İMAN

Hârûn Görmüş

VAN 20.03.2017 09:53:43 0
İMAN
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur.
Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Îman, Allah’ın bir nîmetidir. Bu nîmet öyle bir nîmettir ki; yokluğunda kişiyi Dünyâ’da gerçekte rezil bir hayat yaşattığı gibi, âhirette de sonsuz azâba mahkûm eder. Zîrâ biz îmâna uygun olarak yaratıldık. Bu nedenle îman etmek, îman etmemekten daha kolaydır. Fakat îmânın, son nefese kadar arttırılması gerekir. Aksi-hâlde îman zayıflar. Îman, artmayınca duraklayan ve zayıflayan bir şeydir. Îmânın artması demek, amel ve eylemin artması demektir. Allah yolunda olan bir amel-eylem.
Îman kuru bir laftan ibâret bir şey değildir, olamaz da. Îman, “amel” demektir. Zîrâ îman, oturulup durulan yerde edilip yapılıveren bir şey değildir. “Îman ettim” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispât ister. İşte îman da ispât ister ki îmânın en kâmil ispâtı amelde-eylemde olur. Îmânın en güçlü tasdiği ise mallarla ve canlarla yapılan cihadda ve “savaş-meydanında” olur. İnfâk da îmânın bir ispâtıdır. Böylece mallarla ve canlarla yapılan ispât, îmânın zirve göstergesi olur. İspât edilmeyen sözde îmanlar, kuru bir laftan öteye gitmez. Kur’ân bunu şöyle ifade eder:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne başvurmadıkça sonra da verdiğin hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir teslîmiyetle râzı olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
Îman “güven” demektir. Güvenmek zihinden ziyâde kâlp ile olur. Teslîmiyet olmadan îman olmaz. Îman, bir teslîmiyet göstergesidir; Allah’a olan teslimiyet. Îmânın sözden amele-eyleme geçmesi için “güven”e dönmesi gerekir. Güvenemezseniz yapamazsınız. Dünyevî bir-şeyi yapabilmede bile bir güven gerekir. Fakat îman, “işi biraz da Allah’a bırakmak”tır. İşin pratiği ise, o konuda îmânı arttırarak kemâle ulaştırmak içindir.
Kur’ân’da “îman etmek” ifâdesi, sürekli olarak: “Allah’a ve Resûlüne îman” şeklinde söyler. Bu, “îman edip sâlih amel işlemek” demektir. O hâlde îman, “Allah’a ve Resûlü’ne îman etmek” demektir:
“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâp 36)
Allah Kur’ân’da îmân ve îmansızlık arasındaki farkı şöyle ortaya koyar:
“Kör olanla (basîretle) gören bir olmaz; îman edip sâlih amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne az öğüt alıp-düşünüyorsunuz” (Mü’minûn 58).
Dediğimiz gibi, “îman ettim” demek sâdece bir iddiâdır ve sâdece söylemle yapılan îman, amel-eylemle birleştiğinde gerçek bir îmâna döner. Allah Kur’ân’da gerçek îmânın nasıl olacağını ve neye yapılacağını gösterir:
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îmân edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).
Sâdece “îman ettim” demekle îman olmuyor. Îman, aynı-zamanda “tâğutu reddetmekle” olur ve tamamlanır. “Lâ ilâhe” demeden “illallah” denemez: 
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (küfredip) Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).
İmtihan, gerçek ve sahte îmânı belli etmek içindir. Şu unutulmasın ki, gerçek îmâna erenlere tâğutlar ve uşakları mutlakâ sataşacaktır. Bu zâten îmânın bir bedeli ve göstergesidir:
“Onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, öğülen Allah’a îman ettiklerinden dolayı intikâm alıyorlardı” (Burûc 8).
Îman hiç-bir engel tanımaz. Îmânı görenler ve tanıyanlar canları pahasına da olsa ona hemen sarılıverirler. Îman, “gerçeği” gösterir zîrâ. Firavun’un sihirbazlarının îmânı buna örnektir:
“Ve sihirbazlar secdeye kapandılar. “Âlemlerin Rabbine îman ettik” dediler. “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine”. Firavun: ‘Ben size izin vermeden önce O’na îman ettiniz, öyle mi?. Mutlaka bu, halkı buradan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde plânladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz. Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi îdam edeceğim’. (Onlar da:) ‘Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz’ dediler” (A’raf 120-125).
Ölüm ânında yapılan “son-dakika îmânı” geçersizdir:
“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
Îman etmek, “yapmak” demektir. Îman ilk başta sözdür fakat amele-eyleme yönelten bir söz. İslâm zâten bir îman-amel dînidir. İslâm’da söz ile eylem birlikte olmalıdır:
“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).
Allah’ı akıl değil îman görür. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla görmeye çalışma, boşuna yorulursun, Aklını, “îmânını geliştirmek için” kullan ve îmânını arttır. Göreceksin ki her-yerde Allah’ın bir sanatı (zâtı değil) var.
Olgunlaşmamış ve samîmi olmayan îmanlar yada îman söylemleri, kişiyi yanlış yola da sürükleyebilir. Kur’ân’da samîmi olmayan îmânın kişiye kötülüğü emrettiği söylenir:
“Hani sizden mîsak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik (ve): ‘Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin’ (demiştik). Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyân ettik’. İnkârları yüzünden buzağı (tutkusu) kâlplerine sindirilmişti. De ki: İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?” (Bakara 93).
Allah’a, âhirete, gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş bir-sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri şeytan ilhâm edecektir.
Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Bu nedenle Peygamberimiz tebliğini sâdece sözüyle değil eylemiyle de yapmıştır. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında bir “sorun” var demektir. Bu nedenle müslüman kişi, îmânını olgunlaştırarak o sorunu ortadan kaldırmaya çalışmalıdır. Îman, pasif bir kabûlden ibâret değildir çünkü. Îman, biraz da “riske girmek”tir.
İbâdetler îmânın bir göstergesi ve izdüşümüdür. Allah Kur’ân’da namaz için “îman” tâbirini kullanır:
“Bir-takım beyinsiz insanlar: ‘Onları daha önceki kıblelerinden çeviren nedir?’ diyecekler…” (Bakara 142). Yâni, “daha önce kılınan namazlar boşa mı gitti?” diyenlere Allah şöyle diyor: “Allah, îmânınızı (yâni eskiden yöneldiğiniz kıbleye karşı kıldığınız namazları) boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir” Bakara 142-143
Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir.
Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnandığınız şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç körü-körüne olan bir inançtır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyeline sâhiptir.
Kur’ân bir îman/ahlâk kitabı mıdır?, yoksa bir îman-eylem kitabı mıdır? İkisidir de. Fakat hangisinin daha çok öne çıkarılacağını zaman-mekân-durum belirler. Bu zamanda-mekânda-durumda Kur’ân’ın îman-ahlâk tarafından sonra mutlakâ îman-eylem tarafı da öne çıkarılmalıdır. İslâm-târihinde neredeyse hiç olmadığı kadar bu derece bir perişânlığa rağmen, böyle zamanlarda-mekânlarda-durumlarda inatla Kur’ân’ın sâdece amele-eyleme dönmeyen îman-ahlâk tarafını öne çıkarmak “tam doğru” değildir. İslâm hatır-gönül dîni değil, îman-ahlâk ve amel-eylem dînidir.
İnsanlar artık “niçin yaşıyorum” sorusunu değil, “nasıl yaşıyorum” sorusunu sorup duruyorlar. Îmanlı bir “niçin” sorusuyla, ahlâklı bir “nasıl” sorusuna ihtiyâcımız var. Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.
Müslüman, rahat uyuyamayan kişidir. Bu bağlamda uyku, bir îman ölçüsüdür. Ölüm korkusu da müslüman için bir terâzidir. Îman terâzisi. Ölümden korkmaya başladığında, îman tarafı hafif basar.
Sorunumuz îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Bu şuursuz-bilinçsiz îman, belki de îmansızlıktır.
Şu da çok önemli bir noktadır ki; “neye-kime göre hareket ediyorsanız, ona îman ediyorsunuz” demektir.
“Öyleyse, îman eden kimse, fâsık olan gibi olur mu?. Bunlar eşit olmazlar” (Secde 18).
Îman, en ufak bir defo-ârıza bile kabûl etmez. Îman %100 îmandır.
Îmânın bilgisi îman değildir, “îmânın bilgisidir” sâdece. Hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir zâten.
Mü’min, gücünü imajından değil, îmânından alan kişidir. Gücünü imajından değil de îmânından alanlara selâm olsun.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.