıpkı 'günahkar mümin' tabirinde olduğu gibi) bence bir mahzur yoktur. Gerçi "her müminin şuuru vardır" gibi bir cümle de kurulabilir. Ancak burada 'kasıt' yaptıklarının bilincinde olmaktır ki, 'bilinç düzeyi' kişiden kişiye değişir. O nedenle, bu farkı vurgulamak bakımından bu tabirin kullanılmasında bir mahzur yoktur diye düşünüyorum. İslamlaşmak (yahut Müslümanlaşmak) terimini de Türkçe kurallarına aykırılığı olmayan bir 'kullanım' olarak görmek mümkündür. Bununla kast edilen, İslam'ın ilkelerine uygun bir yaşam sürmek kast edilmektedir ki, bu mananın olumlu olduğu izahtan varestedir. Öze Dönüş ise, özden kopuşun görüldüğü dönemlerde 'anlamlı' ve 'olumlu' bir tabirdir. Öz, Kur'an ve Sahih Sünnet ise, bunlardan uzaklaşılan dönemlerde buna dönmenin gerekliliği açıktır.

İSLAMİ HAREKET, CEMAAT VE AİLE

Hayreddin Karaman'ın son yayımlanan kitabının adı İslami Hareket ve Öncüleri. İslami hareket kavramsallaştırması konusunda Kelim Sıddıki özelinde yapmış olduğunuz eleştiriler var.  İslami hareket kavramı neyi ifade ediyor?

İslami Hareket, kelime manası itibarıyla, İslam için yapılmış hareket'i karşılar. Kavram olarak ise, İslam'ın sosyal ve siyasal amaçlarını gerçekleştirmek isteyen hareketin karşılığı olarak kullanılır ki, tabirin bu anlam içeriği ile İslam'la çelişen bir yönü yoktur. Tıpkı 'İslamcı' (Islamist) kelimesinde olduğu gibi, İslami Hareket (Islamic movement) de, esas itibarıyla Batılı siyasal terminolojinin ürettiği bir tabirdir. Yaklaşık bir asırdır belirli manaları kast etmek için kullanılmaktadır ve İslam tarihinde daha önce kullanılmamış bir ifadedir. Ancak kanımca bu tabir, 'islamileştirilebilecek' ifadeler arasında yer alır. Zira hem anlam tazammunları itibarıyla hem de 'kullanım'ı itibarıyla, İslam'la çelişecek bir unsuru yoktur. Batı'da 'toplum' (society)'un inşasından sonra ortaya çıkan ideolojik akımları kast etmek için kullanılmıştır. Bizde Batı tarzı bir 'toplum' olmadığı,bizim sosyalitemizin daha çok 'cemaat'e benzediği gerekçesiyle belki terime yönelik bir itiraz getirilebilir; ancak ben bu eleştiriyi de çok haklı bulmuyorum. Zira bu terim, İslam'ın ideolojik ve siyasal boyutlarını anlatırken belirli bir sosyal örgütlenmenin önemini vurgulamak açısından işlevseldir. Bu işlevi, yine kullanımdan dolayı önemsizleşirse, o zaman tabii ki terk edilebilir.

İslamcılığın dönüşümü meselesi tartışılırken sıkça vurgu yapılan cemaat ve aile gibi kavram ve yapıların öne çıkarılması postmodernitenin etkileri gibi geliyor bana...

Bu tezlerin öyle bir görüntü verdiğini ben de kabul ediyorum. Zira cemaat'i toplumun, aileyi de bireyin karşısına koyduğunuz zaman, bu tipik manada 'anti-modernist' (yahut postmodern) bir duruşu çağrıştırıyor. İçeriğe baktığımız zaman, İslami bir hissiyatla bu görüşün savunulduğunu görüyoruz, ancak tabii ki bizi tezlerin mahiyeti bağlamalı. Bendeniz, modern kavramların karşısına 'geleneğin' kavramlarının çıkarılmasını doğru bulmuyorum. Gelenekte, doğru ve eğri birbirine karışmış bir haldedir. Bunları birbirinden ayırmak gerekir. Aslında söylemde herkes bunu kabul ediyor; ama iş icraata geldiğinde, ilmi birikimimizin yetersizliği yüzünden, net bir sonuca varamıyoruz. Evet, bu ayrıştırma nasıl yapılacaktır? Bunun yolu bence ilmimizi artırmaktır. O meşhur duayı (yani: "Rabbim! ilmimi artır" duasını) bir kez de bu gözle görelim diyorum.

İSLAMCILIĞIN 'TEMEL DİNAMİĞİ'  VE SEYYİD KUTUB

Türkiye İslamcılığının belirgin nitelikleri nelerdir?  İslamcılığın her zaman "eklektik" olduğu şeklindeki genel kanaat doğru mu?

Doğru değildir; zira İslamcılığın 'temel dinamiği' içseldir. Batılı sömürgenin en yoğun olduğu dönemde 'başlangıç' hamlesini yapabilmesini zaten başka türlü izah etmek mümkün olmaz. Ancak 'sistematiklik' noktasındaki zaafı yine baştan beri vardır ve devam etmektedir. İlk dönemde 'savunmacı' bir karakteri olduğu da doğrudur; fakat aradan geçen bir asrı aşkın zaman içerisinde son derece 'özgüvenli' bir söyleme de kavuşmuştur. Özellikle de Kutub ve Özkan'ın yazılarında bunu net olarak görmek mümkündür. İslamcılığın belirgin nitelikleri olarak, tipik manada siyasal erk talebini, modernitenin temel kavramlarına yönelik ideolojik mahiyetli eleştirisini, tasavvuf ve mezhepler örneklerinde görüldüğü gibi köklü gelenek eleştirisini ve nebevi yöntem konusundaki hassasiyetini sayabiliriz. İslamcılık, bu özellikler ile, kanımca, son asırdaki Uyanış olgusunun 'motor gücü'dür. İslam dünyasının dinamizmini de esas itibarıyla bu akım belirlemektedir. Tarih, ilerde bunu böyle yazacaktır.

Siz İslamcılık akımı içinde Seyyid Kutub'u çok önemsiyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

Kutup, Afgani-Abduh çizgisinin ideolojik ve siyasal içeriğini zenginleştirmesi bakımından önemlidir. Yapmış olduğu 'cahiliye' tanımı gerçekten (dönemine göre) 'orijinal'dir. Döneminin siyasal şartlarında böylesi bir değerlendirme yapabilmesi, onun Müslüman Kardeşler hareketinden ayrılmasının da temel nedenlerinden biridir. Ayrıca daha önce bu boyutta yapılmamış olan bir 'yöntem' tartışmasını başlatmıştır ki, buradaki önerileri de somuttur. Bütün bunların ötesinde o bir 'müfessir'dir ve Tefsir'i de içeriği, üslubu ve yöntemi bakımından orjinaldir. Özellikle de çağın insanının İslam'ı "bir hayat tarzı" olarak benimsemesinde sürekli okunup-yararlanılabilecek mahiyettedir. Bu nedenle örneğin Mevdudi'nin tefsiri de değerli olmakla birlikte, ders halkalarında Fi Zilal kadar kullanılamamaktadır. Son olarak, tabii ki Yoldaki İşaretler adlı eseri, bir nevi 'manifesto' özelliğindedir ve dönemimizin pek çok Müslümanının bilinçlenmesinde önemli katkıları olmuştur. Kutup, bence, (Mevdudi ile birlikte) Afgani-Abduh söylemiyle başlangıç yapabileceğimiz Uyanış sürecinin 'bir ileri aşaması'nı temsil etmektedir. Bu noktada Ali Şeriati'nin ismini de anmamız gerekiyor. O da, zannımca, bu sürecin (modernite ile hesaplaşmak açısından) başka bir ileri aşamasını temsil etmektedir. Tabii ki, bu süreç işliyor ve gelişmesini de sürdürüyor. Ama henüz 'okullaşma' aşamasına gelemedik. Bu aşamayı aştığımızda, sadece İslam dünyasında değil, küresel ölçekli 'büyük değişim'in teorik altyapısının hazır olacağını düşünüyorum. Geriye tabii ki 'icraat' kalıyor! Ama bilelim ki, uzun soluklu icraatlar, hep, sağlam teorik temellere dayalı olarak gerçekleşmiştir.

Türkiye İslamcılığına Seyyid Kutub'un katkıları denildiğinde ne söylenebilir?

Kutub'un katkısı, kelimenin gerçek anlamıyla, 'büyük' olmuştur. Hâlâ da Yoldaki İşaretler'i okuyanlar, özellikle de gençlik kesimi, kitaptan etkilenmektedirler. Çünkü temel meseleler hala devam etmektedir. Örneğin küresel ölçekte La ilahe İllallah Davası'nın sürdürülmesi, örnek bir Kur'an Nesli'nin oluşturulması ihtiyacı hala devam etmektedir. Yöntem tartışması ise hala canlılığını korumaktadır. Türkiye örneğinde 'dernekleşme' ve 'vakıflaşma' eğiliminin arttığı bir vasatta Kutub'a atıfta bulunmamak mümkün müdür? O, İslami Hareket'in bir 'sosyal yardım kuruluşu' olmadığını vurgularken tam da bunu söylemektedir. Kutup adına anma toplantıları düzenleyen ama 'sosyal yardım kuruluşu' olma yolunda da hızla ilerleyen kesimlerin "Kutub'u yeniden düşünelim" önerisini daha sık dillendirmelerine bakılırsa, onun 'yöntem' konusundaki uyarılarının hala geçerli olduğu ortadadır.

POST-İSLAMCILIK TARTIŞMALARI

Sosyal yardım kuruluşlarını gündeme getirdiniz. Bu çerçevede Asaf Bayat tarafından gündeme getirilen post-İslamcılık kavramı hakkındaki kanaatiniz nedir?

Asaf Bayat, bilebildiğim kadarıyla, görev yerine hak kavramını, otoriterlik yerine çoğulculuğu, metne bağlı yorum yerine tarihselciliği, geçmiş yerine de geleceği önceleyen bir yaklaşımı öneriyor. Bunların tamamı, İslamcılığın tezlerine zıt şeylerdir ve Batı dünyasının Müslüman için öngördüğü 'yeni düzen'in düşünsel temellerini oluşturmaktadır. Görev yerine hak kavramını geçirirseniz, Batılı 'insan hakları' söylemini benimsersiniz ki bu durumda, içki içmek, açık-saçık gezmek hatta birey olarak uyuşturucu kullanmak, zina etmek vb. açık haramlara (en azından) ses çıkarmamanız gerekir. Otoriterlik yerine çoğulculuğu öne çıkarmak da ilkiyle uyumlu bir tavırdır ve 'plural' düzen Batılı liberal veya demokratik siyasal rejimin temelini oluşturur. Tarihselcilik tartışması ise zaten yapılmıştır ve tarihselci bakışın temel noktalarda İslami olmadığı artık bilinmektedir. Geçmiş yerine geleceği önceleyelim derken ise, Bayat'ın bir gelenek eleştirisi yapmadığı bilakis moderniteyi veya postmodern anlayışı önerdiği açıktır. İslamcılığı geçmişi savunan bir akım olarak görmesi, bence Bayat'ın meseleyi hiç anlamadığını gösteriyor. İslamcılık, aslında, Batı düşünce tarihinde 'protestan itiraz'ın yaptığını yapıyor. Yani onların diliyle konuşursak, böyle söyleyebiliriz. Batılı bütün demokratik ve liberal düşünürler, Protestanlığın bu noktada 'değerli' olduğunu kabul ederler. Hele Weber'in ünlü tezinden sonra, Batı'da kimse Protestanlığı Aydınlanma karşıtı bir akım olarak filan gördüğünü söylemeye dahi cesaret edememektedir. Bayat konuya bu açıdan bakmak yerine, İslamcılığın 'geçmiş'i önerdiğini ve bu yüzden terk edilmesi gerektiğini söylüyor. Bence fena halde yanılıyor. İslamcılık, İslam dünyasındaki 'canlılığın' motor gücüdür. İslam dünyasındaki devinimlerin mahiyetine bakıldığında bu net olarak görülür zaten.

Peki, Kutub'tan hareketle oluşturulan merhalecilik yaklaşımının İslamcılığın toplumsallaşma sürecinin ve siyasi bir hareket vasfı kazanmasının sürekli olarak "geleceğe ertelenmesini beraberinde" getirdiği şeklinde yapılan eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu tür eleştirilerin haklı olmadığını düşünüyorum. Bu eleştirileri, daha çok 'acilci' kesimler dillendiriyor ve onları anlayabiliyorum. Zira bu tür kesimlerin ekserisinin 'yakın-vadeli' amaçları vardır ve bunları gerçekleştirmek, bu yapıların 'varlığı' açısından zorunludur. Aksi takdirde, çalışma yapmamakla suçlanırlar çünkü! Halbuki Kutup, yeni bir 'toplum' tasarlamaktadır ve malumdur ki, toplum inşa etmek zordur. Zaman alır ve ciddi emek ister. O yüzden 'merhalecilik' hem akli hem de (aslında) pratik bir yoldur. Hedefe en yakın yol, hedefe götüren yoldur. Uzun olabilir; ama en azından 'yanlış' yoldan daha yakındır. Zira yanlış yolda olan 'ters istikamette' gider ve attığı her adım zaman kaybıdır. Fakat uzun (ve doğru) yolda atılmış her adım, hedefe götürücüdür. Mesele aslında bu kadar basittir.

Sizin son dönem yazılarınızda gündeme getirdiğiniz ilimde yetkinlik meselesi de erteleyen bir yanı var gibi. Ne dersiniz?

Hayır, bilakis meseleyi kökünden 'çözücü' yanı vardır! Şöyle izah edeyim: benim önerim, aslında 'değişim'in gerçek niteliğiyle gerçekleşmesini hedeflemektedir. Doğrudur, zaman alıcıdır ve uzun soluklu çalışmaları gerektirmektedir. Ama sonuç almak isteniyorsa, bu tür çalışmak da zorunludur. Kolaycılık, sonuç getirmez. Kolay elde edilen şeyler de zaten pek değerli olmaz! Bendeniz, küresel hakimiyeti elinde bulunduran modernitenin teorik temelleri (tıpkı Gazali'nin Yunan filozoflarına karşı verdiği mücadelede olduğu gibi) yıkılmadıkça, siyasal hakimiyetinin de temelli ortadan kaldırılamayacağını söylüyorum. Yanlış bir şey mi söylüyorum? Ama "hadi gelin bunu yapalım" dediğimizde, elimizde Ali Şeriati ve Bin Nebi'den başka (yahut kısmen Kutup ve Mevdudi'den başka) ciddi sözler söyleyen kimse kalmıyor. "Daha iyisini yapabiliriz?" demek suç mu? Bence yapabiliriz. Ama tabii ki çok çalışmamız gerekiyor. Bunu yaptığımızda da, bugünün küresel şartlarında bizim önümüzde kimselerin durabilmesi mümkün değildir. Çünkü dünyayı Hakikat İddiasının İspatlanması değiştirir. Bu iddia, iddia olarak kaldığı sürece, Müslümanların küresel bir başarı kazanabileceğini sanmıyorum. O halde, 'garanti' işlerle uğraşalım. Bunu söylerken, pratiğin önemini inkar etmiyorum elbette ki. Hayat akıp gitmekte ve boşluk da kabul etmemektedir. Benim sözlerimi, akıp giden hayatın olumsuzluklarını 'meşrulaştırma' eğiliminin tehlikesine dair bir uyarı olarak alınız. Ben "var olanı tümüyle meşrulaştırmayalım" diyorum. "Var olanın olumlu yönlerini alalım, eksiklerini de görelim" diyorum. Ancak bunu yaparsak gelişebiliriz. Okullaşma için bence bu şarttır. Okullaşma olduğunda da, "dünya değişecektir."

SEYYİD KUTUB VE SAİD NURSİ

Seyyid Kutub hakkında Batılı literatürde yer alan eleştiriler biliniyor. Bunun yanında Türkiye'ye özgü bazı tercihlerden dolayı Said Nursi ile karşılaştırılarak eleştiriliyor. Bu iki ismi karşılaştırdığımızda nasıl bir manzara ortaya çıkar?

Bence karşılaştıracak yönleri son derece azdır. Belki her ikisinin de 'amacının' İslam olduğu gibi genel bir ifade kullanılabilir. Ancak gerek İslam'ın temel kavram ve kurumlarına bakış, gerekse 'yöntem' konularında taban tabana zıt fikirleri vardır. Üstelik Kutub'un yöntem konusundaki eleştirilerinin ağırlık noktasını Said Nursi ve benzerlerinin takip ettikleri tarzlar oluşturmaktadır ki, belki de en net ayrımı bu hususta yapabiliriz diye düşünüyorum. Tabii ki Kutub'un "İslam'ın bir iman davası" olduğu yönündeki Nursi'nin görüşlerini benimsemesi mümkün değildir. O nedenle de Kutub, çoğunlukla 'siyasal' ve 'ideolojik' içerikli yazmıştır. Said Nursi de ise bu içerik neredeyse hiç yoktur. (Malum, "siyasetten ve Şeytan'dan Allah'a sığınırım" ifadesi de ona aittir!)

Fakat onun burada siyaseti kötü siyaset bağlamında eleştirerek başka bir siyasete vurgu yaptığı şeklinde bir yorum gündeme getiriliyor.

Tabii ki bu yorum yapılıyor ve ben bunu bilerek söylüyorum. Kişi, siyasetten ve Şeytan'dan kaçabilir mi hiç? Kaçsa da, siyaset ve Şeytan onun peşini bırakmaz! Örneğin bugün bile birçok ülkede ekmek fiyatlarına fahiş bir zam yapılsa, halk sokağa dökülüp gösteri yapar. Niçin? Çünkü siyaset, birçok tanımının yanında, "karar alma süreci" olarak da tanımlanır. Yani ülkede alınan en küçük karar dahi vatandaşı etkiler. Bu etkiden hali olabilmek mümkün müdür? İnsan da tabiatıyla buna karşı bir tepki verecektir. Bu tepki dahi 'siyasal'dır. Mesela Said Nursi, ezanın Arapça okunması hususunda Menderes hükümetinin uygulamalarına niçin destek vermiştir? Siyasete karışmayanın buna da karışmaması lazım aslında. Benim söylemek istediğim daha ziyade şudur: 'içerik' açısından Nursi'nin yazılarında Kutub'unkine benzeyen bir'siyasi'  yön yoktur. Aslında Kutup ve Nursi aynı dönemde yaşamış ve küresel anlamda aynı siyasi havayı solumuş insanlardır. Türkiye'de de Mısır'da da Şeriat ilga olunmuştur; modernitenin kavram ve kurumları hakimdir ve Müslümanlar başsız kalmışlardır. Ancak bu genel durumun yorumlanması konusunda (yani siyasal ve ideolojik içerik bakımından) ikisi arasında dağlar kadar fark vardır. Bence halin ilmi'ne sahip olmak bakımından Kutup Nursi'den çok çok ilerdedir. Üstelik Nursi, meşrutiyet, demokrasi vs. gibi kavramlar konusunda da ciddi yanlışlar yapan biridir. Bunları içeriklerindeki ideolojik unsura dikkat etmeden olumlamıştır. Kutup ise bu tür kavramlar konusunda son derece hassastır.

LİBERAL VE SOL ZAVİYEDEN KUTUB OKUMALARI

Peki, İslamcılığı özellikle liberal zeminden hareketle eleştiren isimlerin önce Seyyid Kutub'u eleştirmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Gayet tutarlı bir yaklaşım olarak yorumluyorum. Çünkü Kutub'un görüşlerinin çoğu, liberallerin düşüncelerine zıttır. Her şeyden önce, Kutup düşüncesinde hakikat tektir ve İslam ile temsil olunur. Liberal düşüncenin temel unsurlarından biri ise "farklılıkların hoş görülmesi"dir. Bu temel noktadaki ayrım, diğer birçok ayrılığın da kaynağını oluşturur. Yani aslında Kutub'un görüşleri ile liberaller arasında 'ideolojik' bir ayrılık vardır. Kutub'u 'totaliter' bir kişilik olarak nitelemelerinin nedeni de budur. Ancak bu noktada haklı olduklarını söyleyebilmek mümkün değildir. Kanımca, Kutup ne acilci bir öneride bulunmuştur ne de militan oluşumları desteklemiştir. Mısır'da Tekfir ve'l Hicre yahut Cihad gibi gruplar onun düşüncesinde kendilerine yakınlık bulabilirler; fakat Kutup düşüncesinde onların benimsedikleri tarzları olumlayacak bir içerik yoktur. Kutup, gerçekten bu manada 'merhaleci' bir kişiliktir. Toplumsal değişimi 'şartlar'a bağlar ve bu şartlar gerçekleştiğinde değişimin gerçekleşeceğini düşünür.

Kutub'u sol zeminden eleştirenler onun ekonomiye yaklaşımlarını Keynesçiliğin ötesine geçmediğini belirtiyorlar. Bundan dolayı da Kutub'a karşı Mahmud Taha'yı öncelemek gerektiğini vurguluyorlar. Kutub 'Keynesçi' mi?

Kutup ile Keynes arasında veya başkaları arasında bir ilişki belki kurulabilir ama soruyu "Kutup Keynesçi mi?" diye sordunuz mu iş değişir. Bu sorunun cevabı: "hayır" olur. Çünkü Keynes iktisatçıdır; Kutub ideologdur. Ekonomi konusundaki görüşlerinin Keynesçi öneriye yakınlığı olabilir ama bu onu Keynesçi diye nitelemeye yetmez. Soldan bu tür değerlendirmeler yapanların mantığında insan ya Keynes'i destekler ya Friedman'ı. Başka alternatifi de yoktur. Tıpkı doğruyu ya Marks söylemiştir ya da Adam Smith. Bu bakışaçısı İslamcılar için tutmaz ama onların gözleri hep böyle bakmaya alışkın olduğu için, İslamcılar'ın görüşlerini de yine bir sağ veya sol akımın tezleriyle bağlantılandırmaya çalışırlar. Yaptıkları temel yanlış budur. İslamcılar, esas itibarıyla, görüşleri bakımından 'özgün'dürler. Yahut da şöyle söyleyebiliriz: İslamcıların, solcular veya sağcılar gibi modern Batı düşüncesinin ürünlerine bağlı kalma gibi bir takıntıları yoktur. Ama bu demek değildir ki, onlar da yaşadıkları dönemin ekonomik veya siyasi görüşlerinden etkilenmiyorlar. Hayır, bunu söylemiyorum. İslamcılar üzerinde de 'modern etki' (değişen düzeylerde) vardır. Fakat bu başka bir şeydir; bahsettiğimiz konu başka bir şeydir. Tipik bir örnek olarak 'faiz' konusunu verebiliriz. Faize Marks'ta karşıdır, Kur'an'da. Şimdi "Kur'an Marksist bir ekonomi görüşünü savunuyor" diyebilir miyiz? Yahut da "Marks bu görüşünü Kur'an'dan almış" diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Niçin diyemeyeceğimizi Marks'ı ve Kur'an'ı bilenlher bilir. Keynes'in sosyal devlet yahut Refah Devleti kavramına yönelik vurguları ve talebi artırmanın yolu olarak arz'ı öne çıkaran yaklaşımında Kutub'un ekonomi görüşüne benzer yönler bulunabilir. Ancak bunların 'bağlam'ı farklıdır. Kutub, bu noktada, bence 'fıkhi kurallara' bağlı kalarak yorum yapmaktadır ve bence bu, aradaki farkın temel nedenidir.

İslamcılığın bir asırlık tecrübesinde süreklilik arz eden 'zaaflar' olduğunu belirtiyorsunuz. Bu zaaflar nelerdir? Nasıl aşılabilir?

Bu zaaflar, esas itibarıyla, 'düşünseldir.' Bence Müslümanların maddi potansiyelleri her zaman vardı ve bunları fiiliyata geçirmek her zaman mümkündür. Ama bir 'plan' bir 'proje' olmayınca, potansiyelleri açığa çıkarmak da mümkün olmuyor. Plan ise, bilindiği gibi, öncelikle, 'düşünce' ile ilişkili bir şeydir. Elbette 'tecrübe'nin de plan yapımında payı vardır; fakat bence 'düşünsel süreçler' daha belirleyicidir. Bunu da zaten 'ilimde yetkinlik' olarak ifade ediyorum. Bizdeki zaafın temelinde bu vardır diye düşünüyorum. Bu sorunu çözemediğimiz sürece de, bütün dünyada İslami Hareketler'in ciddi manada başarılı olamayacağını savlıyorum. Buradaki temel tezim şudur: "Hakimiyet İddiası Hakikat İddiasından kaynaklanır." Yani hakimiyet iddiası güçlü olmayan yapılar, hakim de olamazlar. Bugünün dünyasında moderniteyi mağlup edemeyen bir düşüncenin, küresel başarı kazanması mümkün değildir. Meselenin özü budur. Ama daha önce de ifade ettiğim gibi, düşünce giderek gelişiyor ve birçok aşamadan da geçti. Küresel başarı için, sadece 'okullaşma' aşaması geçilemedi. O da inşallah olacak. Çünkü bugünün dünyasında, artık, İslam'dan başka insanlığa umut vadeden 'alternatif' bir başka ideoloji veya düşünce akımı vs. kalmamıştır. İdeolojiler ölmüş, modernite iflas etmiştir. Post-modernite ise, derde derman olamamaktadır. İnsanlık tam bir 'anomi' hali yaşamaktadır. Bu gibi durumlarda, insanlık, bir 'arayış' içine girer. Müslümanlar, bunu tarihsel bir fırsat olarak görmeli ve üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Bu da kanımca,'ilimde yetkinlik' ile olur.