İRAN VE MÜTTEFİKLERİNİN SURİYE KRİZİNDEKİ ROLÜ

Önce bilgi paylaşımı sonra doğrudan müdahale

VAN 15.03.2015 10:28:09 0
İRAN VE MÜTTEFİKLERİNİN SURİYE KRİZİNDEKİ ROLÜ
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Esed rejiminin, İran’ın müdahalesi sayesinde ayakta kalması Tahran’ın pratikte Suriye’de askerî ve siyasi kararları eline almasına yol açtı. Bugün Suriye krizinin sürmesinden en fazla istifade eden ülke İran’dır. El-cezire/ Giyas Bilal İran, devrimin üzerinden çok geçmeden toparlayıcı ilkelere ve ‘ne Sünni ne Şii, İslami İslami’ şeklinde dikkat çekici sloganlara dayalı dinî çağrıdan uzaklaştı; kendi ulusal çıkarları, özellikle de iktidardaki sınıfın menfaatlerini gerçekleştirmeye çalışan bir mezhep devletine dönüştü. Bu süreçte ilk icraatlardan biri de öteden beri İran hükümetlerinin kamu bütçelerinde değişmez bir madde olan ‘mazlumlara destek’ ilkesinden vazgeçmek oldu.

İmam Humeyni (“mazlumların devriminin lideri”) 1980’li yıllarda Hama kasabı Hafız Esed’le ittifak kurmuştu. Çünkü o vakitler ikisinin ortak düşmanı Saddam Hüseyin’di; dolayısıyla bir çıkar birlikteliği söz konusuydu. Bugün de İran politikalarının (iddia ettiği) kendi ilkeleriyle çelişkileri, Arap devrimlerine yönelik tutumlarıyla karşılaştırıldığında net şekilde görülüyor. İran’ın dini lideri Ali Hamaney, Mısır halkına gönderdiği mesajda 25 Ocak devrimini selamlayıp onu “İran İslam devrimi ruhundan ilham almış bir İslami uyanış” olarak tanımladı. Hamaney, ayrıca Bahreyn’deki protestocuların taleplerini desteklediğini ifade etti. Oysa Hamaney, Suriye rejiminin devrimi bastırma çabalarını desteklemek için (bu devrimin şeytanlaştırılması ve direniş eksenini devirmek isteyen dış komploya dayandırılması yönündeki programlı çaba sonrası) elinden geleni yaptı. Önce bilgi paylaşımı sonra doğrudan müdahale Suriye devriminin ilk yılında bu husustaki İran çabaları bilgi paylaşımıyla sınırlıydı.

Tahran, 2009’da ülkeyi saran ve o vakitler “yeşil devrim” adı verilen protestoların bastırılmasında kazandığı deneyimlerini aktararak bir tür danışmanlık sağlıyordu. İran daha sonra Şebbiha unsurları ve rejim yanlısı gönüllülere (onları nizami milislere dönüştürmek amacıyla) askerî eğitim ve organizasyon deneyimleri kazandırmak için eğitim kamplarına ev sahipliği yaptı. Bu milisler daha sonra ‘Ulusal Savunma Ordusu‘nu oluşturdu. Ancak 2012 ortasında Suriye rejiminin askerî gücü çöktü ve devrimci tugaylar Şam’ı tamamen kuşatma altına almaya yaklaştı. Bu gelişmeler birçok araştırma merkezini Suriye rejiminin en fazla bir yıl zarfında yıkılacağı tahmininde bulunmaya sevk etti.

Bu durum rejimi eleştiren ve sonunun yakın olduğubu düşünen birçok Avrupalı politikacının açıklamalarına da yansıdı. Birçok Avrupa ülkesi o dönemde Suriye rejimi ile diplomatik ilişkilerini kesmişti. Ayrıca bu tahminler Cenevre-1 Konferansı’nın hazırlıklarının başlaması için katalizör görevi görmüştü. Konferans 30 Haziran 2012’de sonuç bildirisinin yayınlanmasıyla son bulurken rejim etkili bir kırılma yaşıyordu. O dönemde İran çabaları, programlı biçimde doğrudan ve kapsamlı şekilde askerî müdahale aşamasına geçti. Hizbullah’ı Suriye sahasına sürdü.

Keza en ünlüleri Ebu Fadıl Abbas ve Asaib Ehli Hak olan Iraklı Şii milis güçleri Suriye’ye göndermeye çalıştı. Ayrıca İran’daki fakir semtlerden, Pakistan ve Afganistan’dan gelen Şii gönüllülerden yeni milisler oluşturdu. Ayrıca birçok rapor, İran Devrim Muhafızları komutanlarından bazılarının Suriyeli muhalif güçlere karşı yürütülen savaşları bizzat yönettiğini belgeledi. Bunlardan en ünlüsü BBC’nin Ekim 2013’te hazırladığı belgesel filmdi. Film, Devrim Muhafızları unsurlarının Halep cephelerinden birinde İranlı subay İsmail Haydari’nin öldürülmesiyle son bulan savaşa katıldıklarını belgeledi. Organize ve artan yoğunluktaki İran müdahalesi sahadaki güç dengesini değiştirdi ve silahlı muhalif güçlerin yayılmasını durdurdu. 2014′te İran ve Hizbullah’ın getirdiği silahlı Şii unsurların sayısının 30 ila 40 bin civarında olduğu tahmin ediliyordu.

Ayrıca bu Şii milisler Suriye nizami ordusunun unsurlarından daha deneyimli ve eğitimliydi. Bu yüzden rejim onları özellikle Şam kırsalı ve Halep’teki çatışmalarda ön saflara yerleştirdi. Suriye rejiminin temel rolü hava ve füze desteği ve operasyonun ardından saha temizliğiyle sınırlı kaldı. Dolayısıyla birkaç ay içinde rejim, askerî sorununu aştı; Kusayr, Yabrud, Humus kentinin önemli bölgeleri, Hama kırsalı, Şam kentinin birçok bölgesi ve kırsalı gibi geçmişte kaybettiği hayati öneme sahip bölgelerden bazılarını geri aldı. Bu durum, siyasi çözüm amacıyla yürütülen faaliyetlerin durgunlaşmasını beraberinde getirdi. Zira, rejim ve müttefikleri siyasi dengeleri değiştirmek ve rejimin kontrolünden çıkan bölgeleri tedrici olarak geri almak için zamana oynadı. “İran olmasa Esed düşerdi” Burada Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın şu sözüne yer vermek uygun düşer:

“Bizler müdahalede bulunmasaydık Şam bir haftada düşerdi.” Keza birçok İranlı çevre de ‘İran böyle istediği için Esed kaldı’ diyordu. Bunu dile getirenlerden biri de İran parlamentosunda Tahran milletvekili olan Ali Rıza Zekai. Zekai, Eylül 2014’te şöyle diyordu: “Suriye krizine yönelik kritik kararlar almakta gecikseydik ve askerî olarak müdahale etmeseydik Suriye rejimi düşerdi.” Rejimin, İran’ın müdahalesi sayesinde ayakta kalması Tahran’ın pratikte Suriye’de askerî ve siyasi kararları eline almasına yol açtı. Sözgelimi Esed rejimi Hizbullah’a tanklar verdi ve örgüt bu silahla ilk savaşına Kusayr’da girdi. Ardından örgüt Vadi Halid, Kusayr ve Kalemun’un çıplak arazileri arasındaki bölgenin yönetimini tamamen eline aldı. Bugün örgütün bu bölgelerdeki kararları, Esed rejiminden tamamen bağımsızdır.


Ayrıca Mayıs 2014’te Humus’taki ateşkes etrafındaki müzakereler Suriye rejimiyle değil, İranlı subaylarla yürütüldü. Keza birçok veri, Suriye rejiminin İsrail’in Kuneytra’da hedef aldığı devriyenin varlığından habersiz olduğunu doğruluyor. Bu saldırının kurbanlarından biri de 2008’de suikastla öldürülen İmad Mugniye’nin oğlu Cihad Mugniye idi. Yani Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları bugün Suriye’nin iki sınırında (Lübnan ve İsrail sınırları) Suriye’nin egemenliğini dikkate almaksızın hareket ediyor. Ayrıca Suriye rejimi içindeki birçok tanık, Devrim Muhafızları subayları ve unsurlarının bugün Suriye’ye Şam eski havaalanı üzerinden geldiklerini, hiçbir kontrol ve onaydan geçmeden doğrudan Şam’a hareket ettiklerini doğruluyor.

Yani sonuç itibarıyla İran (askerî kolu ve bölgesel milisleri kanalıyla) bugün Suriye rejimini ülkenin bazı bölgelerini yöneten ve İran’ın yüce çıkarlarını gerçekleştirmek için çalışan mezhepçi bir milise dönüştürdü. Bu durum İranlı yetkili Mehdi Talib’in ‘Suriye’nin İran’ın 35’inci eyaleti olduğu’ yönündeki açıklamasını haklı çıkarıyor. İran’ın doğrudan veya müttefikleri kanalıyla yaptığı tüm askerî müdahale şekillerinin (Suriye dosyasıyla birçok katmanda ilişki kuran ve eksiksiz bir bölgesel vizyonla hareket eden) çok kapsamlı bir strateji içinde yer aldığına işaret etmek önemli olacaktır. Şöyle ki, Suriye rejimine verilen askerî destekle birlikte İran’ın mali ve siyasi etkisinin bulunduğu ülkelerdeki müttefikleri nezdinde de Suriye rejimine diplomatik destek gelmektedir.

Bu durum Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Suriye rejimini kınayan ve SMDK’nın siyasi geçiş sürecinin tarafı olduğunu kabul eden kararıyla ilgili oylamaya da yansıdı. 12 devlet bu karara ‘hayır’ oyu kullandı ve 59 ülke de çekimser kaldı. Ayrıca İran, Cenevre-2 Konferansı’na katılmak için Suriye muhalefetine ve müttefiklerine baskıda bulunmak amacıyla Hizbullah’ı kullandı. Şöyle ki örgütün Kalemun’daki operasyonları, Tahran’ın Cenevre toplantısına katılması konusundaki uluslararası siyasi tutuma göre ya şiddetleniyor ya da duruluyordu. Buna İran’ın bu yılın başından itibaren İsrail’e paralel bölgelerdeki varlığını artırmak için güney bölgesindeki (Kuneytra ve Dera’nın batı kırsalı) operasyonlarını genişletme çabası eklenebilir. Tahran’ın bu nüfuzunu, İranlı müzakerecinin elinde yeni bir müzakere kartına dönüştürmesi mümkün. İran bugün kendi çıkarları doğrultusunda iradesini dayatabilen bölgesel bir kutup olduğu düşüncesinden hareketle Suriye dosyasını kullanmaya çalışıyor.

Suriye bu projenin temel taşını oluşturuyor. Tahran’ın Suriye’deki nüfuzunu kaybetmesi, içine çekilmesi ve sadece kendi sınırları içinde güçlü bir devlete dönüşmesi anlamına gelecek. Tabii bu ihtimal Suriye’deki yenilgisinin iç çekişmelere ve iktidar elitleri arasında siyasi çekişmelere yol açmaması durumunda geçerlidir. Bu durum İran’ı bugün Suriye konusunda sonuna kadar doğrudan müdahale yöntemini sürdürmeye sevk ediyor. Yalnız müdahalenin taktikleri, şartlara göre değişiyor. Tahran, Esed sonrasına hazırlanıyor İran bugün hâlâ Suriye rejiminin hayatta kalma süresini uzatsa da rejimin istikrarı Tahran’ın birincil önceliği değildir. Şam’da iktidar koltuğundaki yöneticiden ziyade İran’ın önceliği kendi çıkarlarını koruyabilecek yerel güçlü askerî milisler oluşturma çabasıdır.

Bu çaba, İran’ın hâlihazırdaki veriler kapsamında Esed’in varlığını sürdürebileceğine pek güvenmemesi olarak açıklanabilir. Esed rejiminin askerî ve güvenlik sistemi içinden gelen birçok veri, Suriye’ye yayılan Şii milislerin bağımsız hareket etmelerinin yaygınlık kazandığını ve Suriye rejiminin komutası altına girmeden doğrudan İran Devrim Muhafızlarına bağlandığını doğruluyor. Dolayısıyla bu milisler İran’ın Esed’in yıkılması sonrası yeni rejimin güvenliğini zayıflatmaya ve sarsmaya çalışacak askerî kolunu oluşturacaktır. Akabinde İran bu milisleri bölgesel ve uluslararası güçlerle çıkar pazarlığı oyununda bir müzakere kartı olarak kullanacak. Bu yöntem Lübnan ve Yemen’de etkinliğini ispatladı. Buna rağmen İran (siyasi platformlarda ve heyetlerinin götürdüğü mesajlar üzerinden) Beşşar Esed’in kalmasının, olası her siyasi çözümün (en azından ilk süreçlerinde) bir parçası olması gerektiğinde ısrar ediyor.

İran yönetimi, Suriye’de yayılmış kendi mezhepçi milislerine meşruiyet ve hukuki sıfat verebilecek dost bir Suriye hükümeti görmek istiyor. Ayrıca İran iç politikasının derinlerine vakıf bazı kimseler, Tahran’ın Esed’de ısrar etmesini, bazı müttefiklerinde bıraktığı izlenime (kendilerini taviz olarak verebileceği veya müzakere kartı olarak kullanabileceği gibi) karşı kullanmasına bağlıyorlar. Sonuç olarak İran zaman geçtikçe Suriye’deki başarılarını programlı şekilde artırmaya çalışan tek bölgesel taraftır. Dolayısıyla bölgede Suriye krizinin sürmesinden en fazla istifade eden ülkedir. Ayrıca sonuçları ve etkinliği itibarıyla İran’ın Suriye’deki müdahalesinin maliyeti hayli düşüktür. Zira temel olarak Şii gönüllülere, Suriye, Lübnan ve Irak’tan yerel güçlerin eğitimine dayanmaktadır.

İran’ın imparatorluk eğilimlerinin güçlü bir zemin ve gelişmiş imkânlara sahip olmadığını söylemek gerekli. Bugün bölgedeki İran yayılmacılığı, kırılgan bir halk desteğine ve çürümüş bir ekonomiye dayanmaktadır. Ekonomisi temelde fiyatı dış iradeler doğrultusunda dalgalanan petrole bağlıdır. Bu da sadece İran’ın emellerinin geleceğini sorgulama konusu yapmıyor, aynı zamanda İran’ın bir bütün devlet olarak geleceğini tehlikeye atıyor. Tarih bizlere despotluk üzerine kurulu devletlerin (özellikle de despotluk emellerini kendi halkının ekmeğinin aleyhine bile olsa gerçekleştirmek için çalıştığı zaman) çoğunlukla yıkımla son bulduğunu öğretti. Çok uzağa gitmeye gerek yok.

Arap Baharı devrimleri gerçeğinde bu tarihi dersi gördük. Uzun vadede İran yayılmacılığının (İran toplumu ve devleti içinde artan iç zıtlaşmaların birikmesiyle birlikte) gerileyerek son bulacağı tahmin edilmektedir. İran, toplumsal tıkanıklıklara nefes aldıracak ve iç zıtlaşmaları çözecek yönetim mekanizmalarına muhtaçtır. İran yayılmacılığı zaten eksik olan kaynakların tükenmesinin doğal sonucu olarak orta vadede sorunlarla karşılaşacaktır. Bu nedenle dünyadaki başka güç merkezleri için İran projesi stratejik değil geçici bir tehdit kategorisindedir. Bu durum da başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülkenin İran’ı siyasi olarak kuşatma, düşüş ve çöküş sürecini hızlandıracak çeşitli cephelerde yıpratma çalışma girişimine açıklık getiriyor. .iktibasdergisi.