İnsan

Ali Bulaç

VAN 29.11.2012 13:17:06 0
İnsan
Tarih: 01.01.0001 00:00
Dinler, kadim öğretiler, büyük gelenekler belli bir insan profili çizer. Kökeni vahy olan semavi dinlere göre, insan yaratılmış, dünyaya gönderilmiştir. Kurtuluşa muhtaçtır.

Dinî öğreti ve kadim geleneklerden ilk tarihsel kopuş Batı’da meydana geldi, Darwinizm’in evrim teorisiyle birlikte yaratılış fikri ve insanın dünyaya gönderilmiş bir varlık olduğu düşüncesi reddedildi. Darwinizm’in bilimsel değerinden çok, yeni insan tanımı ve ona yüklenen anlamı önemlidir. İnsan, dünyanın her tarafında milyonlarca yıl süren evrim sürecini takip ederek mantar gibi bittiyse ve zaman içerisinde evrimleştiyse, o halde “bura”ya herhangi bir yerden gelmiş değildir. Dahası onun burada oluşunun herhangi bir sebebi ve gayesi yoktur. O, kendi amacını kendisi belirleyecektir. “Kurtuluş (felah)” denen bir sorunu da yoktur; yapması gereken bu dünyaya hükmetmek; hazları, çıkarları ve beklentileri doğrultusunda yaşamak, bu dünyada bir cennet yaratmak, arzularını gerçekleştirmek ve mutlu olmak için mücadele etmektir.

İslam bize farklı bir insan tanımı vermektedir. Kur’an’ın insan tasvirinin derin izlerini kendisinden önceki kutsal kitaplarda, Vedalarda, Zerdüşt’ün Avesta’sında, kadim Mısırlılardan intikal eden metinlerde, Mezopotamya şiirleri, kanunlar ve yazılı tabletlerde bulmamız mümkündür. Kur’an, insanın “Allah’ın bir tesviyesi” olduğunu belirtir: Onu bu biçime, forma sokan ve ona itidalini veren Yaratıcısı’dır (82/İnfitar, 7-8). İnsan; biçimini, her organı ve duyargasının yerli yerinde oluşunu ve tertibini sosyal medya haber borçludur; bunlar kendi kendine oluşmuş değildir. Bununla beraber Allah, Âdem’i yaratırken, dünyanın dört bir yerinden dört avuç toprak aldı; Âdem’in fizyolojik maddî mayası bu dört avuç topraktır. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: “Bundan dolayı kimi insan yumuşak huyludur, kimi insan serttir; kimi insan beyazdır, kimi insan siyahtır, kimi insan kırmızıdır, kimi insan da sarıdır.” Çünkü dünyanın dört ayrı bölgesinden alınan toprak böyledir; dolayısıyla renk, nitelik ve mizaç itibarıyla insanlar ayrı ayrıdır. İnsanın bizatihi maddî yaratılışında bir farklılık, çeşitlilik ve zenginlik söz konusudur.

“Adem’in yaratılış sürecinde tesviye edilmiş olması” önemlidir. Anlatılmak istenen şudur: Biz, Allah’ın eseri ve modeliyiz, bedenimize üfürülen ilahi özle (nefha-i ruh) düşünüldüğünde, insan Allah’ın muradıdır. O, Bari ve Bedii bir yaratıcıdır, yaratırken önünde herhangi bir model yoktu, yani söz konusu olan, modelsiz ve örneksiz yaratmadır. Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadise göre “Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) Kimine göre, hadiste geçen “Suretihi”deki zamir Allah’a racidir. Hadisin tercümesi bu doğrultuda yapılmıştır. Bir kısım alimlere göre ise, oradaki zamir Adem’e racidir; fakat bu dil bilgisi açısından yanlıştır. Çünkü Arapçada fiil, kendisinden önceki ilk zamire irca edilir. Bu durumda ifadenin takdiri şöyle olur: “Allah Adem’i, Adem’in suretinde yarattı.” İnsan, kendi fizyolojik insan olmaklığının sureti ve formudur –hâşâ– Allah’ın formu değildir. İnsanbiçimcilik (anthoropomorphism) söz konusu değildir. İbn-i Arabî ve İbn-i Teymiye, iki ayrı ekole mensup olmalarına rağmen ikisinin de ittifak ettiği nokta, yaratan ile yaratılan arasında mahiyet birliğinin olmayışıdır. “Halık Halık’tır, mahlûk da mahlûk olup” aralarında hiçbir şekilde mahiyet birliği yoktur. Allah, Âdem’i bu modelde yarattıktan sonra, ona kendi ruhundan üflemiştir (32-Secde, 9). Nefha-i ruh Allah’tandır ve “insanın tabiatı veya doğası” dediğimiz şey, maddî ve dünyevî tabiatında mündemiç (içkin) olan İlahî özdür. Bunlar, birbirine paralel giden iki ayrı alan veya iki ayrı kategori veya iki ayrı cevher değildir; aksine biri diğerinde içkindirler. Örneğin, güldeki koku gibidir; gülün kendisi bedense, onda içkin olan koku da İlahî özüdür.