İman

Mehmet Şafi Avcı

VAN 2.05.2015 09:06:43 0
 İman
Tarih: 01.01.0001 00:00
 İman

Komutan genel bir taaruz için son hazırlıkları tamamlayan birliklerini denetlemektedir. Bu sırada çalışmayan bir topun başında durur ve esas duruşta bekleyen çavuşla arasında şu konuşma geçer:

- Bu topun nesi eksik?

- Beş şeyi komutanım!

- Say bakayım.

- biir, barut komutanım!

- Yeter, üstü kalsın...

“İmanların tahrif edildiği bir yerde gerisini saymaya gerek var mı?” diye kitabına başlar Mustafa İslamoğlu Hoca. Biz de tarif edelim derken tahrif etmekten Allah’a sığınırız.

            Bu makalede tarihi süreç içerisinde gelişen itikadi mezhep anlayışlarını irdelemekten çok, iman derken ne anladığımızı ve imansızlık derken ne anlamamız gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.

            Yine Mustafa İslamoğlu Hocadan esinlenerek söylemek gerekirse, imanın kelamlaşması, kelamın akideleşmesi, fıkhın akideleşmesi gibi tahrifleşme konularına girmeyeceğiz. Çünkü bunlara girersek imanı tarif edeceğimiz yerde korkarım imanı tahrif edeceğiz ve içinden çıkılmaz bir duruma getireceğiz. İmanı hangi fırkaya göre tanımlamaya kalkarsak mutlaka diğer fırkaları ya tekfir ya da delalete sokmamız kaçınılmaz olacaktır. Çok basit bir örnekle bunu açıklayalım ve görelim ki imanı tarif edelim derken imanı/mümini ne duruma soktuklarını. Ünlü Maturidiye imamlarından Pezdevi Ehli Sünnet Akaidi adlı kitabında “mücessime mezhebinde Kerramiye, Hanbeliler ve Yahudiler yer alır” diyerek çok güzel (!) bir tarif yaparak dört hak mezhepten biri olan Hanbelileri Yahudilerle aynı kategoriye katmaktadır.

Burada bir de taavvufçuların (tasavufun değil) tanımladığı bir iman var ki, bunu burada ele almaya hiç de gerek yoktur. Neredeyse yeryüzünde kafir denilen hiç kimse yoktur, hatta müşrikler bile müslümandırlar. Demezler mi bu ne bolluk, neden Resul-i Ekrem ve güzide sahabesi onca savaşa giriştiler, şehidler verdiler, aç-susuz kaldılar?

İmanın artıp artmadığı, amel imanın bir parçası mı değil mi? gibi ortaya çıktığı dönemin siyasi izlerini taşıyan “sorun”la da ilgilenmeyeceğiz.

Kafire itaati nasıl fayda vermiyorsa mümine de isyan ve günahı zarar vermez” diyen, yine ortaya çıktığı dönemin siyasi otoritesinin nabzına göre hareket eden Mürcie de bizi ilgilendirmeyecektir.

Yüce Allah’a “iman” demek, O’nun varlığına, birliğine, bir tek ilah ve Rabb olduğuna, şanına yakışmayan bütün noksanlıklardan münezzeh ve zatına layık kemal sıfatlara sahip olduğunu gösteren en güzel isim ve sıfatlarına inanmaktır.

İslam’da emrolunan iki çeşit tevhid vardır:

            Rububiyet tevhidi; Yüce Allah’ın göklerin ve yerin Rabbi, içindekilerin yaratıcısı ve her şeyin maliki olduğuna teslimiyettir. Hükmünde takipçisi olmayan, kainatın Rabbi, bütün canlıların rızıklandırıcısı, her şeyin yöneticisi Allah olduğuna inanmaktır.

Uluhiyet tevhidi; ibadet kayıtsız şartsız itaat ve boyun eğmeyi yalnız Allah’a karşı yapmak demektir.

Tevhid ne ile gerçekleşir? Resullerin Allah katından getirdiği İslam’i tevhid şu unsurları ihtiva etmedikçe, gerçekleşmez, kök salıp, dal-budak veremez.

  1. İhlasla yalnız Allah’a ibadet etmek;
  1. Başkasına, Allah’ı tazim eder gibi saygı göstermemek ve Rabb edinmemek,
  2. Başkasını, Allah’ı sever gibi severek veliler edinmemek,
  3. Allah’a itaat edercesine cahili sistemleri ve başkalarını hakem kabul etmemek.
  1. Bütün Tağutları red etmek;
  2.  Şirkin her çeşidinden sakınmak ve şirke götüren bütün yolları kapatmak.

Tevhidin hayata etkisi;

1-İnsanın hürriyete kavuşması,

2-Ölçülü ve dengeli bir şahsiyet meydana getirmesi,

İmanı, geçici, küçük ve sınırlı olan insan denen bu varlığın ezeli ve ebedi sınırsız temele bağlanması olarak tarif eder üstad Seyyid Kutub.

Bu bağlılık, insan denen varlığa bir güç, bir süreklilik ve özgürlük vermesinin yanında, evet bütün bunların yanında, ona kainattan, orada bulunan güzelliklerden ve ruhları kendi ruhuyla karşılıklı sevgi bağları kuran yaratıklardan en güzel şekilde yararlanmasını sağlar. Bu durumda hayat her yerde ve her zaman insanlık için kurulmuş bulunan ilahi bir bayram töreninde dolaşmaya dönüşür. Bu ise, büyük bir mutluluk, eşsiz bir sevinçtir. Bu durumda insan, bir dostuna açıldığı şekilde hayata ve kainata açılır. Onlarla dostluk kurar. Bu gerçekten eşi ve dengi bulunmayan bir kazançtır. Onun yitirilmesi ise gerçekten korkunç bir hüsrandır.

Ayrıca imanın ilkeleri, yüce ve Şerefli insanlığın da ilkeleridir.

            Tek ilaha kulluk, insanı diğer varlıklara kulluğun basitliğinden kurtarır. Yüceltir onu. Gönlünde tüm kullarla beraber eşit bir seviyede olma bilincini verir ona. Bu nedenle o, kimsenin önünde eğilmez. Herşeye egemen olan tek Allah'tan başka kimseye boyun eğmez.

Rabbanilik, insanın düşüncelerini, değerlerini, ölçülerini, kriterlerini, yasalarını, kanunlarını ve kendisini Allah'a; evrene ve insana bağlayan, herşeyini kendisinden alacağı kaynağı belirleyen otoritedir. Bu anlayış hayattaki heva, heves ve çıkarı reddeder, söküp atar. Onun yerine şeriatı ve adaleti yerleştirir. Mü'minin bilincinde kendi sisteminin değerini yükseltir. Onun bütün cahili düşüncelerden, değerlerden ve kriterlerden kurtulması, yeryüzündeki mevcut bağlardan kaynaklanan değerleri aşıp geçmesi için kendisine destek olur. Onu bu değerlerin üstüne çıkarır. İsterse tek bir fert dahi olsa...

İman, hayatın en büyük temelidir. İyiliğin her türü, her dalı buradan dal budak salar. Meyvelerinin hepsi buna bağlıdır. Bu iman olmadan iyiliğin her dalı, ağacından koparılmış olur. Solmaya ve kurumaya mahkum olur. Yoksa bunların hepsi şeytani meyvelerdir. Onların bir sürekliliği ve devamlılığı olamaz.

Bu nedenle Kur'an bu temele dayanmayan, bu eksene bağlanmayan ve bu sistemden kaynaklanmayan bütün işleri ve iyilikleri hiçe sayar, onlara hiçbir değer vermez. Bu konuya islamın bakış açısı apaçık ortadadır. Rabbimiz İbrahim suresinde şöyle buyuruyor: "Rabbini inkar edenlerin iyi davranışları fırtınalı bir günde şiddetli rüzgarda savrulan küle benzer, yaptıkları iyi işler karşılığında ellerine hiçbir şey geçmez. İşte koyu sapıklık budur." (İbrahim 18)

Tevhid, birlemek; Allah’tan başka İlâh olmadığına inanmaktır. Bu tanım İlâh kavramının anlamıyla yakından ilgilidir. İlâh, yaratmada eşi ve dengi olmadığı gibi emr, irade, kudret ve otoritesinde de eşi ve ortağı olmayandır. Hangi anlamda olursa olsun; ister umut ve korkuların sevk ettiği duygusal yönelişler şeklinde, ister Allah katında bir vesile ya da aracı arama tavrı içinde, isterse toplumsal ve siyasal planda egemen beşeri yasa ve düzenlere uyup, itaat etmek şeklinde olsun Allah’tan başkasını bu mevkiye koymak Allah’tan başkasını İlâh edinmektir. Kur’an’ın bize öğrettiği İlâh kavramının anlam bütünlüğü; İlâhın bir tek İlâh olduğu, yaratanın ancak "O" olduğu, yaratamayanların yaratan gibi olmadığı, O’nun göklerin ve yerin İlâhı olduğu; rızıklandıranın, gaybı bilenin, evirip çevirenin, yaratma gibi emrin de kendisine ait olduğu şeklindedir. Tevhid inancında dualar, Allah’a yapılır ve dualara ancak O cevap verebilir. Yaratan, diriltecek olan ve daha sonra hesaba çekecek O’dur. İzni olmadan hiç bir şefaât ve şefaâtçinin fayda vermediği es-Sâmed olan da O’dur. Dilediklerini rahmetiyle yargılayacak da yine O’dur.

            “Gökte İlâh olanın yerde de İlâh olduğu", "yaratmanın da emrin de Allah’a ait olduğu" hakikatini kabullenmeden “iman” gerçekleşmeyeceği unutulmaması gereken temel esastır. “Lâ İlâhe İllâllah" İmanî zorunluluktur.

Lâ İlâhe İllâllah", iman ile küfrün yol ayırımıdır. Varlığın gayesi/yaratılışın gerekçesi olan kulluk, ancak "Lâ İlâhe İllâllah" hakikatinin doğru anlaşılması ile gerçekleşebilir. Bu kabul, sözün telâffuzundan öte anlamıyla birlikte gereklerine teslim olmakla sağlanır. İnsan-Allah, insan-çevre ilişkisi, bu hakikatin içselleşirken sosyalleşmesi üzerine anlam kazanır. Bu tercih, öylesine ehemmiyet arz eder ki, "o" doğru anlaşıldığında her şey doğru anlaşılacak; "o" yanlış anlaşıldığında her şey yanlış anlaşılacaktır. Zira bu hakikat bir defaya mahsus bir kabul itirafı olmayıp karşılaşılan her bir sorun karşısında kendisine yeniden başvurulması gerekli bir ölçü, formül hatta mutlak bir kriterdir. Yaşama dair değişkenler karşısında tevhidin gözetilmemesi, doğru yoldan sapma riskini kaçınılmaz kılacaktır.

            Yukarıda belirtildiği şekilde bir imana sahip olan insanda, mutlaka değişiklikler olacaktır, olması gerekir, aksi takdirde tam anlamıyla istenilen bir imani şuura ulaşılmadığı kanaatine varılır. Zira ilk Müslümanlara baktığımızda, bu “sihirli” kelimeyi söyledikten sonra mutlak olarak hayatlarında bir değişim gözleniyor; birini red (Lâ İlâhe) birini kabul (İllâllah) ettikleri Rabb’e göre hayatlarında değişimin olması kaçınılmazdır.

Salih amel, imanın doğal sonucudur. İman gerçeğinin kalbe yerleştiği andan itibaren başlayan, özden kaynaklanan harekettir. Çünkü iman, aktif ve harekete geçirici bir gerçektir. Amel, ihsan şeklinde insanın pratiğinde kendini gerçekleştirmeye çalışmadan insanın kalbinde ve vicdanında yerleşip duramaz. İşte İslam’ın iman anlayışı budur. Hareketsiz ve sönük halde beklemesi müminin içinden dışa çıkıp dışında kendini göstermeden gizli kalması mümkün değildir. Eğer iman bu doğal hareketini sağlayamıyorsa ya zayıftır ya da ölüdür. Tıpkı kokusunu içinde tutamayan çiçek gibi. Nasıl ki çiçekten kokunun yayılması doğal ise imanda da hareketin olması doğaldır. Yoksa iman yok demektir.

Zaten imanın önemi buradan kaynaklanmaktadır. iman bir hareket, bir eylem, bir kurma ve düzeltmedir. Allah'a doğru yöneliştir. İman, vicdanın derinliklerine gömülü, gizli, pasif, çekingen, büzülmüş bir şey değildir. Hareket içinde somutlaşmayan, sırf iyi niyetlerden ibaret de değildir. İşte imanı hayatın içinde yapıcı büyük bir güç haline getiren İslam’ın apaçık yapısı ve karakteri de budur

İman insanın saadetidir, mutluluk ve huzur kaynağıdır. İdeolojiler, tüm maddi imkanlarına ve insanlara verdikleri tüm özgürlüklere rağmen, inananlarına huzur, mutluluk ve saadet temin edememiştir. Sürekli bunalım ve stresli nesiller ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramamıştır. Oysa iman, en büyük imkandır. Öyle bir imkan ki, insana hem bu dünya ve hem de ebedi hayatta mutluluk yollarını gösterir. Hayatın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalbte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amelleridir. Mü’minlik iddiasının ispatı, vahyin hayata dönüşmesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel. Yüreğinde imanı iktidar yapmamış, yapamamış nesillere hükmedecek tek şey, şeytanizmden başkası olması mümkün mü?

İman şereftir. Bugün Müslüman’ın en büyük sorunu kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Ayakları üzerinde durabilen, inandığı değerleri her yerde ve herkese karşı, eziklik duymadan söyleyebilen; onurlu ve gururlu kişileri oluşturur.

Dünya ve ahiret hayatımızın teminatı olan imanımız korumanın yolu; Allah’u tealanın kitabını çok okumak, özümsemek ve hayatımıza aktarmakla olur. İslami düşüncemizi geliştiren, olaylara bakışımızı düzelten muvahhid ve ilmiyle amil İslam alimlerinin eserlerini düşünerek okumamız gerekir. Özellikle söyledikleri ile hayatları bir olan ve bu uğurda gerekirse kanını feda edebilen ve edenlerin eserleri bize yol gösterici olmalıdır. Her önümüze konulanı değil, ihtiyacımız olan ve satılmamış alimlerin eserlerini okuyarak en büyük imkan olan imanımızı korumalıyız.

Pazarlıksız, şikesiz bir şekilde iman etmek gerekir. Tıpkı atamız İbrahimin imanı gibi. İbrahimi imanda Allah’a itimat vardır, güven vardır, emniyet ve teslimiyet vardır. Zaten iman, emniyetin, İslam teslimiyetin adı değil midir? Aksi ise çeşitli rabblere teslimiyettir.

İbrahimi iman sahibi bilir ki, imanda taviz Yahudileşme alametidir. İbrahimi imanda ateşe atılmak gerekiyorsa göz kırpmadan atlanır. Put kırmak bunu göze almayı gerektirir. Zaten nefsindeki putları kıramayandan, pratikteki putları kırmayı beklemek abes değil mi?

Ateşe atlarken şike ve şaka yapmak için değil yanmak için atlarlar. Nasıl olsa yanmam diye değil yandım diye atlarlar. Allah’la pazarlığa girişmezler. Rabbim, ben senin için kırdım putları. Senin için red ettim nemrutları. Razı olasın diye inkar ettim tağutları. Şimdi sıra sende, hadi, sen de beni gör, gözet, kolla demezler. Haydi bana dünyada mevki, makam ver, demez ve bu niyetle de yola girişmezler. Yolun ne kadar meşakatli ne kadar dikenli olduğunu asla unutmaz ve en doğru yol, en dikensiz yoldur diyenlere kanmazlar.

İsmaili keserken İbrahim, şike yapmıyordu, öz evladının boğazına bıçağı çalarken ‘gitti yavrum’ diye çalıyordu. Ama tam bir teslimiyet ve ibadet şuuruyla kendinden emin bir şekilde görevini yapıyordu.

Ben İsmaili yatırırım, tam kurban edecekken Allah koçu gönderiverir beklentisi içinde değildi ve bunu düşünmemişti İbrahim.

            Küfür nedir, nasıl olur, neyle olur, fiili küfür, sözlü küfür nedir gibi konulara girmeden kısa ve net bir şekilde söylemek gerekirse, imanın aksi küfürdür, küfrün aksi imandır.

            İmanı korumak da imanın aksini yani küfri şeyleri yapmamakla olur. İmanın gereğini yerine getirmek suretiyle imanlarımıza iman katmalı ve küfrü yürek devletimizin sınırlarına dahi yaklaştırmamalıyız. Bir sınır nöbetçisi gibi yabancı unsurların yürek ülkemize sızmalarını önlemek için gerekirse günlerce, aylarca gözlerimize uykuyu haram etmeliyiz. Aksi takdirde küfür, yürek devletimizin içine sızar ve yavaş yavaş ülkemizi darmadağın eder, kendine hizmet eden bir ülke haline getirebilir.

Kısacası; Allah’a küfür, daha doğrusu ‘Allah’ı küfür’, tıpkı Mekke müşrikleri misali, yaratıcı, rüzgarı estiren, yağmuru yağdıran olarak Allah’ı bilip te, Allah’ın vaz ettiği dine teslim olmamak, Allah’ın vaz ettiği hayat nizamına göre yaşamayı kabul etmemektir. Allah’ın hükümlerini, en doğru, en adil hüküm; Allah’ın şeriatını en sahih yol olarak kabul ve iman etmemektir. Kısacası Allah’ın yarattığı hakikatleri, inzal ettiği buyrukları örtmek, yok saymak, fark edilmemesi için çaba sarfetmek gerçek küfürdür.

Allah’u tealadan isteğimiz; yürek devletimizi, düşmanımız olan insi ve cinni şeytanların saldırısından muhafaza edip, yürek devletimizi, ebet-müdet kılsın, yeni yüreklerde, tasavvurlarda, akıllarda ve yeni hayatlarda inşası için bize yardım etsin.

***

NOT: Bu yazı Seyyid Kutub’un Fizilal-il Kuran ve Mustafa İslamoğlu’nun Yahudileşme Temayülü ile İman Risalesi eserlerinden esinlenerek yazılmıştır.