İnsan Hakları ve İslami Kimlik -1-

Songül PALA

VAN 19.02.2013 11:05:37 0
İnsan Hakları ve İslami Kimlik -1-
Tarih: 01.01.0001 00:00

İnsan hakları kavramının tanımlanması, tarihi süreci ele alındığında genel kabul; Avrupa’da yaşanan aydınlanma dönemi ile başladığıdır. ‘İnsan’ kabulü ise bugünkü tanımına kavuşana dek uzun bir süreçten geçmiştir. Genellikle insan hakları kavramının devamında dem vurulan, insanların eşit ve özgür olduğu iddia edildiği tarihler ele alındığında gidilen ilk adres, demokrasinin ilk örneklerinin yaşandığı Antik Yunan dönemleridir.

Kaynaklar bu dönemlerde bütün insanların şehir meclisinde toplanarak söz hakkını kullanıp kendi kaderlerini tayin edebildiklerini yazar. Ama genellikle atlanan bir durum vardır. Bahsi geçen toplum yapısında ‘insan’ olmanın kıstasları vardı. Köleler, kadınlar insan olarak kabul edilmiyordu. Onlar gözetilecek ve çalıştırılacak mal statüsünde idi. Övünçle anlatılan demokrasinin ilk örneklerinin yönetimi zengin-erkekler demokrasisi idi.

Diğer bazı kaynaklarda insan haklarının en eski yazılı metninin Sümerler'den kalan yazıtlarda olduğunu ifade ediyorlar. Bu metinlerde bugün anladığımız anlamın dışında işçi işveren şartlarının düzenlenmesi yer almaktadır.

Aynı şekilde insan haklarına kaynaklık ettiği söylenen Avrupa için bir dönüm noktası olarak kabul edilen Magna Carta (1215) anlaşmasıdır. Bu anlaşma da yine o coğrafyadaki bütün insanları kapsayan bir anlaşma değildi. Kral ile lordları arasında yapılan toprakların-malların tasarrufu konusunda kralın yetkilerinin sınırlandırılması konusudur. Bu düzenlemeler sade vatandaşın hayatında bir değişikliğe neden olmamış sadece yönetici erklerin kendi aralarında bir çıkar düzenlemesi olmuştur.

Tarihi seyri devam ederek ilerlediğimizde karşımıza Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi (1776) çıkıyor. Bütün insanların hür olduğu ve eşit haklara sahip olduğunu beyan eden bu metni hazırlayanlar; Kızılderililer'i, siyahları, kadınları bu ‘eşitlik ve özgürlük’ çizgisinin dışında tutmuşlardı.

Ve Fransa’da (1789) ilan edilen Evrensel İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesi. 17. yy'da başlayan - kilise-kral işbirliğinin insanlar üzerindeki zulmüne - direniş hareketlerinin 18. yy sonlarında başarıya ulaşması ile sonuçlanmasıdır. İnsanların kralın gücü ve kilisenin din ile kamuflesi vasıtasıyla ezilmeye başkaldırdığı bir süreç. Bu devrimi yapanlar; orta sınıfa mensup, bilimle ilgilenen soyluların çocukları veya torunları idi. Bu bildirgenin ilanından sonra uzun bir dönem karmaşa ve cinayetler devam etmiş, eski iktidar güçlerinin bütün kabulleri inkar edilmiştir.

Bu inkarın en başında dinin hayata müdahalesi gelmiştir. İnsanların din adına köleleştirilmesi, din için kendilerini vakfettiğini iddia eden din adamlarının büyük servetlerinin kralların servetleri ile yarışması bu sonucu doğurmuştu. Bir yönetimin olması gerektiği ve krallıkların yetkilerini paylaşmayı kabul etmesi nedeniyle, bugün sembolik de olsa kraliyet mekanizması Avrupa’nın bazı ülkelerinde devam ediyor.

Yapılan devrimle insanın değerliliği ve insan aklının her şeyi anlamada yeterli olduğu kabulü ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin başat belirleyicisi; bütün doğrulara ulaşmanın tek yolu aklın rehberliği idi. Kralın yol göstericiliği, dinin adaleti yoktu. Herkes düşünebiliyor, öyle ise herkes söz sahibi olmalı idi.

Emir-komuta zinciri yerine toplumun her alanına nüfus eden uzmanlık alanlarının, birbirini dengeleyen güçler (kurumlar) dengesinin daha adil bir dünya oluşturacağına karar verildi. Yargı, siyaset, din, eğitim, sağlık bütün bunlar aynı çatı altında ama ayrı uzman kadrolar tarafından yönetilen kurumlar olarak topluma hizmet etmeliydi.

Bu yaklaşım Batı medeniyetinin en temel yaklaşımıdır, aslında. Tek tanrılı inanca gelene kadar -ki; onda bile teslis inancıyla ilahı üç parçalı bir bütün olarak kabul ediyorlar- hayata dair her alanda bir tanrının hüküm verdiği ve bazen tanrıların kapışmasından zarar gören zavallı insanların olduğu bir düzenden bahsedilir, Yunan mitolojisinde. Örneğin, Promethus; ateşi çalarak insanlara götüren, insanlardan yana mücadelenin sembolü olarak ayrı bir değerdir, Batı toplumu için.

Bu teoride mantıklı ama realiteye uymayan düşünce akımı 2. Dünya Savaşı'ndan sonra her şeyin akıl yürütmeyle çözümlenemediği, her insanın eşit varsayılması ile eşitliğin sağlanamadığı çok ağır bedellerle öğrenildi. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) kabul edildikten sonra Avrupa Konseyi (1949) kuruldu. Savaşların ağır sonuçlarından sonra ülkeler insanlığın değeri üzerinden ülke güvenliklerini güvence altına almaya çalışıyorlardı.

İnsan hakları kavramı bir denge unsuru olarak Batı medeniyetinin kurumsal yapısında üstüne düşeni yapmak üzere yer aldı. İşçi hakları, insan hakları konusunda ilk alt başlıklardandır. Kadın hareketlerinin çabası sonucunda kadın hakları da kabul edildi. Sömürünün en masum mağdurları çocuk hakları, BM bünyesinde kurulan (1954) UNICEF tarafından kollanmaya başladı. Aklın öncülüğünde deneme-yanılma yoluyla ve biriken tecrübelerle toplumda yer alan her bireyin ve kesimin hakları tanımlanır oldu. İşçi hakları, kadın hakları, mülteci hakları, engelli hakları, çevre hakları ve şu an ulaşılan nokta, gelecek neslin yaşayabileceği bir dünya bırakmak için sözü edilen üçüncü kuşak haklar.

Batı kendi toplumunda oluşturduğu değerler düzeninde insan haklarına ihtiyaç duyan bir kültür. Aynı zamanda oluşturulan sistemde insan hakları kurumu işleyebilen kendi güçler dengesinde ‘birey’i kollaması gereken ve kollayabilen bir kurum.

Bu gerçeğinden yola çıkarak Batıdışı toplumlara da bu örgütlenmesini ihraç etmeye çalışan seküler Batı kurumları ve bunların bir çözüm yolu olabileceğini düşünen –kimilerine göre az gelişmiş, kimilerine göre gelişmekte olan veya Doğu toplumları- bizim gibi toplumlardaki mağdur kesimler bir noktayı atlıyor veya görmek istemiyorlar. Kendisi dışındaki halkların medeniyet boyutlarını derecelendirme hakkını kendinde gören, hangi ülkenin kadın hakları, çocuk hakları vb. konularda yeterli veya yetersiz olduğunu derecelendiren, kendilerini emperyal ülkelerin bağımsız kurumları olarak tanımlayan bu kuruluşların, derecelendirdikleri ülkelerin yoksulluklarının sorumlularından söz etmemesine mantıklı bir cevap vermiyorlar, aramıyorlar da. İnsan haklarını sahiplenen ve seslendirenlerin, aynı zamanda insan haklarını ihlal eden veya ihlal eden yönetimlerin destekçisi olma çelişkisini görmezden gelerek sebepleri değil sonuçları değerlendiren insan hakları örgütlerinin batı kaynaklı tek taraflı ‘birinci sınıf, ikinci sınıf insan’ yaklaşımının bir sonucu olarak duruyor, karşımızda.

Ülkemizdeki insan hakları algısı ise ….