Gerek klasik Arapça lügatlerinde ve gerekse Câhiliyye dönemi şiirlerinde hıyânet masdarının ilk anlamları eksiklik, zayıflık, gizlemek yanıltmak ve emânete ihânet etmek olarak yer almaktadır. Bu anlamlar, Câhiliyye döneminde insan davranışlarıyla ilgili bir anlam taşımaktaydı. Kur’ân, hıyâneti Allah’a ve Resûlü’ne ihânet etmek, Allah’a verilen sözleri tutmamak… kişinin Allaha itaat etmemesi ,malını ve canını kullanırken bunları fıtrat (yaratılışa uygun ) olarak kullanmakta eksiklik ve zaafiyet göstermesi, Allaha verdiği sözde durmaması, Allah ile beraber başkalarınadâ kulluk etmesi, Hayatını Allahın sözleri ve ölçülerine göre değilde hevasına göre yaşaması, yalan söylemesi , Allahın vahyine aykırı davranması, Allaha kulluk ederken bunun sonucunda da “yeryüzünde ekin (toprak) i ve insan soyunu bozması ” olarak tarif etmiştir.
Müslüman, Allahın buyruklarına uyacağına söz veren insandır. Mü’min ise Allahın dediklerine inanan, bu konuda şek ve şüphe duymayandır. Allaha inanan kimsenin ise “Allah ile yaptığı sözleşmeyi bozması ve ona ihanet etmesi ” mümkün olmamalıdır.
Hıyânet masdarı h-e-n veya h-v-n sülâsî kökünün masdarıdır. Bu kökün İhânet ve Hıyânet şeklindeki iki masdarı günlük konuşmalarımız da kullanılması yönüyle dikkat çekmektedir. Kur’ân’da yer alan hıyânet, Türkçemizde daha çok ihânet kelimesiyle karşılanmaktadır. Klasik Arapça lügatlerde bu kökün anlamları hakkında bilgi verilirken ” eksiklik ” unsurunun öne çıktığı görülmektedir. Bir kimsenin payına düşen hakkının noksan verilmesi, bu kökten türeyen kelimelerle ifade edildiği gibi; sevgi, samimiyet ve vefâda gösterilen eksik tutum da aynı biçimde anlatılmaktadır.
Vurgu yapılan ikinci anlam zayıflıktır. Bu anlam daha çok, kırılganlığın; hayvanın veya insanın yük taşımasına engel olan zayıflığın ve acziyetin dile getirilişi “tehavvün” kelimesiyle ifade edilmektedir.
Bir sonraki anlamın yanıltmak, aldatmak veya saklamak olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında, korumak üzere taahhüdü altına aldığı bir varlığa karşı olumsuz tavır takınıp, asıl ihâneti kendisi yapan kişinin bu tutumu tahvîn kelimesi ile dile getirilmektedir. Özellikle arslan-ların fersiz, zayıf ve gevşek bakışları bu kelimenin mâzî fiili olan hâne ile anlatılmaktadır.
” Hâinetü’l-Ayn” tabiri de nâmahreme hırsızca bir bakışla bakmayı ifade etmektedir. Bu sert olmayan, zayıf ve yumuşak bakışlar muhtemelen sadece görünüştedir. Masum gibi görünen bakışların altındaki aldatma hissini içinde taşıyan fâil, hâinliği düşünmektedir. Onun zayıf ve sinsi bakışının sonucunda ihânet yani aldatma, gadr, vefâsızlık meydana gelmekte ve güven hissi zayıflamakta ve yaralanmaktadır.
Bunlara ilaveten, kılıcı ile bir darbe yapan, ancak isâbet ettiremeyen kişiye Araplar, kılıcı kasdederek “Kardeşin sana ihânet etti” demekte ve kılıcın, kendinden bekleneni yapmaması “ihanet” olarak isimlendirilmektedir.
Bugün, sadâkate mecbur olduğu halde fenalık edip bağlılığın tersi yönde davranış göstermek; haksız yere bir insanın canına kıymak, onu öldürmek veya yaralamak; bir şeyi aid olduğu yere koymayıp zulmetmek; hakkı olmayan şeylere el uzatmak; kahpelik; gizli bilgileri düşmana vermek; güveni kötüye kullanmak gibi anlamlar ihânetin önde gelen (ilk) anlamlarıdır.
İhânet kavramının içini, günümüz konuşma dilinde daha ço , emânete ihânet, eşe ihânet, davaya ihânet ve vatana ihânet gibi tabirler doldurmaktadır. İslamda ; “vatana ihanet ” kavramı yoktur. “Allaha ve rasülüne ihanet ” kavramı vardır.” Vatana ihanet” kavramı, bir vatan üzerinde yaşayan insanların, üzerinde anlaştıkları anayasa ya karşı, aykırı davranışları ifade ederken, ” Allaha ve rasülüne ihanet ” kavramı, Bir ülkede yaşayan Müslümanların, İslama göre teşekkül etmiş bir devlete ve onun esas ilkeleri ne (teşkilat-ı esasiye ilkeleri ), ve bu esas ilkelerin kendisinde mündemiç bulunduğu kur’ana ihanet etmeleri anlamında, çok daha fazla şeyi ifade etmektedir.
Türkçe’de halk ağzında, hâin kelimesinin, hayın ve muhannet şeklind ; alçaklığı, vefâsızlığı, korkaklığı, namertliği ifade etmek üzere kullanıldığı da vâkidir.
Kur’ân’da; H-e-n (noktalı H ,e,n) veya h-v-n kökünden türeyen kelimeler ikisi mekkî, altısı medenî olmak üzere sekiz sûrede, onaltı defa kullanılmaktadır. Bu kullanımlardan ikisi hıyânet biçiminde masdar,(8/58,71) ikisi hâinetün biçiminde mübâlağalı masdar, (5/13;40 /19) Üçü hâinîn biçiminde çoğul ism-i fâil,(4/105; 8/58 ; 12/52 ) ikisi havvân biçiminde mübâlağalı ism-i fail (4/107; 22/58) ve nihâyet yedisi de fiil formlarında gelmektedir.(2/187 ; 4/107 ; 8/27,71 ; 12/52 ; 66/10 )
KUR’ANDA; İHANETİN NE ANLAMA GELDİĞİ ve KİME KARŞI YAPILDIĞI ÇOK AÇIK OLARAK ZİKREDİLMİŞ TİR.
İhanet etmek deyince bir Müslüman için ilk olarak “ALLAHA ve RASÜLÜNE İHANET ” akla gelmekte daha sonrada “İÇİMİZDEKİ (TOPLUM) EMİR (YETKİ) SAHİBİ KİMSELERE İHANET bahis mevzuudur. Allah rasülü olan peygamberler, Allaha ihanet etmezler. Yetkilerine uygun davranır ve sınırlarını aşmazlar. Toplumda beraber yaşadığımız emir sahipleri de Allaha ve rasülüne itaat ettikleri sürece “ihanet”ten söz edilemez.
Bu sebeble kur’anda; iman eden,emin olan insanların, Allaha ve peygamberine ihanet etmesi yasaklanmakta ve böyle yapanların “emanete ihanet etmiş olacakları” söylenmektedir..(8/27,71 ) Burada emanet yani güvenilerek insana teslim edilen şey vardır. Bu .da “Allahın vahyi dir.”insan dan, inandığı emin olduğu, şüphesi bulunmadığı ilkeleri koruması, ve bu ilkelere uygun davranması beklenmektedir. Buna yani söz verdiği, sözleştiği hususlara aykırı davranmak “emanetin sahibi Allaha karşı yapılmış bir ihanettir”. Peygambere itaat etmemeklede, Onu görevlendiren Allaha itaat edilmemiş ,ihanet edilmiş olmakta ve Müslümanım (müminim) sözüne aykırı davranılmaktadır.
Allah’a ve peygamberine karşı yapılan ihânet, büyük bir günah olduğu gibi insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde de ihânet son derece kötü görülmekte ve kınanmaktadır. Bakara súresinde Allaha itaat etmeyen kimsenin, kendisine ihânet etmiş olacağına dikkat çekilmekte ve “oruç tuttuğumuz günlerin gecelerinde, kadınlara yaklaşmaya izin verilmektedir.. (2/187). Ayeti daha iyi anlamak için bazı bilgiler verelim.
İlk Müslümanlar, orucun farz kılındığı ilk zamanlarda akşam iftardan sonra sadece yatsı namazını kılıncaya kadar yiyip içiyor ve hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunuyorlardı. Uyku da bu hususta sınırlayıcı bir faktördü. İftar vaktinden sonra herhangi bir nedenle uyuyan birisi, uyandığında artık ağzına bir şey götürmüyor ve cinsel ilişkide bulunmuyordu.
2/183. âyeti sadece orucu farz kılmakta ama nasıl uygulanacağı hususunda bir hüküm getirmemekteydi. Bunun sebebinin, Hicretin ikinci yılında orucun farz olmasından önce de Müslümanların bu ibadete yabancı olmadıkları, Başta İbrahim olmak üzere diğer peygamberlerin oruçlarının uzantıları, çevrelerindeki ehl-i kitabın, haniflerin ve Peygamber (s.a)’in değişik vesilelerle oruç tutuyor olmalarından kaynaklanıyor olduğu söylenmektedir.
Rivâyetlerden anlaşıldığına göre Müslümanlar bu uygulamayı sürdürmekte oldukça zorlanıyorlardı. Çünkü gündüzleri çalıştıkları için aşırı yorgun düşen bir kısım Müslümanlar, iftar edemeden uyuyup kalabiliyorlardı. Bu durumda ne iftar, ne sahur yemeği yiyebiliyor ve ne de cinsel ilişkide bulunabiliyorlardı. Bedensel ihtiyaçlarını karşılayamadan ertesi gün de oruçlarını tuttukları için çok bitkin düşüyorlardı. Arzularına hâkim olamayan bir kısım sahabe de, yasak kabul edilen zamanlarda ilgili yasakları bazen çiğniyor ve bundan kimseye söz etmiyor, yani gizlemiş oluyorlardı. Hatta ihâneti ifade eden fiilin muzâri kalıbında gelmiş olması (tahtânûne ) , Müslümanların bu yasağı zaman zaman deldiklerini göstermektedir. Nitekim âyetin nüzulüne sebep olan olayın fâili durumundaki Ensar’dan Kays b. Sırma’ işten evine döndükten sonra, yemek hazırlanmasını beklerken uyuya-kaldığı için hiçbir şey yiyememiş ve ertesi gün de aç olarak orucunu tutmaya devam etmişti. Onu gören Peygamber:- “Neden bu kadar bitkin görünüyorsun?” diye sorunca, o da başından geçenleri anlatmıştı. Tam bu sırada Ömer de Peygamber’e gelerek; ” hanımı yatsıdan önce uyuyup uyandıktan sonra onunla ilişkide bulunduğunu ve bundan dolayı çok üzgün olduğunu söylediğin de ;
-“Ey Ömer! Bunu gerçekten yapmış olamazsın” demişti.
Diğer bazıları da benzer ifadelerle hatalarını itiraf ettiklerinde onların bu müşküllerini gidermek için ilgili âyet nazil oldu. Allah , orucun sınırlarını belirlerken gecenin bitimini başlangıç (imsak) ; gündüzün bitimini de (son nokta) iftar olarak belirlemiştir. Böylece diğer zamanlarda yiyip içmek ve ilişkide bulunmanın serbest olduğu vurgulanmıştır.
Mâide Sûresi’nde (4/107) ise yalan söylemenin ihanet olduğu söylenirken, yalan konuşan insanlardan taraf olarak, onları savunmanında ihanet olduģu belirtilmekte ve “Allahın hainleri sevmediği” hatırlatılmaktadır (5/13).Bir Müslüman için, Allahın sevgisini kaybetmek, en büyük zarar olmalıdır. Akıl sahibi birinin ise bunu istemeyeceği aşikardır.
Olayın özü kısaca şu şekildedir: Medine’de yaşayan Ebû Tu’me b. Übeyrik adındaki bir Müslüman, hırsızlık yapmış, ancak çaldığı malı bir Yahudiye emânet olarak bırakmış, ya da hiç haberi olmadığı halde Yahudinin evinin bahçesine atmıştı. Araştırmalar sonucunda hırsızlık suçu, evinde çalıntı mal bulunan Yahudinin üstünde kalmıştı. Olay yargıya intikal ettirildiği için Peygamber (s.a )’in halletmesi gereken bir dava haline gelmişti. Müslüman olan ebu tu’me b.ubeyrik in kabilesinin ileri gelenleri sürekli Allah Resûlü’nün yanına gelerek davanın Yahudi sanığın aleyhine bir hüküm verilmesi ile sonuçlanması konusunda ısrarcı olmaktaydılar. Allah Resûlü de ısrarlardan etkilenmiş ve hırsızlığı Ebû Tu’me’nin yapmadığı yönünde karar vermeyi düşünmeye başlamıştı. İşte tam bu sırada Nisâ Sûresi’nin 105 ve 107. âyetlerini de içeren bir âyet grubu nâzil olarak Hz. Peygamber (s.a )’in böyle hâinlik edenleri savunmaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu sebeble ,islam iki tarafınsa dinlenmesi gerektiği ve maddi deliller ve şahitler gibi yan unsurlara başvurmayı esas kural olarak belirlemiştir.
Enfâl Sûresi’nde: toplumlar arası anlaşmalara uyulmaması ihanet olarak ifade edilmekte ve “anlaşma yaptığımız bir toplumun hainlik yapmasından korktuğumuzda ise anlaşmadan dönebileceğimizi ve bunu kendilerine bildirmemiz” istenmektedir(8/58).
Yûsuf Sûresi’ndeki kıssada ise, bulunmadıkları ortamlarda insanların aleyhlerinde bir takım entrikalar çevirmenin kötülüğüne değinilmekte “Bir insanın yokluğundan istifade ederek, hanımına sahip olmaya kalkmanın, ihanet olduğu ” (12/52) vurgulanmaktadır.
Hz. Nûh ve Hz. Lût Peygamber’lerin hanımlarının kocalarına ihânetlerinin ifade edilmesi de oldukça manidardır. Bu peygamberlerin hanımlarının günümüzde anlaşıldığı gibi iffetsizlikleri asla söz konusu değildir. Kur’ân’da onların ” islama, davalarına sadâkatsizlikleri ve imansızlıkları (küfr) ihânet olarak” anlatılmaktadır.(66/10) .Kocaları peygamber olduğu hald, hanımlarının Alaha ihanet etmesinin sonucundaki cezadan, onları kurtaramadıklarının söylenmesi ise “Kimsenin Allaha ihanet ettiğinde kendisini kurtaracak bir kimse bulamayacağının bilinmesi için olmalıdır. Allahın dininde “peygamberin hanımı, çoluğu-çocuğu olmak bir ayrıcalık değildir.(bak.66/ 19,11,12) Hatta daha bir önemli sorumluluk gerektirir. Çünki peygamberin söylediklerini beğenmeyenlerce, onların kusurları, mesaj sahibine karşı (aleyhine) kullanılacaktır. Bu sebeblede “peygamberin hanımlarının diğer kadınlar gibi olmadıkları, toplumda onlara farklı gözle bakıldıkları bilinmeli” ve onlarda, buna göre davranmalıdırlar. Onlardan birinin bir suç işlemesi durumunda alacakları ceza, diğer insanların iki katıdır.
Gözlerin ihânetinden bahseden âyet (40/19), insanın içinden geçen veya gözleriyle dışa vurduğu bütün düşüncelerin Allah tarafından kesinlikle bilindiğini ifade etmektedir.
Kur’ân’a göre ihânet o kadar kötü bir davranıştır ki, Allah bu fiili işleyenleri asla sevmediğini,(8/58) onların hilelerini başarıya ulaştırmayacağını (12/52) bildirmekte ve Resûlü’ne (ve Müslümanlara) da asla onların tarafında yer almaması gerektiği konusunda tembihte bulunmaktadır. (4/105) İhâneti alışkanlık haline getirenlerin aynı zamanda hiç çekinmeden günah işledikleri anlatılmakta (4/107) ve Allahın, iman edenlerden (sıkıntıyı ) defedeceği ni (innellahe yüdafiu anillezine amenüü) , hain kafirleri ise sevmediğini söylemektedir.(22/38)
Allaha ve elçisine ihanet etmekle ilgili bazı olayĺar anlatarak konuya açıklık getirelim.
“Medine döneminde Yahudi Kurayzaoğulları ile Müslümanlar arasında hakemlik yapmak üzere Hz. Peygamber (a.s.), Müslümanları (ve islami devleti ) temsilen Ebû Lübâbe’yi görevlendirmiş ti. O da Sa’d b. Muâz’ın hakemliğine razı olduğu halde, Yahudi kabilesine yanlış bir seçimde bulunduklarını, bunun pek çok kişiyi ölüme götürecek bir tercih olduğunu işaretle hissettirmek istemişti. Bunun için kesilme ve ölüm anlamına gelecek şekilde elini kendi boğazına götürmüştü. Ebû Lübâbe’nin kendi çocukları da o kabilenin içinde yaşamaktaydı. Ayrıca onlarla ticârî bir takım ilişkileri de söz konusuydu. Bu varlıkları nedeniyle de kaygılanmaktaydı. Onun böyle davranması âyetin nâzil olmasına neden olmuştu.
“Ey iman edenler! Bile bile emânete ihânet etmek sûretiyle Allah’a ve Resûlü’ne ihânet etmeyin.” (8/27)
Ebû Lübâbe Allah’a ve Resulü’ne ihânet ettiğini hemen anlamış ve çok pişmanlık duymuştu. Ardından,Rasülüllah onu bağışlamış ve cezalandırmamıştı.”
Âyeti, yukarıdaki rivâyetin ışığında değerlendirdiğimizde emâneti , hakemlik olarak; Allah’a ve Resûlü’ne ihâneti de, insanların hakem olarak seçtiğini beğenmemek şeklinde anlamak mümkün görünmektedir.
ilgili âyeti Bedir Savaşı sonuçlarıyla beraber değerlendireceğiz. Zira bu sûre, Bedir Savaşı’yla ilgilidir. Savaş sonrasında Müslümanlar, hala eski alışkanlıklarındaki gibi ganimet elde etmeyi düşünmekteydiler. Halbuki, kafirlere verilecek bie ağır ceza (idam) ganimetten daha önemliydi. Böylece “yeryüzünde ağır oldukları bilinecek ” ve “rüzgarları yavaşlamayacaktı”.
Halbuki Müslümanlar bunu değil,bir an önce ganimetlerin paylaşımını düşünmekteydi.
Rasülüllahta, esirleri öldürmeyip, “fidye karşılığı serbest bırakmayı” düşünmüş ve böyle yapmıştı. Allah onun yaptığının yanlış olduğunu lakin (hakkında inen bir ayet ve bu ayeti bilerek ihlal olmadığı için ) onu ve Müslümanları affettiğini bildirmişti.
İşte Enfâl Sûresi’n ilk âyeti savaş sonucunda ele geçen ganimetlerin Allah’a ve Resûlü’ne (kamu ) ait olduğunu bildirmekte, Allahtan korunmaktan bahsetmekte ve “Eğer inanıyorsanız, Allaha ve elçisine itaat edin” (8/1) denilerek, itaatsizliğin hoş olmadığı, bununda inanamamaktan kaynaklandığı vurgulanmaktadır. Sûrenin 41. âyetinde bu malların taksimi için kural getirilerek, bu malların 1/5 inin kamuya ait olduğu, 4/5 inin ise savaşa katılanlar arasında pay edileceği açıklanmıştır.(8/41)
Anladığımıza göre, Bedir Savaşı sonrası elde edilen ganimetler herhangi bir kişiye ait olmayıp öncelikle kamu malı olarak görülmüştür. “Kamu malı” da, şahsi malın zıddına, kamuya aid olan mal demektir. Kamunun izni olmadan bir başkasına helal olmayan maldır. Kamu malı, kimsenin kendi hesabına geçirmek amacıyla el süremeyeceği bir “emânet”tir. Bu emânetleri Allah’ın belirlediği biçimde gerekli yerlere ulaştırmak sûretiyle taksim etmemekte ihânettir.
Dolayısıyla bu âyetteki ihânet, sûrenin birinci âyetinde geçen itaatin zıddı olarak kullanılmıştır. Allaha karşı tapılan her türlü itaatsizlik ihanettir.
Allah’a ve Resûlü’ne ihânet etmek, aynı sûrenin (Enfâl) 71. âyetinde tekrar gündeme gelmektedir: “Şâyet onlar sana ihânet etmeyi düşünüyorlarsa bilsinler ki daha önce de Allah’a ihânet etmişlerdi…” Âyet yine Bedir Savaşı’yla ilgili olup bu kez konu ganimetler değil, esirlerdir. Bilindiği gibi Bedir esirlerine yapılacak muamelenin niteliğine istişare ile karar verilmişti. Rasülüllah, bir devlet başkanı olduğu halde hakkınsa ayet bulunan durumlarla ilgişi olarak istişare etmezdi. Çünki vahye uymak başlangıçta kabul esildiği için istişarenin haricindedir .Fidye verebilecek olanlardan maddi durumlarına göre fidye alınacak, ardından serbest bırakılacaklar; okuma yazma bilenler ise karşılıksız olarak on Müslümana okuma yazma öğretecekler ondan sonra serbest kalacaklardı. Her iki durumda da serbest kalanlar, bundan sonra Müslümanlarla asla savaşmayacaklarına dair Peygamber’e söz verecekler di. Allah Peygamber’i uyararak onların sözlerinde durmama ihtimalini gündeme getirmektedir. Esirlerin, “Peygamber’e vermiş oldukları sözlerine sâdık kalmayacak”ları ihanet olarak isimlendirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim ihânetin başka bir çeşidini daha anlatmaktadır: iki kişinin veya iki toplumun veya birey ile devlet (toplumu temsilen) arasındaki Anlaşmalara uymamak:
“Şüphesiz ki Allah katında canlıların en şer (kötü) lisi kafir (örten, gizleyen) lerdir. (56). Onlarla bir anlaşma yapsan her defasında sözlerinden dönerler ve sorumluluk bilinci taşımazlar (57).Sen anlaşma yaptığın bir kavmin ihânet etmesinden endişe edersen, sen de onların yaptığı gibi anlaşmayı yüzüne çarp. Çünkü Allah, sözünde durmayan hâinleri hiç sevmez ( 8/56-58).
Bu âyetlerde kâfirlerin ve anlaşma yaptığında onu bozmaları, onları “canlıların en kötüsü ” yapmaktadır. Anlaşmaya varıldığında, anlaşan taraflardan birinin, sözleşmeyi tek taraflı olarak bozması ihânet olarak isimlendirilmiştir.
Rasülğllah, Medine’de bir devlet kurup başına geçtiğinde, Yahudilerle Müslümanların birbirlerine saldırmamaları, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı birbirlerine yardımcı olmaları hususunda onlardan söz aldığını ve onlara mal ve can emniyeti konusunda güvence verdiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Fakat Peygamber’in anlaşma yaptığı bu Yahudiler, sebeb-i nüzûl rivâyetleri arasında sıralanan muhtelif nedenlerden biri veya birkaçı yüzünden Müslümanlara saldırarak ölümcül olayların fâili olmuşlardır. Anlaşmaya ihânet etmişlerdir.
Buradaki ihânet, vefânın zıddıdır. Kur’ân, uluslar arası diplomaside Müslümanlara ciddi bir ilke getirmekte ve tavırlarının net olmasını istemektedir: Anlaşmayı bozan taraf Müslümanlar olmamalı, Müslümanlar “ahd e vefa ” göstermelidirler.çünkü ahde vefasızlık ihânettir. Hal böyle olduğu halde, siyasi anlaşmayı karşı tarafın kesin olarak bozması ya da bozacağına dair belirtilerin kuvvetlenmesi durumunda anlaşmanın bir geçerliliği kalmadığından Müslümanlarında bu anlaşmayı, yırtıp atabilmelerine izin verilmiştir. Burada “kuvvetli suç şüphesi”, anlaşmanın geçerliliğinin bitmesinin gerekçesi olmaktadır.
Gerek klasik Arapça lügatlerinde ve gerekse Câhiliyye dönemi şiirlerinde hıyânet masdarının ilk anlamları eksiklik, zayıflık, gizlemek yanıltmak ve emânete ihânet etmek olarak yer almaktadır. Bu anlamlar, Câhiliyye döneminde insan davranışlarıyla ilgili bir anlam taşımaktaydı. Kur’ân, hıyâneti Allah’a ve Resûlü’ne ihânet etmek, Allah’a verilen sözleri tutmamak, Nûh ve Lût’un (s.a) hanımlarının küfr ü (gerçekleri örtmek, gizlemek) anlamımda kullanarak bu kavramın içeriğini değiştirmiş ve ihanet kavramını; kişinin Allaha itaat etmemesi ,malını ve canını kullanırken bunları fıtrat (yaratılışa uygun ) olarak kullanmakta eksiklik ve zaafiyet göstermesi, Allaha verdiği sözde durmaması, Allah ile beraber başkalarınadâ kulluk etmesi, Hayatını Allahın sözleri ve ölçülerine göre değilde hevasına göre yaşaması, yalan söylemesi , Allahın vahyine aykırı davranması, Allaha kulluk ederken bunun sonucundada “yeryüzünde ekin (toprak) i ve insan soyunu bozması ” olarak tarif etmiştir. Her türlü fitne ve haksız yere adam öldürmek, bir insanı yaralamak, hırsızlık yapmak ve sair İslamın haram kıldığı her ne varsa onları yapmak ihanet iken, Allahın buyruklarını yerine getirmemek ve “yeryüzünü ifsad etmek” sayıldığı için bir ihanettir. Müslüman Allaha verdiği söze uygun davranan kimseler olmalı ve ihanet olarak açıklanan davranışlardan uzak durmalıdır….