HANGİ MÜLTECİ MAKBUL?

Müslüman mültecilerin neden İslam ülkelerini değil de Batı’yı tercih ettikleri itirazı da yer yer dillendiriliyor. Bunda haklılık payı yok değil. Zaten İslam dünyasının mevcut durumu aynı zamanda göçlerin de gerekçesidir. Irak’ı

VAN 12.09.2015 09:40:55 0
HANGİ MÜLTECİ MAKBUL?
Tarih: 01.01.0001 00:00
Yenişafak/Akif EMRE

Batılılaşma tarihimiz, bir yönüyle Avrupa’ya sığınma tarihidir…

Tanzimat’tan beri batılılaşma maceramızın serencamını belirleyen kuşak hem Batı’dan beslendi hem de başı sıkıştığında Batı’ya sığındı. Bu nedenle Batı’yla ilişkimizi, aşk-nefret ilişkisine döndüren, aydınların bizzat kendi hayat maceraları ve Avrupa’yla kurdukları çelişik ilişkilerdir.

Avrupa bir yanda Osmanlı’dan başlayarak batılılaşmaya icbar ederken bir yandan da müdahil olabileceği insan unsurunu devşirmekten geri kalmadı. İlk bakışta fikir özgürlüğü, insan hakları savunuculuğu gerekçesiyle mağdurlara, muhaliflere kucak açarken diğer tarafta Avrupa’nın her ülkesinin kendine göre bir sığınmacı politikası izlediği gerçektir. Batı’nın bu ikili tavrı batıcı aydınlarda zaman zaman travma etkisi de yapmıştır. İlk başlarda Ermeni saldırılarının arkasında güçlü bir Fransız desteği ortaya çıktığında Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek‘in Türk aydınlarına sığınmacı olarak kucak açan bu ülkeye yönelik duyduğu hayal kırıklığı yazısı hafızamda canlıdır.

Şu bir gerçek ki, Batı Avrupa ülkeleri artık göçmen ülkeleri haline gelmiştir. Bunu, ihtiyaç duyduğu kas gücünden dolayı çoğunluk eski sömürgelerinden getirttiği göçmenler oluşturur. Sayıca bu kadar olmasa da ülkelerinde baskı gören, iç savaşlardan kaçan, siyasi suçluların da sığınak yeridir.

Asıl büyük göç dalgalarını, genellikle bölgesel savaşlardan, katliamlardan, siyasi kaos ortamından kaçıp Batı’ya iltica eden kitleler oluşturur. Bu siyasi mülteciler, aydınlar, örgüt mensupları canlı bir siyasi ve entelektüel hareketlilik oluştururlar. Belli sınırlar içinde, belli muhalif hareketlerin üssü işlevi görür Avrupa; en azından bunların düşünsel etkinlikleri propaganda savaşlarına yataklık eder.

Bugünlerde Batı’nın neden yeterince Suriyeli, Iraklı mülteciyi almadığı, Türkiye’ye neden yardımcı olmadığı yönünde yükselen bir eleştiri dalgası mevcut.


Batı’yı ikiyüzlülükle suçlayan bu eleştirinin eksik tarafı, İslam dünyasının bu konudaki yetersizliği, belki de duyarsızlığı konusudur. Hatta bu Müslüman mültecilerin neden İslam ülkelerini değil de Batı’yı tercih ettikleri itirazı da yer yer dillendiriliyor. Bunda haklılık payı yok değil. Zaten İslam dünyasının mevcut durumu aynı zamanda göçlerin de gerekçesidir.

Irak’ı, Afganistan’ı harabeye çeviren Amerikalı ve Batılı güçler doğrudan bu göç olayının müsebbibi olduğu gibi göçmenleri kendi başlarına terk etmeleri de iki yüzlülüktür.

Adeta ezberlenen bu görüş büyük ölçüde haklı ve bugün de geçerliliğini koruyor.

Asıl sorun, Batı’nın her taraftan mülteci kabul ederken neden bazı bölgeleri görmezden geldiği yahut bazı siyasi, etnik kesimleri özellikle tercih ediyor oluşudur. Sanayileşmiş ülkeler mülteci kotalarını doldururken seçimi neye göre yapıyorlar?

Tümüyle insancıl nedenlerle, hangi coğrafyada ağıt sesi daha yüksek çıkıyorsa onları tercih ettikleri düzeyinde bir algı, küresel travmanın emperyal politikalarını açıklamakta yetersiz kalır.

Özellikle Avrupalı ülkeler için mülteci, her şeyden önce ucuz iş gücüdür. Avrupalının artık terk ettiği ucuz ve kas gücüne dayalı alanlarda çalıştırılacak elemandır. Beyaz Avrupalının tüketim gücünü koruyan, yani konforunun devamını sağlayan altyapıyı oluşturur.

Avrupalılar için hayatın pratik gerçekleri bu olsa da bir de idealize edilen değerler kapsamında meşrulaştırılan, Avrupalının kendi değerlerinin bir tür kanıtlanması duygusunu sağlayan/veren mülteci politikası işler.

İdealize edilen Avrupa değerlerinin parıltısı altında gözleri kamaşan Doğulu aydınların görmek istemediği göçmen stratejisi burada devreye girer.

İlkin eski sömürgelerindeki despotik yapılarla kurduğu resmi ilişkiyle denetimi sürdürülen muhaliflere de kucak açar. İçten içe mevcut statükonun alternatif güçlerini destekler, muhtemel değişimin alt yapısını tek tek örer, denetim altına alır. Her devletin jeostratejik öncelikleri ve ilgilerine göre bazı bölgeler önem kazanır. Mesela, İtalya Libya ile kolonyal ilişkilerini bir şekilde sürdürmek istiyorsa Libya’daki her tür muhalefetle, siyasi oluşumlarla ilgilenir. Almanya için Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle Kürt meselesi stratejik önemi haizdir. Fransa için de benzer ilgiler sözkonusudur.

Hangi bölgeden ne kadar mülteci kabul edileceği o ülkenin ekonomik, stratejik önceliği ile doğrudan ilişkilidir. Amerika’nın Birinci Körfez Savaşı sonunda Kuzey Irak’tan beş bin Kürt’ü uçaklarla alıp götürmesinde olduğu gibi, gerektiğinde mültecilere yerinde hizmet bile verilir. Daha sonra eğitilmiş elit kadro olarak gerektiğinde sahaya gönderilir.

Siyasi mülteciler her zaman bir yanı rehin alınmış garpzedelik halidir. Bir tarafı hep eksik, tutsaktır. Gerektiği zamanda, gerektiği kadar ve gereken alanda onlara özgürlük tanınır.

Despot Arap yönetimlerinden Avrupa’ya sığınan, belli alanda faaliyet yapmalarına izin verilen İhvan gibi mutedil grupların bir anda siyasal düşman haline gelmeleri stratejik kartların yeniden düzenlenmesi ile ilgilidir.
Özellikle Avrupalılar göçmen politikalarında da kendi aralarında rekabet halindedirler. Bir bölgeden alınacak kitlesel mülteci sayısı, zamanlaması ile siyasi ve stratejik hesaplarından bağımsız değildir. Müdahil olamayacağı, nüfuz alanın dışında kalan bir bölgeden alınacak mültecilerin sayı ve niteliği sembolik olacaktır.

Benzer durum doğal afetlerdeki yardım politikaları için de geçerlidir.

Yapılan tüm insani yardımları sadece yardım olarak gören miyopların Batılı ülkelerdeki eleştirel literatürü, akademik çalışmaları, muhalif sesleri dinlemelerinde fayda var.