Gerçeksizliğin Bedeli: Sıkıntı ve Bunalım

Mustafa Demir

VAN 2.01.2014 12:12:13 0
Gerçeksizliğin Bedeli: Sıkıntı ve Bunalım
Tarih: 01.01.0001 00:00

“Kaf!  Dikkat et şerefli ve şereflendiren Kur’an’a! Bilâkis o kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar ve “bu acayip bir şeydir. Biz, ölüp toprak olduğumuzda mı? İşte bu dönüş, çok uzaktır!” dediler. Muhakkak biz bildik, onlardan yerin neyi eksilttiğini. Ve bizim yanımızda koruyan kitap vardır. Doğrusu gerçek kendilerine geldiğinde yalanladılar. Şimdi onlar bunalım ve sıkıntı veren iştedirler.” (Kaf 50: 1-5).

 Allah Teâlâ, “Kâf” Huruf-u mukattaa harfi ile dikkat alarmını verdikten sonra Kur’an’ın çok değerli ve önemli bir özelliğine; onun çok şerefli ve şeref veren (onurlandıran) bir kitap olduğuna vurgu yapıyor. Bu yaklaşım insanları uyarmada çok önemli bir ilkedir. Aynı zamanda bu ilke vahiy ve resullerin bir yöntemdir. Elbette ciddi bir tebliğe muhatap olan kişi, ilkin bilgi kaynağının doğruluğundan, şerefliliğinden, eşsizliğinden ve yüksek etki gücünden emin olmak ister. Ve buna ulaştığında da inanç ve düşüncesini gök gürlemesi gibi bütün gücüyle haykırır. İşte o zaman hiçbir gücü ve inandırıcı bir yanı bulunmayan yalancıların sesleri cılızlaşır, söner ve yok olur. Ayetlerin akışında bunu kolayca görebiliyoruz. Kur’an ile şereflenen Müslüman’ın ciddi, tutarlı, kesin ve yalancılarla uzlaşmaz tavrı karşısında,  gerçeği örtenlerin durumu, şaşkınlıktan ve saçmalamaktan başka bir şey olmayacaktır. “Kâf! Dikkat et! Kur’an şerefli ve şereflendirendir.” Bu seslenişin karşısında gerçeği örtücüler ne diyor?  “Bu acayip/şaşılacak bir şeydir.”  Bundan başka ne diyebilirlerdi? Ya da şimdikiler ne diyebilir?  Kur’an’dan başka hangi kitap, hangi kaynak ve hangi din insanlığa şeref verebilir? İşte günümüzde insanlığın durumu gözlerimizin önünde; manzara hiç de iç açıcı değil… Bu bağlamda günümüzde de müthiş bir sese/sayhaya ihtiyaç var. O ses ki, ortaya çıktığında diğer bütün seslerin kimyası bozulur, işlevlerini yerine getiremez olurlar, sıkıntı ve bunalımlara girerler. Yalancıların eli ayağı birbirine dolanır.

 Gerçeği yalanlayanların dinleri insanlara bunalım, sıkıntı, zulüm, fitne ve fesattan başka ne getirdi? Ya da getirebilirdi? Evet, insanlık için yücelik arz eden(erdemli olan) hiçbir şey getirmedi. Ama madde, para, zulüm, bunalım, buhran, sömürü, açlık, sefalet, onursuzluk, iffetsizlik, namussuzluk, şerefsizlik ve daha bunlara benzer neler getirdi, neler… Çünkü: “ Gerçek kendilerine geldiğinde yalanladılar. Şimdi onlar fesat ve sıkıntı veren iştedirler.”  Gerçeği örtücüler Kur’an ve Resul karşısında şaşırıyorlar. Çok basit bir savunmaya geçiyorlar ve hemen ahret hayatını yalanlıyorlar. Çünkü oraya gidip gelen kimse olmadığına ve mezara konan cesetler de çürüdüğüne göre; bu kendilerine sağlam bir delil olarak görünüyor. Ve “ Biz, ölüp toprak olduğumuzda mı? İşte bu dönüş, çok uzaktır!” diyorlar. Allah Teâlâ da şerefli Kitabında onların çenelerinin boşuna mesai yaptığını, bu söylediklerinin tutarsız olduğunu şöylece bildiriyor: “ Muhakkak biz bildik, onlardan toprağın neyi eksilttiğini.”  Bu sözü ancak, insanı yoktan var eden Allah(c.c.) söyleyebilir. Yoksa insanoğlu bunu ne bilebilir, ne de söyleyebilir... İşte böylece, yalanlayanların saçma sapan savunma gerekçeleri de çürütülmüş oluyor.

 Gerçeği/hakkı yalanlayanlar insanları kandırmaktan hiç geri durmazlar/durmayacaklar. Çok çeşitli yöntemler ve araçlar geliştirecekler ve çeşitli iftiralarda bulunacaklardır. Yani gerçeği kabul edip benimseyenler ile gerçeği örtücüler arasında mücadele sürüp gidecek… Bu durumda gerçeği kabul edenleri Allah Teâlâ destekleyecektir. “…Ve bizim yanımızda koruyan kitap vardır.” Kitap ile şereflenenler, gene Kitaba bağlılıkları sayesinde korunacaklardır. Gerçeği örtenler Kur’an’ın karşısında şaşırmalarının yanı sıra, Kur’an’ı kendi içlerinden birinin kendilerine duyurmasını da hayretle karşılıyorlar ve bunu da koz olarak kullanmak istiyorlar. Böylece kendilerinden başka diğer insanları da zulümlerine ortak etmek istiyorlar. “Onların içlerinden ileri gelenler öne fırlayarak:  ‘yürüyün ilahlarınızın üzerinde diretin, muhakkak istenilen şey budur. Biz bunu başka bir millette işitmedik. Muhakkak bu uydurmadan başka bir şey değildir. Aramızdan Zikr O’na mı indirildi?’  Hayır! Onlar, benim Zikrimden şüphe içindeler. Çünkü onlar azabımı daha tatmadılar.” (Yasin 36: 6-8)

 Kur’an ve uyarıcı Resul(s)  karşısında şaşıran kâfirler(gerçeği örtücüler) ilk anda özellikle uyarı yapan Resul/Elçi hakkında bir şey diyemiyorlar. Çünkü o Resul(s), o Güvenli İnsan kendi içlerinden, çok iyi tanıdıkları birisidir. “De ki: Allah dileseydi onu, size ne ben okurdum, ne de size o bildirirdi. Daha önce bir ömür içinizde kaldım. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus 10: 16). Allah’ın Resulü Hz. Muhammed(s) kendi toplumu içinde son derece güvenilir bir kişiliğe ve itibara sahiptir. Bu durumda ne desinler?  Fakat zaman ilerledikçe, kâfirler durumun kendilerinin aleyhine geliştiğini görüyorlar. Hal böyle olunca, mekanizmaların en kötülerinden olan iftiraya başvuruyorlar ve başlıyorlar iftira kampanyalarına. Hedef; Allah(c.c.)’ın Resulü Hz. Muhammed(s)… “Onlara, kendilerinden bir uyarıcı gelince, şaştılar ve kâfirler: ‘bu yalancı bir sihirbazdır.’  dediler.” (Sad 38: 4). “ “Hayır, bunlar saçma sapan rüyalardır. Hayır, kendi uydurdu. Hayır, O bir şairdir. Yoksa bize evvelkilerin gönderildikleri gibi bir beyyine(apaçık bir delil/kanıt) getirsin” dediler.” (Enbiya 21: 5). “Biz hiç, bir mecnun şair için ilâhlarımızı terk eder miyiz?” (Saffat 37: 36). Kâfirlerin sıkça kullandıkları belli başlı iftira kavramları vardır: yalancı, sihirbaz, şair, mecnun şair, vs gibi. Bu kavramların cahiliye Arap toplumunda anlamları önemli bir yer tutuyordu. Bu kavramlarla nitelenen insanlar, toplum içinde önemli işlevleri olan ayrıcalıklı insanlardı. Bu kavramlar içinde anahtar kavram  ‘mecnun’ dur. Bu kavram çoğu kez diğerlerini de içermektedir. Cahiliye açısından  ‘tecnin’; tabiatüstü bir varlığın vecd(heyecandan doğan coşku ile kendinden geçme) halindeki bir kişiye geçici olarak sahip olması ve onun ağzından çoğunlukla dizeler biçiminde, normal insanın söyleyemeyeceği, heyecanlı, gizemli kelimeler söylemesidir.

 Bu anlayışla hareket eden müşrikler Vahiy olayını yalanlamakla kalmıyorlar, aynı zamanda Resulullah(s)’ın gerçek bir şair, kâhin ve sihirbaz bile olmadığını etrafa yaymağa çalışıyorlar. Çünkü onların sosyal yaşantılarında şair ve kâhinlerin önemli yeri ve işlevleri vardır. Kurumlaşmış kurulu düzenlerinin propagandasını yaparlar, kötü taraflarını örtüp sürekli şirin göstermeğe çalışırlar. Böylece bir takım çıkarlar için, her beldenin ileri gelenlerine hizmet ederler. Onlar “cin” kelimesinin bilinmeyen, yabancı, üzeri örtülmüş, gizli gibi anlamları da olduğundan Resulullah(s)’e mecnun(cinlenmiş) demekle, onun yabancılaştığını, tanınıp bilinmeyen yabancılardan bilgiler edinip içerideki dirlik ve düzeni bozmaya çalıştığını iddia ediyorlar. Benzer durumların günümüz dünyasında tıpa tıp karşılıklarının bulunduğunu anlayabilmek için, çok derin bilgilere gerek yoktur. Evet, ne siyasal bilimci profesör, ne uluslar arası strateji uzmanı, ne çok detaylı bilgiler sahibi tarihçi, ne dünya çapında bir sosyolog ve derin teolog olmaya gerek var? Etrafı aklını kullanıp dikkatle gözlemlemek yeterlidir. Buna Kur’an’ın rehberliği ve Resulullah(s)’in örnekliğini de eklersek, her şeyin apaçık ortada olduğu görülecektir. Haklarını aramak ve haksızlığa karşı çıkmak için meydana çıkan mağdurların başlarına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor. “Doğrusu hak/gerçek kendilerine geldiğinde yalanladılar. Şimdi onlar fesat ve sıkıntı veren iştedirler.” Hz. Ali, Muaviye’ye, babası  Ebu Süfyan’ı da kast ederek “istemeden(boyun eğerek) girdiğiniz, ama isteyerek çıktığınız yol üzereyim” demişti. Tam da bugünkü manzarada insanlar birbirlerini bu anlama gelebilecek yaklaşımla suçlayıp karşılıklı saldırıyorlar.  Ne ilginç değil mi? Ya da ne kadar da çok benziyor! Kentsoylu bilgi gücü ile ortalığı kırıp dökerken, şehirli(medeni)nin elinden fazla bir şey gelmiyor. O ilmin hikmeti ile bir şeyler söyleyip yapmaya çalışıyor, ama onu anlayan kafa, işiten kulak nerede?

 

 Müşrikler türetip, geliştirdikleri iftira kavramlarını kullanarak, yürüttükleri propaganda ile insanları Resulullah(s)’ın çevresinden uzaklaştırmak ve Kur’an’ı dinlemelerini engellemek istiyorlardı. Bütün bunların niçin yapıldığını Kur’an-ı Kerim şöyle beyan ediyor: “Yoksa resullerini tanımıyorlar da, bu yüzden mi inkâr ediyorlar?  Ya da “onda cinnet var” diyorlar? Hayır! O onlara hakkı getirdi. Ama çoğu gerçekten hoşlanmıyorlar. Gerçek onların hevalarına tabi olsaydı, gökler, yer ve ikisi arasında bulunanlar fesada uğrardı. Onlara zikirlerini verdik, fakat onlar zikirlerinden yüz çeviriyorlar. Yoksa sen onlardan bir karşılık(haraç) mı istiyorsun? Rabbinin karşılığı daha hayırlıdır. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Müminun 23: 69-72). Ne garip bir manzara ki; bir tarafta milyonlar, milyarlar çocuklara verilen harçlık gibi ortalıkta dolaşırken, diğer tarafta asgari ücret görüşmeleri ve sonra da kırk küsur lira zam ve üç çocuk olursa kırk küsur lira daha artacak, açıklamaları. Tek çocuk kırk liradan eder, iki daha olursa kırk lira kazandırır, ne matematik ama? Hesap böyle ise; Rezzak nerede? Ya da Rezzak’ın nimet takdiri bu hesabın neresinde? Demek ki; gerçeği yalanlayanlar denildiğinde sadece Kur’an’ı inkâr edenler anlaşılmamalı… Bugün Salı, yarın Çarşamba; on üç, on dört; on üç evvel, on dört ahir: “Velel ahiretu hayerun leke mine’l ulâ!” İnşallah…