GELENEK İLE DİN ARASINDA KALANLAR

Genel olarak bu literatürde fert ve toplumları yönetip yönlendiren yaşam biçimlerine din tabiri kullanılmaktadır. Başkaları durumu farklı değerlendirse de İslam bir kişilik bir düşünce tarzından, geniş toplumların genel kabulüne vara

VAN 16.10.2016 10:07:13 0
GELENEK İLE DİN ARASINDA KALANLAR
Tarih: 01.01.0001 00:00
HÜSEYİN BÜLBÜL

Bizim toplumumuzda Din denince akla İslam gelir. Ancak din İslam’dan ibaret olmadığı gibi, her din de İslam değildir. Genel olarak bu literatürde fert ve toplumları yönetip yönlendiren yaşam biçimlerine din tabiri kullanılmaktadır. Başkaları durumu farklı değerlendirse de İslam bir kişilik bir düşünce tarzından, geniş toplumların genel kabulüne varana denk, tüm hayatı düzenleyen sistemleri din olarak değerlendirmektedir. Kureyş’in putperestliğine (Kâfirun 109/1-6), insanın kendi indindeki kabullerinden oluşan hevasına uymaya(Furkan 25/43), İnsanların Rahiplerine, bilginlerine, seçkin simaların ortaya koydukları kişi merkezli düşüncelerine (Tevbe 9/31) ve toplumların belli bir konsensüs sonucu bir kısmının bir kısmına tabi olduğu parlamenter sistemlere de(Ali İmran 3/64) “Din” tabirini kullanmaktır. Ancak Allah indinde Din konusuna gelince:
“Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (Ali İmran 3/19)
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Ali İmran 3/85)
Hak ve batıl arasındaki çizgi bu kadar net olarak çizilmesine rağmen insanlık bu gerçeği gereği gibi anlayamamış ya da anlamak istememiştir. Allah’a ve ahirete olan inanç konusu yeterince algılanmamış; her meşrep kendisinde olanı hak yerine koymuştur. Kur’an’da beyan edilen hak batıl mücadelesinde başından beri Peygamberlere karşı çıkılmada “atalar dinine” sığınılmıştır. Gün gelmiş örümcek ağları bozulmuş, Peygamberlerin daveti gönüllerde yer bulmuş, batılın sığınağına girilmiştir. Ancak yılların tortusu toplum hafızasından silinmemiş, zamanla nüksederek hayattaki yerini almıştır. Bunun adı töredir, gelenek-görenektir, adettir fark etmiyor. İlk heyecanın ardından ilerleyen yıllar içinde cahiliyedeki anlayışlar yeni bir kılıfa bürünerek(kurdun kuzu postuna bürünerek koyunlara yaklaştığı gibi) Müslümanların hayatına girmeye muvaffak olmuştur.
Bu durumun kalıntıları her toplumun hayatında görüldüğü gibi, Türk halkının hayatında da bunun örneklerini görmek mümkündür. Türkler Orta Asya’da Şamanist bir inanca sahiptiler. Şamanizm uygulama olarak hayatın tamamını ilgilendirmiyor; Bazı merasimlerde ve ihtiyaç oldukça başvurulan bir konumdaydı. Onların hayatlarını büyük oranda Türk töresi şekillendiriyordu. Şamanların ve onlarla ilişkili olarak din, hayatın içinde törensel bir etkiye sahipti. Hayatın her alanını kuşatan bir durumda değildi. Bu durum Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinde de etkili olmuştur. Yaşanan hayat din tarafından tanzim edilen bir hayat olmadığı için; yeni bir dinin kabulü onları çokta etkilememiş olduğundan karşı koyma olmamıştır. Türk hakanına ülkesinde Müslümanların ve Hıristiyanların dinlerini yaymaya çalıştıkları söylenince; herhangi bir endişe duymaz ve şöyle der: “Benim ülkem Hıristiyanlara da Müslümanlara da yetecek kadar geniştir.” Türkler İslam ile Hz. Ömer döneminden itibaren muhatap olmaya başlamalarına rağmen; kitlesel etkileşim Abbasiler döneminde olmuştur. Memun ve Mutasım’ın annelerinin Türk olması Araplar ile Türkleri yakınlaştırmış; kitleler halinde İslam’a girmelerine vesile olmuştur. Abbasiler kitleler halinde gelen Türk boylarını doğu Anadolu da Bizans sınırındaki Avasım bölgesine yerleştirmişlerdi. Arkalarında İslam devletinin varlığı onlara gerekli güveni veriyordu. Önlerinde ise fethedilmeyi bekleyen Bizans toprakları uzanıyordu. Fethettikleri yerlerde Hıristiyan bir toplum ile komşu oluyorlardı. Böylece Türkler Orta Asya’dan Şamanizm ile birlikte gelmişler, Bağdat’tan geçerken biraz İslam almışlar, o gün Anadolu’da yaşayan Hıristiyanların gelenek ve göreneğinden de bir şeyler alarak Anadolu da Türk İslam’ı denilen bir İslam ortaya çıkarmışlardı. İşte Anadolu İslam’ına baktığımızda bu üç inancın birleşiminden meydana geldiğini görüyoruz.
Türk töresinde şamanlar yarı ilah gibi kabul edilen kişilerdir. Gök tanrı ile insanlar arasında iletişimi sağlayan imtiyazlı bir kimsedir. Savaşta ve barışta insanların her türlü sıkıntısını gidermesi için ona başvurulurdu. Müslüman olduktan sonran Türkler bu sıfatı Baba, Dede lakabıyla anılan kişilere vermişlerdir. Bunlar Allah ile görüşen ermiş kişiler olarak kabul edilmiş, şahsiyetlerine büyük güven duyulmuş ve aşırı hürmet gösterilmiştir. Buna bir örnek gösterecek olursak, 13. yüzyılda Selçuklular dönemi ve Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında ortaya çıkan Baba ishak isyanı. Baba İshak Adıyaman’ın Samsat ilçesinde kendini züht ve takvaya vermiş biri olarak temayüz edince halk ona Allah’ın velisi anlamında, “Lailahe illallah baba veliyullah” diyorlardı. Devlete baş kaldırıp yeterli taraftar bulduktan sonra ise, “la ilahe illallah baba Resulullah” baba Allah’ın elçisidir demeye başlamışlardı. Bu düşünce koca Selçuklu halkı nezdinde gerekli tepkiyi görmemesi ne ile izah edilebilir? Selçuklu ordusu bu isyanı bastıramamış Bizans’tan yardım istemişler ve Bizans askerleri tarafından Kırşehir yakınlarında öldürülerek bu bela zor bertaraf edilebilmiştir. Onca gücüne rağmen Selçuklu ordusunun bertaraf edemeyişinin sebebi; Selçuklu askerleri peygamber denilen adama saldırmaktan çekinmeleridir. Bu insanlar bunun bir sahtekar olduğuna inansalardı akıbeti yalancı Müseyleme gibi olmaz mıydı?
Şimdi bu olayda konuşulması gereken şey, bu insanlar Müslüman ellerinde de Allah’ın kitabı Kur’an var ve bu kitapta Hz. Muhammed (as)’ın son Peygamber olduğunu, ondan sonra peygamber gelmeyeceğini yazmasına rağmen, bundan emin olmuyor ve bir sahte peygamberin peşine takılarak devlete isyan edebiliyor olmalarıdır. Bunun sebebine baktığımızda birincisi genel olarak halkın cehaletinden istifade ederek halkı manipüle edip peşlerine takmışlar denilebilir. İkincisi ve esas sebep ise Türk geleneğinde var olan kişi merkezli düşünce yapısındaki kutsanan kişi /şaman kültüdür. Şamanlara verilen sıfat Müslüman olduktan sonrada aynen devam etmiş; bu makama bir isim değişikliği ile Babalar, Dedeler, Erenler, Evliyalar oturtulmuştur. Abbasilerin” Beyt’ül Hikmeyi” kurmalarından sonra Hint, Yunan, Yahudi ve Hıristiyan mistik düşüncelerinin devlet dairelerine ve saraya hekimler vasıtası ile girmişti. Bunun sonucunda doğan tasavvuf felsefesinin ürettiği Tarikat ekolündeki Gavs, Kutup, Şeyh, Halife, Mürit kültürü kişi merkezli düşüncenin gelişmesi için bakir bir saha bulmuştur. Bu kültürde Allah dünyanın ve kulların idaresini bunlara bırakmış, cennetin anahtarını da bunların eline vermiştir. Bunlara verilen sıfatlara baktığımızda, Allah’a mahsus olan sıfatlarla donatılmışlardır. Gaybı bilen, insanların kalbinden geçenleri okuyan, dünyayı parmağında oynatan, bir şeyh, müridinin yatağında sabaha kadar kaç kere sağa sola döndüğünü bilir, onları her hal ve karda korur, “külli şeyin kadir” insanlar olduklarını ifade ediyorlardı.
İşte en son ortaya çıkan FETÖ darbesi / FETÖ isyanı ile Baba İshak isyanı arasında ne fark var? İkisi de aynı kültün Şaman- veli kültünün sonucunda kişilere yüklenen ilahlık sıfatından istifade ile insanları ayartarak hedeflerine ulaşmak isteyen bir zümrenin bu sahayı kullanarak geldiği neticedir. Bu konudaki cehalet giderilmediği sürece yerli yabancı daha niceleri bu kullanışlı sahadan istifade ederek; toplumun başına nice belalar açacak, küfür İslam’dan öcünü bu yoldan alacaktır. İnsanımız o kadar saftır ki, düşmanlarımız da bu saflığı tarih boyunca kullanmıştır. Kazım Karabekir Paşa hatırasında şöyle bir nota yer vermiştir: Erzurum’da imamlık yapan bir Rus casusunu yakaladığımız zaman, onun suçsuz bir Müslüman olduğuna inanan cemaat karargâhın yolunu aşındırmışlardı. Bunun üzerine hatıra defterime şunları yazdım:
“Ey Türkoğlu! Sen pek safsın. Seni herkes aldattı.
Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı.”
Bu cehaletten kurtulmanın yolu Allah’ın kitabına dönerek Allah’ı, Peygamberi, Dünyayı, ahireti, İnsanı ve eşyayı yeni baştan tanımamız- tanıtmamız gerekmektedir. Allah, kitabını yeryüzüne bunun için gönderdiğini onlarca ayetinde ifade ediyor. Kimseyi kendi gaybına muttali kılmadığını, gaybın anahtarlarının kendi yanında olduğunu, Sadece seçtiği elçilerine bundan dilediği kadarını vahiy ile bildirdiğini, peygamberlerine ben gaybı bilmem, yerin göğün hazineleri de benim yanımda değil, ben bir melekte değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmem, bende sizin gibi bir beşerim/ insanım, sadece bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor dedirtmiyor mu? Yerde ve gökte benden başka ilah yoktur. Benim dilediğimden başka bir şey olmaz. “Sadece bana kulluk edecek sadece benden yardım isteyeceksiniz” cümlesini hatırlamıyor muyuz?
Diyorsak ki elbette hatırlıyor ve bilip inanıyoruz. O zaman şimdilerde Tasavvuf geleneği içine mezcedilmiş olan “Velilik Ermişlik, keramet ve türevlerinin” (Kur’an’da kastedilen kerim ve veli kavramlarının bunlarla hiçbir ilgisinin olmadığını baştan teslim edelim.)  İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını bilelim. Kişi merkezli düşüncelerin bu sıfatlarla donattıkları şahıslar etrafında insanları toplamak için bu yola tevessül ettiklerini görelim. Cahiliye döneminde insanlar yaptıkları putların sıfatlarını kendileri verip, sonrada ondan bu sıfatlara uygun icraatlar bekledikleri gibi; bu yolun salikleri de “kerameti kendinden menkul” söylemler ile insanları bu yola yönlendirmektedirler. Peygamberler de dâhil Allah hiçbir kula böyle bir imtiyaz vermemiştir. Kur’an’da anlatılan Peygamberlerden hiç birinin karşıdaki şahsın kalbini okuma özelliği yok iken, Falan tarikatın şeyhinin böyle bir özelliğinden bahsediliyor ise, biz bu Kur’an ı ne diye okuyoruz, yâda ne diye okumuyoruz? Tasavvufun “ulularından”(!) kabul edilen Beyazıt’ı Bistami: “Âlemi gayb’da biz öyle deryalar geçtik ki, Peygamberler onun kıyısında kaldı” diyebiliyor ve bunu da Müslüman’ım diyen insanlar kabulleniyorsa, daha çok aldatılacağız daha çok kullanılacağız demektir.  Bu güne kadar paralelciler kullandı, bundan sonra da onun yerini bir başkası alacaktır. Bu zihniyet değişmediği sürece; İnsanlar ucuz yoldan kurtuluş için, siyasiler de oy alma kaygısı ile şeyh eli öpmeye devam edecek demektir. Bu geleneği sürdürdüğümüz sürece, bu yanlışı düzeltme şansımız yoktur. Beş vakitte okuduğumuz Fatiha’nın mesajını anlamaktan uzak kaldığımız sürece, musikisi ile avunur, sevabını biriktirmekle kıvanırız. Bu mesajı anlamak için anladığımız dilden Allah’ın kitabını okuyup anlayalım,  öğrendiğimiz doğruları hayatımıza aktararak yanlışlarımızı düzeltelim, yaşayarak ahlak edinelim, geleneğin bataklığından ancak böyle kurtuluruz. Çünkü anlamadan okuduğumuz kitap bize bir şey öğretmeyecek, batıl düşüncelerden uzaklaştırmayacak, hak ve doğrularla buluşturmayacaktır. İnsanın bilmediği doğruları yaşama şansı olabilir mi? Bilmek için anlayarak okumaya anladıklarını teemmül, tezekkür, tefekkür ve tefegguh etmeye ihtiyacı vardır. Yetmişli yıllardan itibaren bu halkın çocukları bunu yapmaya başladı ve kitabını anladığı dilden okumayı tercih etti. Kur’an’ın onların üzerinde yaptığı değişikliği gören mistik hezeyancılar, bunları “Kur’an sapıklığı” icat etmekle suçladılar. Çünkü bunlar, atalar dinini- onların batıl yolunu terk etmişler Allah’ın kitabına sarılmışlardı. Aynen Kureyş’in dinini terk edip Allah’ın kitabına sarılan Müslümanlar gibi. Bu insanlar Peygamberin sahih sünnetini ve Allah’ın kitabını yeniden gündeme getirerek bir devrim yapmışlardı. Bu sayede Kur’an anlaşılmadan okunan bir kitap olmaktan kurtulmuş Türk halkına anladığı dilden mesajını vermeye başlamıştı.
Ancak bundan rahatsız olanlar çeşitli entrikalarla insanımızı bundan uzaklaştırmaya çalışsalar da; güneş balçıkla sıvanamadığı gibi, Allah’ın kitabına da mani olamayacaklar. İslamın kokusu bahar rüzgârları ile gelen gül kokuları gibi gönüllere girmeye devam edecektir İnşaallah… Bu yolda bende varım diyebilenlere selam olsun…