HATALI “SEÇİM”LERİN STRATEJİK SONUÇLARI

ABDULLAH PAMUK

VAN 11.07.2015 13:57:47 0
HATALI “SEÇİM”LERİN STRATEJİK SONUÇLARI
Tarih: 01.01.0001 00:00


Düşünsel ve siyasal netliğe ulaşmamış İslami mücadele yönteminin temel ilkelerinin önemi konusunda Resullerin mücadelelerini yeterince içselleştirememiş kadrolar/örgütler, hatalı seçimleriyle, ister “sistem-içi” mücadele yöntemini tercih etsinler, isterlerse de güçlerini aşan işlere girip İslam’ın kabul etmediği araçlar kullansınlar, er veya geç hedefleriyle varacakları yer arasında ciddi farklar olduğunu göreceklerdir.  Haziran ayında dikkatlerinize sunduğumuz “Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Arkaplanı” başlıklı siyasi analizde, Türkiye’de ve bölgede yaşanan gelişmelerle ilgili temel bazı gerçekliklere dikkatlerinizi çekmeye çalışmıştık.

Bu vesileyle sistem içindeki güç ve çıkar çatışmalarındaki tarafların pozisyonlarını, gelişmelerin görünen boyutlarının ötesine geçerek arkaplanını anlamaya ve yorumlamaya gayret etmiştik… 7 Haziran seçimleri merkezli bu ay ki değerlendirmemizde ise geçiş/fetret dönemi yaşayan bölgemizdeki dönemsel nitelikli gelişmelerin girdabına kapılan, küresel güç odaklarının stratejilerini dikkate almayan veya bu stratejilerin ideolojik partneri oldukları gerçekliğini yok sayarak iddialı söylemlerde bulunan yapıların, örgütlerin “seçim”lerini genel hatlarıyla ele aldık.

Hatalı “seçim”lerin stratejik sonuçlarını Müslümanca bir bakış açısıyla yorumlamaya gayret ettik… Bu bağlamda öncelikle şu gerçekliği bir kez daha hatırlatalım: Yeni Türkiye-eski Türkiye mücadelesi sürecinde 7 Haziran seçimleri kritik bir öneme sahipti. Yeni Türkiye’yi inşa etmek isteyenler kadar muhalif güçler koalisyonu için de bu seçim normal bir seçim olmaktan öte anlamlar taşımaktaydı. Dolayısıyla mücadelenin sert bir üslupla yapılmasını anlamak mümkündü.

Ve farklı stratejilere sahip tarafların, bu küresel ve bölgesel düzlemdeki güç ve çıkar mücadelesinde, “Müslümanlar”ın da pozisyon almış oldukları ve bu rekabetten beklentilerinin bulunduğu hususu ıskalanmamalıydı. Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Acemiyle bu insanların/yapıların temel seçimlerinde yapmış oldukları hatalarının bir ürünü/sonucu olarak gündemimize girmeleri, karşılıklı savaşlarıyla bahse konu küresel stratejilerin bir parçası olarak rol almalarının ötesinde İslam’a ve Müslümanlara yönelik algı yönetiminin de malzemesi olmaları gözden kaçırılmamalıydı. Şüphesiz bu manzarada eski-yeni nitelemelerinin yan sıra “ılımlı”-“radikal” sıfatları da günümüzde derin anlamlar taşımakta ve özellikle “Müslümanlar”ın duruşlarındaki garipliklerini, ilkesizliklerini ve fasid döngülerini izahta bazı ipuçları verse de Müslümanca bir zihnin anlamlandırmada zorlandığı boyutlarıyla da karşımızda bir gerçeklik olarak durmaktadır…


Değişen dünya ve bölge dengelerinin yeniden inşası sürecinde “Müslümanlar”ın duruşundaki bu gariplikler, temel yanlışlıklar, hiç şüphesiz, “ılımlı laiklik” çizgisinde yeniden yapılandırılmaya çalışılan, 1. Cumhuriyet ile temel konularda devamlılık arz eden 2. Cumhuriyet/Yeni Türkiye’nin seçimlerinde de kendini göstermektedir. Üstelik, eski Türkiye’nin kaba zulümleri karşısında yeni Türkiye’nin ortaya koyduğu “demokratik” anlayış, çeldirici, aldatıcı, şeytanın sağdan yaklaşmasını gizlemekte, hatta birileri için alan açıcı önemli bir fırsat olarak dahi görülebilmektedir. Bu çerçevede, ılımlı laik-demokrat Türkiye Cumhuriyeti değişen dünya ve bölge şartları gereği yeni konumu ve misyonuyla sadece bu coğrafyadaki insanlarımız için değil bölgemizde, dahası Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda büyük önem kazanmaktadır.

Bölgenin/Türkiye’nin yeniden inşa sürecinde bu algı giderek güçlenmiş ve beklentiler gündeme gelmişti. Ne var ki bir taraftan bu yeniden inşa süreci devam ederken diğer taraftan oyun kurucu küresel güçler ve onların yerel müttefikleri arasındaki strateji farkları, hakimiyet ve çıkar çatışmaları değişim ve dönüşüm sürecini inkıtaya uğratmış, gündeme gelen fetret döneminin şartları etkili olmaya başlamıştır. Tabii ki bu durum Suriye başta olmak üzere Mısır ve diğer coğrafyalarda etkisini gösterdiği gibi Yeni Türkiye’yi de bir şekilde zorlamaya başlamıştır.

Ancak bu etkileşim, bazılarının iddialarının aksine yıkıcı, eskiye döndürücü bir çizgide ilerlemekten çok Yeni Türkiye’yi kontrol edici, gücünü zayıflatıcı, bazı politikalara yönlendirici doğrultuda olmuştur. Nitekim, Gezi olayları, 17-25 Aralık operasyonu, 6-8 Ekim Kobani olayları ve tüm bunlara alan açan bölgedeki gelişmeler kullanılarak HDP ve türevleri üzerinden kurgulanan algı yönetimi ile Yeni Türkiye hizaya getirilmeye, en azından hızı kesilmeye çalışılmıştır. Ve son seçimlerde ortaya çıkan kompozisyon bunun, kısmen de olsa başarıldığını göstermektedir… 7 Haziran seçimlerinin hatırlattıkları…


Çok zaman geçmedi; hatırlayalım. 7 Haziran seçimlerine gidilirken, bir tarafta 13 yıl tek başına iktidarda olan bir parti ve bu siyasal aktörün arkaplanın da ki güç odakları vardı. Ve bunlar, yeni Türkiye’nin inşası sürecinde, kritik bir dönemece girdikleri bilinciyle Çözüm Süreci ve bununla bağlantılı olarak yeni anayasa ve siyasal sistem değişikliği konularında önemli adımlar atmaya hazırlanıyorlardı. Bunların karşısında yer alan blok ise bölge konjoktürünün tüm avantajlarını da kullanarak, iç ve dış unsurların açık destekleriyle bu yürüyüşü durdurmak, hiç olmazsa yavaşlatmak istiyorlardı. Ki bunu sağlamak için, pragmatik bir yaklaşımla, her yolu denediler, her türlü manipülasyon ve algı yönetimi tekniğini kullandılar. Daha doğru bir ifadeyle Yeni Türkiye’nin inşası için çalışanlardan çok daha fazla gayret ettiler.

Sonuçta seçimlerde AKP/AK Parti, yaklaşık 9 puan kayıpla da olsa birinci parti olarak çıktı. Ama bu sonuç malum nedenlerle AKP’nin tek başına iktidar için yeterli milletvekili sayısına ulaşmasına yetmedi. Aynı zamanda yeni anayasa ve yeni siyasal sistem konusundaki hesaplarını ertelemelerine neden oldu… Hiç şüphesiz bu seçim sonuçlarını ciddi düzeyde etkileyen asıl veri partilerin aldıkları oy oranı değildi. Doğu ve güneydoğu illerindeki oy dağılımının HDP’de yoğunlaşmasının yanı sıra büyük illerde de AKP’den HDP’ye doğru bir kayışın olmasıydı.


Doğaldır ki bunda AKP’nin 13 yıldır iktidarda olması ve bölgeye yönelik politikalarının doğru anlaşılmamasının etkisi vardır. Ancak ortaya çıkan bu seçim sonucuyla ilgili iki önemli etkeni gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Bunlardan birincisi, özellikle bölge insanının, genelde mufazakar bir anlayışa sahip olan Kürt seçmenin geçmişte yaşadığı derin acılar ve bunun ortaya çıkardığı “psikolojik travma”nın iyi yönlendirilerek “kimlik” eksenli bir tercihe dönüştürülmesidir. İkincisi ise (belki birincisinden çok daha etkili olanı) PKK ve türevleri yapılarının tehditlerinin, HDP’nin yerel yönetimlerdeki gücüyle birlikte çok daha etkili hale gelmesiydi.

Burada bazıları şöyle bir itirazda bulunabilirler: ‘Ne yani bölge halkı HDP’yi tercih edemez mi?’ Bizce bu soru tepkisel olarak anlamlı gözükse de bölgedeki değişim-dönüşüm süreci, Çözüm Süreci’nin oluşturduğu atmosfer düşünüldüğünde, güçlü bir organizasyon, algı yönetimi olmasa böyle bir sonucun ortaya çıkması ve bunun kalıcı olabileceği ihtimalinin tartışılmaya başlanması mümkün değildi. Böyle bir durumun ortaya çıkması, doğu ve güneydoğuda AKP’den HDP’ye dikkate değer oranda oy kayması olması mutlaka önemli. Ama oy oranı olarak bu yönelimin kritik öneminin ötesinde, mevcut seçim sisteminin özelliği gereği, 2002 seçimlerinde AK Parti’nin Türkiye genelindeki oy dağılımıyla sağladığı avantajı bu kez HDP’nin doğu ve güneydoğu illerindeki oy yoğunluğuyla elde etmiş olması daha da önemli ve belirleyicidir.


Aynı zamanda büyük illerde AKP’den HDP’ye nisbeten daha düşük oranda oy kayması, kısmen de olsa CHP’den HDP’ye oy kayması söz konusudur. Yine AKP’den MHP’ye doğru oy akışı da görünür boyutlarda olduğu söylenebilir. Seçim sonrası dikkate değer bir başka hususta, malum iç ve dış odakların AKP’den HDP’ye oy kayması ve yeni Türkiye inşası ile ilgili bazı projelerin ertelenmesinden duydukları memnuniyeti ortaya koyuş şekilleridir.


Öyle ki söz konusu bloğun öncüsü görünümündeki CHP, 7 Haziran seçimlerinde kendi adına bir başarıdan çok başarısızlık yaşamasına rağmen CHP genel merkezinde kutlamalar yapabilmiştir. Bu çerçevede en dikkat çekici olanı da, mutad olduğu üzere, seçimden hemen sonra, seçim hilelerinden söz etmemeleri, “trafoya kedi girdi” türünden ironileri seslendirmemeleriydi.


Hem de bölgede yaşanan PKK ve türevlerinin baskıları ayyuka çıkmışken. Aynı zamanda, seçimden önce, Yeni Türkiye’nin demokrasiden hızla uzaklaşıp diktatörlüğe yöneldiğini, düşünce/basın özgürlüğünün olmadığını iddia eden bu çevreler, 8 Haziran sabahı demokrasinin kazandığından, Türkiye’deki “demokrasi tecrübesi”nden bahsetmeleri manidardır. Keza söz konusu projede eski Türkiye ile çıkarları ortak olan dış odakların kontrolündeki yabancı basının kısmi zafer sevinci dikkate değerdir…


Bu bağlamda, seçim sonuçlarıyla birlikte, Kandil ile İmralı arasında gidip gelen HDP’nin bölgedeki konjonktürel gelişmelerinde etkisiyle İmralı’ya rağmen eski Türkiye’nin reflekslerine sahip iç ve dış unsurlarla beraberliğini güçlendirmeye devam etmesi de doğru okunmalıdır. Kullanışlılığı devam eden PKK ve türevleri Bir süredir sistem içi mücadele zemininde PKK ve türevlerinin, dönemsel bazı zikzaklara rağmen iki ana çizgide hareket ettikleri bilinmektedir. Bu çizgilerden birincisi Öcalan’ın kontrol ettiği kadrolardır. Bu durumu, özellikle belirli bir tarihten sonra yeni Tür


kiye kadrolarıyla çok güçlü diyaloğunu sürdüren ve çıkışı burada gören Öcalan’ın son dönemlerdeki Nevruz açıklamaları ve mektuplarına yansımaktadır. Keza Mehmet Barlas’ın “çözüm”e karşı olanlar hakkında “Öcalan’ın tahlilleri” başlıklı yazısı da (Sabah gazetesi, 11.6.2015) ne demek istediğimizi ortaya koyacak alıntılardan oluşmaktadır. Öcalan’ın seçim öncesi kendi kamuoyuna verdiği mesajlardan iki paragrafı aktarmamız sanırım yeterli olacaktır… “-DTK, HDP, DBP’nin çabalarıyla olayların büyümesi önlenmişse de, gerginlik hala devam etmektedir ve önümüzdeki zamanda da bu tip olayların yaşanması ihtimali az değildir. Çözüm-müzakere sürecinin akamete uğratılması yalnız demokratik çözüme, Türk-Kürt barışına karşı olan, savaşı, çatışmaları hedefleyen kesimlerin değil, Hükümetten kurtulmayı hedefleyenlerin de baş hedefi haline gelmiştir”… “-AKP’nin tek başına hükümet kuracağı çoğunluğu alması ihtimalini güçlü görüyorum.

Bu eğer gerçekleşmezse oluşacak koalisyon ya da dıştan destek konusunda Türkiye demokrasisi ve çözüm-barış süreci açısından en olumlu olanı açıktır ki AKP-HDP ittifakıdır. Başta Kürt seçmenler olmak üzere hem AKP, hem HDP seçmenince en kabul görecek, demokrasiye, demokratikleşmeye ve barışa en fazla hizmet edecek olan seçenek budur.” İmralı’nın çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu bu açık tavra rağmen PKK ve türevlerini kontrol eden ikinci çizgi, bölgede yaşanan dönemsel gelişmelerin açtığı alanda geçmişteki bağlantıları nedeniyle eski Türkiye kadrolarıyla daha sıkı-fıkı olmayı tercih etmektedirler. Ve Kobani sonrası malum güç odaklarıyla bu çizginin yürüttüğü operasyonlar, algı yönetimi çabaları ne yazık ki bölge insanını etkilemiş görünmektedir.

Bölgedeki IŞİD/DEAŞ projesi çerçevesinde gündeme gelen hamlelerin, Çözüm Süreci’nin tüm olumlu yansımalarına rağmen duygusal planda zirve yaptırdığı Kürt milliyetçiliği/kimlik siyaseti amacına kısmen de olsa ulaşması bunun en çarpıcı göstergesidir. Bununla da yetinmeyen küresel odaklar, bölgedeki dönemsel gelişmelerde bu kadrolara umutlar vererek geleceğe yönelik hesaplarını gerçekleştirmeye çalışmakta, bölgedeki hamlelerinde PKK unsurlarını etkili bir şekilde kullanmaya devam etmektedirler…

Tabiidir ki bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinin kritik aşamasında, öne çıkan küresel ve bölgesel güçlerin gelecek hesapları, güçlünün haklı görüldüğü bir dünyada zulmün kaba ve yumuşak/aldatıcı-sofistike/karmaşık boyutlarıyla tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır. Bu artık bilinmektedir. Ancak böyle bir vasatta, yaşanılan tarihsel dönemin en çarpıcı, en çeldirici, en kışkırtıcı boyutları karşısında Müslüman önderlerden ilkesel düzlemde Müslümanca bir duruş, yaşananlardan ders alınarak bir özeleştiri yapmaları beklenirken tam tersine büyük bir çoğunluğu hatalı seçimlerinde ısrar etmeye devam etmekteler. Dahası giderek bağnazlaşan yaklaşımlarıyla kendileri dışındakileri acımasızca suçlamaktan, karşılarında yer alanları ilkesizce bertaraf etmekten çekinmemekteler…

Ve bu kaos ortamında kimileri İslam’ın açık hükümlerine rağmen duygusal ve reaksiyoner yaklaşımlarla İslam’ın kabul etmediği yöntemler/araçlar kullanarak Müslümanlara yönelik algı yönetimi çabalarına malzeme olmakla kalmıyor, düşünsel ve örgütsel zaafları nedeniyle küresel küfrün/odakların kullandıkları yapılar olarak karşımıza çıkmaktadırlar… Kimileri de, bir süredir Müslümanların maruz kaldıkları kaba zulmü kullanarak büyük bir çoğunluğu arkasına alan telifçi, aldatıcı söylemlerle Resüllerin içinde yaşadıkları küfür/şirk sistemlerde gösterdikleri ilkesel duruşlarına ve hareket metodlarına ters bir pozisyon almaktadırlar.


Böylelikle zilletle izzeti aynı yerde, “sistem-içi” mücadele zemininde arama sapkınlığında yol almaktalar, sisteme hızla entegre olarak İslami kimliklerini kaybetmektedirler… Velhasıl düşünsel ve siyasal netlikten uzak “Müslüman” tipolojiler, ilkesel ve Nebevi bir mücadele tercihi yerine postmodern ötesi dünyanın yeni denge arayışı sürecinde demokratik zeminde kendilerine yer bulma arayışının inişli-çıkışlı döngüsünde giderek farklılaşmaktalar. Ve bunlar, çeşitli vesilelerle, temel seçimlerini tekrar gözden geçirmeyi içinde bulundukları fasid döngüyü, “sistem-içi” pozisyonlarını meşrulaştırmak için insanımızın zaaflarını kullanmaya devam etmektedirler… Ezcümle, “Müslümanlar”da görülen düşünsel ve siyasal savrulmanın değişik tezahürleri sadece belirli bir coğrafyada, belirli bir kavimde değil, Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Acemiyle genelde yaşanmaktadır. Ve bu durum Müslümanlar için hayati önemde bir sorun, bir açmaz olarak karşımızda durmaktadır. Bu temel sorun ele alınırken herhangi bir kavim/etnisite öne çıkarılamayacağı gibi herhangi bir zaman dilimindeki Müslümanlara has da görülemez.

Tarihi süreç içerisinde biriken temel sorunlarımızın bir şekilde tezahürleri olarak ele alınmalıdır. Yoksa yakın tarihte yaşanan değişim süreçlerinin yoğunluğu ve bundan da bazı kesimlerin daha fazla etkilenmiş olmaları bizi yanlış yargılara sevk etmemelidir. Yaşananlar doğru okunmalı, Müslümanca bir bakış açısının dışına taşacak yorumlara tevessül edilmemeli. Her dönemin ve coğrafyanın baskın özellikleri nedeniyle ortaya çıkan savrulmalar ve bunların sonuçları bizleri aldatmamalıdır. Dikkatli bakıldığında görülecektir ki, gerek “sistem-içi” mücadele çizgisine savrulanlar ve gerekse de güya “sistem-dışı” bir duruş sergiledikleri iddialarına rağmen İslam’ın onaylamadığı yöntem/araç kullananlar, değişik gruplar/organizasyonlar olarak zaman zaman aynı zeminde karşı karşıya gelebilmekte ve/veya stratejik kararlarıyla küresel ve bölgesel sistemin oyun kurucu güçleri lehine pozisyon alabilmekteler.

Düşünsel yeterlilik ve netlikten uzak olan bu gruplar, yanlış yöntem tercihleri ve güçlerini aşan işlere girmeleri nedeniyle “İslami mücadele” adına bazı projelerin parçaları, stratejik unsurları haline gelebilmektedirler. Düşünsel ve siyasal netliğe ulaşmamış İslami mücadele yönteminin temel ilkelerinin önemi konusunda Resullerin mücadelelerini yeterince içselleştirememiş kadrolar/örgütler, hatalı seçimleriyle, ister “sistem-içi” mücadele yöntemini tercih etsinler, isterlerse de güçlerini aşan işlere girip İslam’ın kabul etmediği araçlar kullansınlar, er veya geç hedefleriyle varacakları yer arasında ciddi farklar olduğunu göreceklerdir.

- See more at: http://www.iktibasdergisi.com/hatali-secimlerin-stratejik-sonuclari/#sthash.lHHGMrRy.dpuf